“Gördüğün üzere, tüm bu anomaliler zamanın her yerinde ama tek bir noktada toplanıyorlar.”
Ekrandaki tarayıcı evrenin temsili resmi üzerinde gidip geliyor ve evrenin ortasındaki kırmızı bir noktada duraksayıp yaklaşık 2 dakikadır yaptığı gibi taramalarına devam ediyordu. Ekranın altındaki konsoldan ayarlamalar yapıldığında ekrandaki görüntü biraz değişiyordu fakat kırmızı nokta aynı yerde kalıyordu.
“İşte bak. Milattan önce 5389, bam! Milat, bam! 4,599,234 yılı. Ah, ne yıldı ama. Ve kırmızı nokta yine orada. River, nasıl fark ettin bunu?”
“Senin yapmadığını yaptım hayatım. Sadece baktım.”
Adam sırıttı ve heyecanla merkezi konsolun etrafında dönerek birkaç kolu çekti, bir tuşa bastı ve yukarıdan sallanan bir kolu çekti.
“River, seni seviyorum!”
Kadın ellerini beline koydu ve kafa salladı.
“Hayır, henüz o kısma gelmedik. Sanıyorum o noktaya gidiyorsun?”
Adam daire şeklindeki konsolun öteki tarafına geçip daktilo şeklindeki bir alete bir şeyler yazdı.
“Tüm zamanlarda, evrenin ortasında sabit bir nokta! Beni bilirsin, buna karşı koyamam.”
Kadın gülümsemekle yetindi.
“Bilirim. Neyse, beni Fırtına Kafesi’ne geri bıraktıktan sonra oraya gidebilirsin.”
Adam yaptığı işi bırakıp kafasını yana eğdi ve kadına seslendi.
“Sen gelmiyor musun?”
Kadın cebinden mavi bir defter çıkartıp gösterdi.
“Hayır, Doktor. Bu sefer değil.”
***
TARDIS – Time and Relative Dimension in Space (Uzaydaki Zaman ve Rölatif Boyut) – uzayın ortasında, devasa bir uzay istasyonunun yanına cisimlendiğinde Doktor hayal kırıklığına uğradı. Bir kara delik içinde büyük bir süpernova, iç içe geçmiş iki yıldız ya da sıkışarak patlayan ve bu enerjiyle tekrar birleşen büyük bir gaz bulutu gibi bir şey bekliyordu aslında. İstasyon, daha önce gördüğü hiçbir mimariye sahip değildi ki Doktor’un görmediği şey yoktu. L şeklinde, havada yüzen bir limanı andırıyordu istasyon, fakat bilinen limanların aksine çok katlıydı. İstasyonun yan tarafında büyük harflerle yazılmış bir yazı vardı: Kayıp Rıhtım. Doktor başka bir şey daha fark etti, İstasyonun en üst katlarındaki ve yan bölümlerdeki silahlar aktifleşmişlerdi ve hepsi de TARDIS’i hedef alıyordu. Bu mavi kutuya bir çizik bile atabileceklerinden şüphe duysa da merakla olacakları bekledi.
Çok beklemesine gerek kalmadı. Bir ses TARDIS’in içinde yankılandı, bu mesaj muhtemelen gemiden üzerine doğru gelen askeri birliğin liderinden geliyordu.
“Kimliğinizi ve burada ne yaptığınızı söyleyin.”
Doktor, kontrol panelinden sarkan telefonun ahizesini kaldırdı ve cevap verdi.
“Bir yolcuyum, bu muhteşem yapıyı görüp merak ettim sadece. “
Bir anlık sessizlikten sonra askerden otoriter bir cevap geldi.
“İniş iznin verildi yolcu. Rıhtım’a kadar sana eşlik edeceğiz.”
6 tane küçük savaş gemisi eşliğinde TARDIS, Rıhtım’ın yan tarafındaki açıklıklardan birisinden içeri girdi ve gemilerin konuşlandığı geniş alana indi. Doktor kapıyı açtığında karşısında kırmızı üniformalı bir birliğin, kendisine doğru silah doğrulttuğunu gördü. TARDIS’ten dışarı çıkarken zararsız olduğunu göstermek için ellerini yukarıya kaldırdı. O sırada sağ taraftan, elinde pilot kaskıyla birisi hızlı adımlarla ona doğru geliyordu. Üniformasındaki yıldızlara bakılırsa, az önce konuşan kişi buydu.
Adam mavi polis kutusuna ve Doktor’a yaklaştığında duraksadı ve her ikisini de uzun bir süre inceledi.
“Şimdiye kadar gördüğüm en komik uzay gemisi bu.”
Doktor ellerini indirip başını iki yana salladı.
“Şşşt! Öyle deme, alınır sonra.”
Adam yavaş adımlarla yaklaşmaya devam etti, şaşırmış görünüyordu.
“Hem bu ne biçim bir kıyafet?”
Bu sefer alınan Doktor’du. Adamın bakışlarını takip ederek hızla elini papyonuna götürdü ve papyonunu düzeltti.
“Bu papyon. Papyonlar havalıdır.”
Neden sonra adamın ağzı bir karış açıldı. Doktor’a iyice yaklaşıp baştan aşağı onu süzdü.
“Sen… Sen o’sun?”
“Evet. O benim.” dedi Doktor göğsünü kabartarak. Sonra duraksadı ve ekledi. “Kimden bahsediyorsun?”
“Heykel!”
Adamın haykırışıyla beraber askerler silahlarını indirdiler ve heyecanla kendi aralarında konuşmaya başladılar. Liderlerinin elini havaya kaldırmasıyla hemen sustular. Yine de heyecanları gözlerinden okunuyordu.
Adam elini uzatıp heyecanlı bir şekilde Doktor’un elini sıkmaya başladı.
“Ben Binbaşı Madcap ve sizinle tanışmak bir onur.”
Doktor elini zorla adamdan kurtardı ve bir elini adamın omzuna koydu.
“Heykel derken? “
“Siz O’sunuz işte. Heykel.”
Doktor kafasını iki yana sallayıp bir ileri bir geri gitmeye başladı.
“Hayır. Ben Doktor’um. Gördüğün gibi kanlı ve canlıyım. Biraz da heyecanlıyım açıkçası ama bunun konumuzla bir alakası yok. Diğer taraftan, heykel dediğin şey bir Ağlayan Melek ve eğer ondan bahsediyorsan çok büyük tehlikedeyiz demektir. Ağlayan Melek’ler, sessiz katiller olarak da bilinir, bu evrendeki en tehlikeli şeyler. Ama korkmayın, Doktor burada. Şimdi plan!”
Adam Doktor’u sakinleştirmek için bir ileri bir geri giden Doktor’u omuzlarından tuttu. “Hayır hayır. Ağlayan bir melek falan yok burada. Sizin Kahramanlar Salonu’nda bir heykeliniz var. Sizi oradan tanıyoruz.”
Doktor eli çenesinde adamı süzdü ve tekrar konuştu.
“O zaman Binbaşı, beni bana götürün!”
***
Kahramanlar Salonu, istasyonun en alt katında bulunuyordu. Asansör kapıları açılıp da Binbaşı Madcap ile asansörden çıktıklarında Doktor ellerini kavuşturup gülümsedi. Burası sadece bir salon değildi, tüm istasyonun bir katı boyunca genişlikte, içinde irili ufaklı binlerce heykel bulunan bir yerdi. Doktor ve Madcap heykellerin arasından ilerlemeye başladılar. Madcap gideceği yeri bildiği için askeri botlarıyla tüm salonu inleterek hızla ilerliyordu ama Doktor heykelleri incelediği için oldukça geriden geliyordu.
“Bunları kim yaptı?”
Binbaşı Madcap geriye dönüp Doktor’un incelediği bir heykelin yanına geldi. Kafasında bir taç, elinde muhteşem bir kılıç tutan, heybetli bir heykeldi bu.
“Aslında, biz de bilmiyoruz. Nereden geldiklerini, ne zaman yapıldıklarını, kimin yaptığını… Hatta heykellerin çoğunu tanımıyoruz bile.”
Doktor eliyle önünde durdukları heykeli gösterdi ve soran gözlerle baktı. Binbaşı bilmiyorum dercesine başını salladı.
“Kral Arthur! Görüp görebileceğin en cesur adamlardan birisiydi. O kılıcı taştan söküşü var hele, ne olaydı! Ve ah, şuna bak!”
Kral Arthur heykelinin yanında duran, oldukça sıska, kambur duran, elinde koca bir kitap taşıyan bir adamın heykelini gösterdi.
“Ne kadar da genç gözüküyor, Merlin’e bak sen.”
Binbaşı öksürerek Doktor’un çocukça sevinmesini kesti.
“Sizin de heykeliniz olduğuna göre, bu heykelleri tanıyabileceğinizi düşünmüştüm zaten.”
Doktor heyecanla bir ayağının üstünde döndü ve parmağıyla Binbaşıyı gösterdi.
“Ah evet! Benim heykelim! Haydi gidelim!”
Binbaşı ve Doktor yaklaşık 20 dakika boyunca heykellerin arasında ilerlediler. Doktor’un heykeli o kadar da uzakta değildi aslında ama Doktor sık sık durup heykeller hakkında bir şeyler söylüyordu.
“Bu çok ironik olmuş. Sezar’ın heykelinin tam arkasına Brütüs heykeli koymak, muhteşem!”
Binbaşı’nın sürekli uyarması ve sinir bozucu, “Devam edelim.”leriyle beraber yollarına devam ediyorlardı. Fakat Doktor her üç heykelden birisi için bir şeyler söylediği için bir türlü ilerleyemiyorlardı.
“Spartaküs! Bilinenin aksine sadece Roma İmparatorluğu’na karşı değil, Daleklere karşı da savaştı. Bir Dalek karşısında ben bile onun kadar cesur değilim.”
“Ohoho… Napolyon, seni şeytan! Normalde çok daha kısa boyludur.”
“Güzel papyon. Bu kim?”
Binbaşı heykelin yanında, tek kaşını kaldırıp Doktor’a baktı.
“Aah.. Ah evet. Ben. Sürekli değiştiğim için…” Birden ellerini çırpıp heyecanla heykelin etrafında döndü. Neden sonra cebinden bir tornavida çıkardı ve tornavidanın sapındaki kırmızı tuşa basarak tornavidayı heykelin üzerinde gezdirdi. Bu sırada alet garip bir voiy voiy sesi çıkartıyordu.
“Sonik Tornavida…” diye kısaca açıklama yaptı Doktor ve heykele dokunarak incelemeye devam etti.
“Ama bu taştan… Ve çok eski. Ve ben! Yani tabi ki ben ama aynı ben!”
Heykeldeki Doktor, elindeki sonik tornavidayı karşıya tutmuş bir şekilde duruyordu. Doktor da heykeliyle aynı pozu vererek karşısında durdu ve kahkaha attı.
“Ben buraya nasıl gelmişim ki?”
Binbaşı kollarını kavuşturmuş, heykele dayanıyordu.
“Biz de bilmiyoruz ama bilen birisini tahmin edebiliyorum. İzninizle, sizi General’in yanına götüreyim ve orada bu konuyu açıklığa getiririz.”
Doktor poz vermeyi bıraktı ve sonik tornavidasını cebine attı.
“Önden buyur Binbaşı.”
***
Şafak Savaşı’ndaki başarısından sonra “Magical” olarak da bilinen General Bronze, odasında oturmuş evrak işleriyle uğraşıyordu. Yazışmaları tamamlayıp koltuğunda biraz gerindikten sonra çağrı cihazının ötmesiyle irkildi. Gitmesi gereken toplantının habercisi olan çağrı cihazını bıkkınlıkla susturduktan sonra odasından çıktı.
General Bronze’un odası, Rıhtım’ın en üst katındaydı. Bu katta üst düzey yöneticilerin ya da büyük misafirlerin odalarının dışında, toplantı odaları ve kontrol odası bulunuyordu. “Magical” Bronze’un odasının bulunduğu koridorun sonunda, 3 numaralı toplantı odası bulunuyordu ve General’in gideceği yer de orasıydı. Kapıda nöbet tutan iki askerin selamını başıyla onayladıktan sonra içeri girdi.
3 numaralı toplantı odası, diğer toplantı odalarına göre daha küçüktü. Genellikle fazla önem arz etmeyen, günlük durum raporlarının verildiği ya da birkaç küçük tartışmanın yapıldığı, ortada yuvarlak bir masa ve etrafında 12 sandalyenin bulunduğu bir odaydı bu. General içeri girdiğinde toplantı odasına çoktan gelmiş olan iki kişi ayağa kalkıp selam durdu.
“Buyurun, oturun.”
General, diğerleriyle beraber sandalyesine oturduktan sonra önündeki dosyayı açıp inceledi ve günlük raporları okumaya başladı. Neden sonra, sandalyelerin özellikle birisinin boş olduğunu fark etti ve okumayı yarıda bırakarak gözlerini boştaki sandalyeye dikti.
“Binbaşı Madcap nerede?”
Birkaç mırıldanma dışında kimseden ses çıkmayınca General bir şeyler söylemek üzere ağzını açmıştı ki, toplantı odası mekanik bir sesle açıldı ve içeriye Binbaşı girdi.
“General. Toplantıya geç kaldığım ve böldüğüm için özür dilerim ama… Bir misafirimiz var.”
General Bronze oturduğu yerde yavaşça kapıya doğru döndü, sol kaşı sorarcasına havaya kalkmıştı.
“General. Bayanlar ve Baylar. Karşınızda Doktor!”
Binbaşı yana çekilerek arkasında dikilen adama yol verdi ve toplantı odasındakilerin şimdiye kadar gördüğü en ilginç “şey” içeriye girdi.
“Merhaba, merhaba!”
Kahverengi bir takım elbise, mavi bir gömlek ve kareli papyonuyla, bir çeşit palyaço reverans yapıp toplantı odasındakilere el sallıyordu.
“Doktor kim?” dedi General Bronze sıktığı dişlerinin arasından.
“Kesinlikle!”
Doktor neşeyle sesin geldiği yere yöneldi ve şaşkın bakışlarını üstüne diken General’in elini sıkmaya başladı.
“Siz General “Magical” Bronze olmalısınız. Şafak Savaşı’nda yaptıklarınızı duydum, muhteşem! Aşağıda sizin de bir heykeliniz olmalı aslında ama gördüğüm kadarıyla yoktu. Ayıp. Büyük ayıp.”
General öfkeyle ayağa kalktı ve Binbaşı’ya döndü.
“Bir yabancıyı Kahramanlar Salonu’na mı soktun bir de? Burada neler döndüğünü hemen anlat Madcap!”
Binbaşı sakin bir şekilde Doktor’un koluna girdi ve onu boşta kalan sandalyelerden birine oturttu. Sonrasında tekrar General’e dönerek durumu anlattı. Bugün yaşananları anlattıktan sonra, salonda bir gürültü koptu. İnsanlar heykellerden birisinin gerçek halini gördükleri için oldukça heyecanlanmışlardı. Bu heyecanlı mırıltılara alışmış olan Doktor ise, halinden oldukça memnun bir şekilde, gülümseyerek sandalyesinde oturuyordu.
“Demek heykeliniz var. Bu daha önce başımıza hiç gelmemişti. Pekala, Doktor. Kayıp Rıhtım’a hoş geldin. Ben ve arkadaşlarım, sizi Rıhtım’da konaklamaktan onur duyuyoruz. İzin verin, sizi arkadaşlarımla tanıştırayım.”
Ayağa kalkıp masanın sol tarafındaki ilk sandalyede oturan, askeri üniforma yerine bir takım elbise giymiş, toplantı odasını dolduran insanların çoğundan daha genç gösteren bir adamın arkasına geçti.
“Bu Amras. Rıhtım’ın Baş Yöneticilerinden.”
“Tanıştığımıza memnun oldum Amras.” dedi Doktor gülümseyerek.
General bir sonraki sandalyeye geçti. Uzun saçları arkada toplanmış, üniformasında birçok ödül taşıyan yüksek rütbeli bir askerin arkasındaydı şimdi de.
“Albay Fırtınakıran.” Doktor’un soran gözlerini fark edince konuşmaya devam etti. “Kendisi Rıhtım’ı bir elektromanyetik fırtınadan kurtardı; gemisi “Kırbaç” halen o fırtınanın izlerini taşıyor.”
Fırtınakıran ciddi bir ifadeyle Doktor’u selamladı. Doktor kadında River Song’un acımasızlığını ve sıcakkanlılığını görüyordu, bu yüzden gülümseyerek selama karşılık verdi.
“Ve Binbaşı Madcap. Onunla zaten tanışmıştınız sanırım.” Dedi General, Doktor’un yanındaki sandalyede oturan adamı işaret ederek.
“Evet, kendisi çok yardımcı oldu. Fakat böylesine sabırlı ve sakin birisinin adının neden Madcap olduğunu söylemedi.” Doktor soran gözlerle önce Binbaşı’ya sonra gülmeye başlayan Albay’a ve son olarak gülümseyen General’e baktı.
“Siz en iyisi birkaç gün Binbaşı ile dolaşın. O zaman anlarsınız.”
Bir öksürük sesiyle tüm bakışlar Binbaşı’ya döndü. Binbaşı rahatsızca kıpırdanarak konuyu dağıtmaya çalıştı.
“Ben Mit’e danışalım derim. Yani Doktor’un neden heykelinin orada olduğunu bilebilecek birisi varsa, o da Mit’tir.”
General başıyla onayladıktan sonra hemen masanın üzerindeki elektronik cihazın tuşuna basıp birkaç emir yağdırmaya başladı. Bu sırada Doktor yavaşça Binbaşı’ya doğru eğilip sordu.
“Mit?”
“Evet, Mit.” Dedi kısaca ve ekledi “Aklındaki soruyu tahmin edebiliyorum. Evet, kendisi gerçekten de bir mit.”
Doktor neşeyle ellerini birbirine kavuşturdu. Burası tahmin ettiğinden daha zevkliydi.
***
“Aldığımız bir habere göre, şu anda Rıhtım’da çok özel bir konuğumuz varmış. Durgonath ile Müzikal Saatler’in sonuna geliyorken, bu şarkı konuğumuza gelsin. Evet sevgili dinleyenler, şimdi Radiohead’den –“
“Radiohead mi?” dedi Doktor koltuğunda doğrularak. Toplantı odasında, olayı çözecek kişi olan “Mit”i bekliyorlardı ve General, konuğu sıkılmasın diye Radyo’yu açmıştı. Doktor şaşkın bakışlar içinde ayağa kalkıp sorusunu yeniledi. “Radiohead mi!?”
Şarkı girince neşeyle ellerini çırptı. “Radiohead! Tanrıya şükür, Justin Bieber ve türevlerinin müziği katledeceğini düşünüyordum.”
Toplantı odasındakilerin bakışları değişmeyince, gerekli açıklamayı yaptı.
“Yani 2010’lu yıllarda öyle müzikler dinledim ki, bir daha müzik dinlememe kararı aldım. 4.000.000 yılında, Dünya’nın 12. kolonisinin 2000. yıl kutlamalarında müzik çalmasın diye koloni meydanını havaya uçu-ehm. Ne günler ama, heh.”
Doktor sandalyesine tekrar oturup az önce yaramazlık yapmış çocuk gibi kıpırdamadan dururken toplantı odasındakiler mekanik bir ses eşliğinde açılan kapıya doğru döndüler.
İçeri giren adamın ilk bakışta en çok dikkat çeken şeyleri gözlükleriydi. Ancak bu bir yanılsamadan ibaretti, çünkü insanların dikkatini çeken o gözlük değil, arkasındaki bir çift gözdü. 30’lu yaşlarda görünüyor olmasına rağmen, gözleri binlerce yılın yükünü taşıyordu. Nispeten atletik bir vücuda sahip olmasına rağmen kambur duruyordu. Hareketleri aynı zamanda hızlı ve yavaştı. Bakışları etrafa öylesine bakıyormuş gibi seriydi ancak o bakışların her milisaniyesinde bir anlam yüklüydü. Adam normal bir kıyafet giymişti; bir pantolon ve sol göğüs tarafında KR amblemi olan bir gömlek. Saçları özenle kesilmiş gibi dursa da dikkatli bakıldığında saçlarına kimse yıllardır dokunmamış gibiydi. Kısacası adam hem genç hem de kadim gözüküyordu ve bu görünüş Doktor’a çok yakın birisini hatırlatıyordu; Kendisini.
Adam içeri girer girmez Doktor ayağa fırladı ve gözlerini büyükçe açarak adamı inceledi. Etrafında dönüp, ensesine dokunduktan sonra kollarını kavuşturup adamın etrafında dönmeye başlayan Doktor sonunda durup adama döndü.
“Bu imkânsız!”
Sonradan aklına gelmesine kızmış gibi eliyle kendi kafasına vurdu ve cebinden sonik tornavidasını çıkartıp onunla Mit’i inceledi.
“Sen Zaman Lordu musun?”
Mit tüm bu olanlar sırasında sadece gülümsüyordu. Uzun zamandır beklediği bir soruyu duymuşçasına gülümsemesi genişledi ve kafasını salladı.
“Hayır, bunu daha önce de sormuştun.” Duraksayıp kafasını kaşıdı. “Ya da soracaksın. Söz konusu sen olunca işler biraz karışık oluyor.”
Doktor sonik tornavidasını tekrar cebine koyup yavaşça Mit’e yaklaştı. Gözlerini kısmıştı ve milyonlarca parçalık bir bulmacanın en önemli parçasını yakalamak üzereymiş gibi gülümsüyordu.
“Biz… Biz daha önce karşılaşmış mıydık?”
Mit ellerini iki yana kaldırıp dudaklarını büktü.
“Ben karşılaştım. Sen karşılaşacaksın. Dediğin gibi, bu zaman denen şey garip bir “zamanzingo”.
Doktor kafasını sallayıp diğerlerine döndü. Suratında, az önceki gibi, yaramazlık yapmış bir çocuğun ifadesi vardı.
“Zamanzingo mu? Ben öyle bir şey demedim.”
Mit kısaca, “Henüz.” dedi ve toplantı odasının bir ucunda bulunan kütüphaneye doğru ilerledi.
“Şimdiii, bakalım nereye koymuştum. Yaklaşık bu yıllarda ortaya çıkacağını söylemiştin, o yüzden bir iki ay önce onu buraya bir yere saklamıştım ama… Heh, buldum!”
Mit kalınca bir kitabı rafların arasından çıkarttı ve toplantı masasının üstüne koydu.
“Heykelin hikâyesini öğrenmek istiyorsun.”
Ses tonunda bunun bir sorudan çok yıllardır bilinen bir gerçek olduğu vurgusu vardı. Kitabın kapağını çevirip okumaya başladı.
“Yeni Tema’dan Sonra 1499 yılı. Ben Mit ve bu satırları büyük bir acıyla yazıyorum. Kral Bronze zor durumda ve korkarım kimse ona yardım edemez.”
Doktor elini kaldırıp Mit’i durdurdu.
“Bu büyük büyük büyük büyük büyük büyük dedenin yazdığı kitap mı?”
Doktor’un suratındaki kurnaz ifade, aslında sorunun cevabını bildiğini gösteriyordu.
“Hayır, benim.”
Doktor neşeyle ellerini çırpıp etrafında döndü. “Aha! Biliyordum!” Heyecanla Mit’in omuzlarından tutup kafasını Mit’in kafasına dayadı. “Sen… Kimsin!?”
Mit yavaşça kendisini Doktor’dan kurtardı ve gözlüğünü düzeltti. “Göreceksin. Neyse, devam ediyorum.”
“Aaaaaaah!” diye yükselen çığlık, toplantı odasındakilerin yerinde sıçramasına neden oldu. Doktor hızla kitabı kapattı ve masanın üstünden kaldırıp yere fırlattı. General silahını çekmeye hazırlanan Albay Fırtınakıran’ı durdurdu ve Binbaşı Madcap’e, “Senin bulacağın adam böyle olur.” gibisinden bir bakış attı.
“SPOILER!” diye kükredi Doktor ve toplantı odasını hızla terk etti.
“N- Nereye gitti bu adam? Binbaşı!”
Binbaşı Madcap, General Bronze’un emriyle tam odadan çıkacaktı ki Mit’in elini kaldırmasıyla olduğu yerde kaldı.
“Gerek yok Madcap. Nereye gittiğini biliyorum.”
Yerden kitabı kaldıran Mit, tekrar masaya koydu ve kapağını açtı.
“Bizi kurtarmaya gitti. Hangi yıla gitmesi gerektiğini az önce benden duydu. Muhtemelen çoktan TARDIS’ine atlayıp bize yardım etmeye başlamıştır. Aynen kendisinin de söylediği gibi, buna dayanamıyor.”
Uzun, hatta fazlasıyla uzun yıllar boyunca maruz kaldığı o soran bakışlara gülümseyerek karşılık verdi.
“Kendisi geçmiş yıllarda karşılaştığımızda bana öyle demişti; Kitabı oku, spoilerlardan nefret ederim. Dayanamayıp kendim gelirim.”
Kitabın birkaç sayfasını daha çevirip aradığı yeri buldu, öne düşmüş gözlüklerini tekrar yerine oturttuktan sonra bir sandalyeye oturarak toplantı salonundakilere okumaya başladı.
“Hmm burasını geçtik ve hah. Devam ediyorum. Gökyüzünü yarıp gelen mavi bir kutu ve bunun içinden çıkan garip kıyafetli bir adam. Bugün daha da ilginç bir hal alamazdı derken, adam ki kendisine Doktor diyor, beni tanıdığını iddia etti. Buraları geçiyorum, sayfalarca TARDIS’i anlatmaya çalışmışım. Mavi kutu işte, neyse. Hah. Rin krallığının bencil kralı Whu’nun yağmacı ordusu sınırlarımıza dayandı. Kral Whu bu sefer bizi tamamen bitirmek için saldırıyor. Bu Whu çok çirkindi. Klasik bir pozu vardır onun, tahtta bile öyle oturur. O şekilde heykelini yapacaklardı, ibret olsun diye. İzin vermedim. Neyse. Komutan Malkavian önderliğinde Düşler Ovası’nda büyük bir zafer kazanıldı. Ne adamdı ama. Ulubatlı Marius, tüm o yaralarına rağmen kaleyi tek başına savundu. Bir insana en fazla kaç tane ok saplanabilir ki? Ruhban Koyubeyaz’ın duaları, beklediğimiz gibi olmasa da fazlasıyla işe yaradı. Yaralıları iyileştirmesi için tanrılarına dua etmişti. Gökten yağan o yıldırımları dün gibi hatırlıyorum. Ve böylece, yardımlarından dolayı heykelini yapmaya karar verdik. Burayı da geçiyorum. Altı üstü bir papyon, neden bu kadar büyütüyor ki? Ve evet, bu cümlenin üstü çizilmiş, yanında “Papyonlar havalıdır!” yazıyor. Bu kitabı ne pahasına olursa olsun korumamı ve zamanı geldiğinde toplantı odasındaki raflara yerleştirmemi söyledi. Beni tekrar gördüğünde, bu kitabı okumalıymışım. Neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yok. Aah, ne adam ama.”
Kitabı kapatıp yanına aldı, gözlüğünü çıkarttı ve yavaşça odadan çıkmaya hazırlandı. Bu sırada toplantı odasında herkes şaşkın bir şekilde öylece duruyordu. Kimse az önce neler döndüğünü tam anlamıyla kestiremiyordu. Herkes adı geçen bir sürü karakterin kim olduğunu hatırlamaya çalışıyor, en önemlisi de bunun nasıl mümkün olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Sen… kimsin?” Sessizliği general bozdu.
Mit önce duraksadı. Sonra yavaşça arkasını döndü ve gözlerinin ucuyla toplantı odasındakileri süzdü. Gözlüğünü yavaşça taktıktan sonra soruya cevap verdi.
“Ben Mit.”
Doctor Who’ya yeni bölüm yazmak amacıyla başladığını düşünüyorum ben bu yazıya.
Kayıp Rıhtım’ı bilim kurgu türündeki bir hikayede kullanmak, buna Doctor Who gibi orjinal bir karakteri katmak, hem dizinin bir bölümünü ‘izliyor’ havası verip en bir Kayıp Rıhtım hikayesi yazmış olmak, her şeyi geçtim, ‘Mit’in yeri bile şu yazıyı mükemmel kılmaya yetip de artarken bunların hepsini bir arada görmek şekilden şekile girmeme sebep oldu. Yeni Tema’dan sonra 1499 yılı için özel bir parantez açmak istiyorum; ”dahice.”
Bir de bunu beğenmemişsin diye duyumlar aldım ama benim şu ana dek ‘izlediğim’ en güzel Doctor Who bölümü oldu. Eline sağlık! 🙂
Bu hikayeden sonra Rıhtım çalışanları kuru ekmek-soğan karşılığında çalışacak. Kimseye maaş falan ödemiyoruz, bütçeyi kısıyoruz, çünkü ben bütçeyi kullanarak Kırbaç adlı gemimi yaptırıyorum!
Söyleyeceklerimin hepsini Koyu söylemiş gerçi, o yüzden tekrarlamadan şöyle diyeyim: göndermeler yerine tam otururken, Dr.Who’yu kullanma fikriyle harikalar yaratmışsın. Birkaç bölüm Dr.Who izlemiş biri olarak (izledim, evet) doktoru karşımda buldum diyebilirim. Çok başarılı bir biçimde yansıtmışsın.
Her şey bir yana, Rin krallığının bencil kralı Whu ve klasik pozu ahahahahah! Yeni Tema’ya da övgüleri yollamamak olmaz!
Kısacası, her şeyiyle gerçekten çok güzel bir öyküydü. Tek sorunu, okurken daha uzun olmasını istiyor insan :).
Ellerine sağlık. Hiç de öyle beğenmediğin gibi değil u_u.
Yazının başlığı bile alışılmadık bir hikayeyle karşılaşacağımı müjdelerken, Doktor’u görmek paha biçilemezdi. Özellikle okurken en keyif aldığım kısım da zamanlar arasındaki atlamaları oturttuğum kısımdı. “Papyonlar havalıdır!” Evet bu tam da Doktorluktu. İki güzel ögeyi yani Rıhtım’la Dr.Who’yu harmanlayıp önümüze böyle bir eser sunduğun için çok teşekkürler. Kalemine sağlık.
Selamlar Kürşat!
Bu öyküyle bir kez daha anladım ki benim “Dr. Who” izleme zamanım gelmiş de geçiyor. Ama şu öyküden aldığım keyfin yüzde birini verecekse zaten başarılı bir dizidir kendisi. Akıcı bir dille eğlendirmeyi başarmışsın okuru. Rıhtım’ı bir de böyle görmek güzeldi.
Kalemine sağlık.
Doctor Who severim ama bu yazıyı daha çok sevdiğimi söylemek isterim. Anlattığın ve tasvir ettiğin mekanları oldukça beğendim ve bilim kurguya yakın az sayıda eserlerden birini karşımda görmek beni sevindirdi. Doctor Who nun alaycı yanını güzel yansıtmışsın hikayeye. Onun dışında birşey daha söyleyecektim neydi hah buldum. Kısa yazmışsın sanki anlatmak istediğin daha birçok şey vardı da uzamasın diye kısa kesmiş gibisin. Bir de beni suçlarlar hikayeyi yarıda kesmişsin diye. Peeh!
Doğrusu Dr. Who adlı diziyi, severek izliyor olmamın yanında çok da üzerine düştüğüm söylenemez. Ancak sizin şu yazınız dahi, en azından kargacık burgacık dahi olsa Dr. Who hakkında iyi ki bir kaç kelime biliyorum dedirtirdi.
Çoğunlukla fantastik yanı baskın hikayelerin yanında, böylesine akılcı bir üslupla kaleme alınmış bir bilimkurgu eserinin olması çok sevindirici.
Kaleminize sağlık.
Inanilmaz olmus!! Papyonler havalidir, ha? Harika! Ben Doctor Who’ya bayilirim!! ;D
Doctor’un Kayip Rihtim’a gelme dusuncesi bile beni gulumsetiyor. Ama keske River da yaninda gelseymis!
General ve albay gibi lakaplar da cok yakismis! Bu seckideki degisik hikayelerden biri olmus 🙂
Baska oykulerinizi okumak dilekleriyle..
Allonsy!
Doctor Who’yu izleyen ama böyle sıkı bir hayranı olmayan beni bile şu saatten sonra sıkı bir hayran yaptırma yoluna soktun ya, helal olsun!
Her şey yukarıda söylenmiş ama şunu da eklemem gerekiyor. Doctor Who’nun her bölümde farklı bir zamanda ve farklı bir mekanda yaşadığı olaylardan bir tanesi de bu olabilir mi? Hem de nasıl! Aslında güzel bir rıhtım tanıtımı (bkz: mit’in yazmış olduğu kayıp rıhtım temalı hikaye) ile bu yazını çevirip senaristlere yollayacağız ve bir bölümü bize ayırmazlarsa açlık eylemine başlayacağımızı belirteceğiz.
Olur mu olur!!!
Tekrar ellerine ve kalemine sağlık…
Nihayet okudum!
Şunu baştan belirtmekte fayda görüyorum; hikayenin detaylarını az çok daha önce konuştuğumuzdan iyi bir şeyle karşılaşacağımı biliyordum. Ama BU KADAR iyi olacağını beklemiyordum doğrusu. Her satırı, her ayrıntısı, her detayıyla çok sevdiğim ve beğendiğim bir öyküydü. Doktor’u kaleme alışın, rıhtıma getirdiğin farklı bakış açısı ve içine yerleştirdiğin karakterler kesinlikle harika. Benim adımı verdiğin karakter de oldukça havalı olmuş doğrusu. Tek üzüldüğüm yanı yarıda kesmiş zorunda kalman ama onu da göreceğimizi umuyorum.
Kalemine ve keskin zekana sağlık.