NOT: Bu öyküyü daha iyi anlayabilmeniz için PAZUZU adlı öyküyü öncelikle okumanız devamlılık açısından yararlı olacaktır.
2. Kısım
“Tanrılar, kendilerini her çeşit yabancıya benzeterek şehirden şehire farklı kılıklarda dolaşırlar, insanların yanlış ve doğrularını gözlerler. “
Homeros – Odesa
Küçüklüğümün büyük bir bölümünü “Taktakçı” adındaki ürkütücü bir canavardan korkarak geçirdim. Yaramazlık yapmayayım, yemeklerimi güzelce yiyeyim ve yatma saatim geldiği zaman doğruca gidip yatayım diye anneannemin uydurduğu bir şeydi. Beni yıllarca inandırmıştı ama. Çok güzel hikaye anlatırdı anneannem.
Anneannemin söylediği tüm o şeylerden aklımda kaldığı kadarıyla “Taktakçı” uslu durmayan çocukların evlerine musallat olan bir yaratıktı. Çocukları tarafından kötü davranılan, üzülen annelerin ağlama seslerine gelir ve bir kere bir eve kuruldu mu bir daha oradan çıkmazdı. Yaramazlık yapan çocukları yiyerek beslenirdi ve en kötüsü de, çocukları yemeye gelmeden önce geleceğini haber verirdi. Yemeden önce çocukların beyinlerini ezip püre yapmak için kullandığı koca çivili sopayla borulara vurarak… Tak tak tak diye…
Anneannem de bana yemek yedirirken bir lokmayı ağzımda tutacak olursam ayağıyla gizlice masanın demir ayaklarına vurur, “Eyvah Taktakçı geliyor!” diyerek beni korkutur, ben bir yandan Taktakçı gelmesin diye dua ederken ağzıma kaşık kaşık yemeği doldururdu. Bu durum, her seferinde tabağımın boşalmasıyla birlikte onun en yakın kalorifer borularına bakarak yüksek sesle “Tamam bak bitirdi bizim oğlumuz yemeğini! Burada sana yer yok!” deyip Taktakçı’yı kovmasıyla son bulurdu.
Anneannem elbette torununa güzelce yemek yedirdiğini, ve bu küçük öyküsünü yemek masasından dışarı çıkarmadığı sürece bunun benim üzerimde bir etkisi olmayacağını düşünüyordu. Farkedemediği şey şuydu ki; bizim evin boruları bir hayli eski olduğundan, birileri borulara vuruyormuş gibi sesler gelmesi için anneannemin numara yapmasına gerek yoktu. Gündüzleri evin karmaşası ve sokağın seslerinden farkedilmiyordu; ama geceleri tek duyabildiğim ses buydu.
Hal böyle olunca küçüklüğümü geceleri yatağa gizlice ekmek ya da börek sokup, boru seslerine karşı bunları yiyerek geçirdim. Taktakçı’yı beni yememesi için ikna etmem gerekiyordu ve anneannemden gördüğüm kadarıyla bunun tek yolu, benim aslında yemeğimi yiyen bir çocuk olduğumu göstermekti. Tüm o yıllar boyunca o gün yatağa ne götürdüysem yavaş yavaş yedim ve bir türlü boru sesleri kesilmedi. Her seferinde korkuyla Taktakçı’nın gelmesini bekleyerek, elimde çoğu zaman birkaç lokma kalmış ekmeklerle uyuyakaldım.
İşte bu yüzden kızımın içindeki o iblisle pencereden çıkıp gittiği gecenin sabahında, devrildiğim kapı eşiğinde uyandığım zaman, ne ara, nasıl uyuyakaldığımı, neler yaptığımı umursamadım. Korkudan uyuyakalmak ve önceki gece neler olduğunu düşünmeden uyanmak alışık olduğum şeylerdi.
Ayağa kalktım, pencereyi kapattım, rüzgar kesildiği gibi uçuşmayı bırakan perdeleri iyice birbirine çektim. Güneş ışığının odayla bağlantısını kestiğim gibi, her yer tekrar zifiri karanlık oldu. İstemsizce tekrar yatağa baktım. Sanki bir kere daha ortalık kararınca, kızım da tekrar yatakta belirecekti, her şeyi tekrar yaşayacaktım. Olmadı. Mutfağa giderek su kaynatmaya başladım. Telefonumu çıkarıp iş yerini aradım. Müdürümden bir haftalık izin istedim. Hiçbir sorun olmayacağını, istediğim zaman geri dönebileceğimi söyledi. Bir de Tüm Devlet Su İşleri çalışanları adına tekrar baş sağlığı diledi. Bir şeyler geveleyerek telefonu kapattım. Ne müdürümle karımın kızım tarafından öldürülmesini konuşmak istiyordum, ne de onun bu konuda bana söyleyebileceği herhangi bir şeyi duymak. Kettle bana suyun yeterince sıcak olduğunu ve kahvemi içmem için hiçbir engel kalmadığını belirten o plastik tık sesini çıkardı. Bir kupaya üç tatlı kaşığı kahveyle kaynar suyu koyarak mutfaktan çıktım. Cinayet gününden beri antrede duran dizüstü bilgisayarımın çantasını aldım, salondaki koca yemek masasının üstündeki her şeyi yere atarak bilgisayarımı kurdum.
Bilgisayar açılırken fazla sıcak kahvemden hem dudağımı hem de dilimi yakan bir yudum aldım. Hızlı bir nefes vererek yüzümü buruşturdum. Bir yudum daha aldım. Bir yudum daha, bir yudum daha. Dudağım, hemen ardından dilim, sonra damağım, gırtlağım, boğazım ve eninde sonunda midemin yandığını hissedebiliyordum. Gözümden yaşlar geliyordu, dişlerimi sıkıyordum; ama yine de tekrar tekrar yudumlar aldım kahvemden. Dişlerim sıcaktan kamaşmış, köklerine, diş etlerime, oradan beynime bağıra bağıra yakarıyorlardı. Vücudumun ayrı noktaları hep birlikte çığlıklar atarak beynime bu çılgınlığı durdurmasını söylüyordu; ama ben o sırada beynimle değil, kahve kupasını tutan ve her yudumda yaşadığı acıyla her şeyi unutabildiğini keşfetmiş olan sol kolumla düşünüyordum.
Bilgisayarım tamamıyla açılmıştı ki; son yudumumu da alarak kahveyi bilgisayarın yanına bıraktım. Ağzımdan dumanlar çıkıyormuş gibi hissediyordum ve yeni yeni anlamıştım yaptığım aptallığı. Nasıl tüm ağzımın ve boğazımın şişeceğini, dilimin nasıl tat alamayacağını, kim bilir ne kadar süre ağzımda iğrenç ekşi bir tat olacağını ve tüm bir kahveyi o kadar hızlı içmenin aslında hiç de iyi bir fikir olmadığını anlamıştım. Cezalandırmışım gibi sol elimi yumruk yaparak sertçe masaya vurdum. Kahve kupası yere düşüp kırıldı.
Karşımdaki arama motoruna Pazuzu yazdım. Bana bir milyon dört yüz yetmiş bin farklı sonuç bulduğunu; ama benim herhalde 1970’li yıllardaki bir korku filmi karakterinden bahsettiğime inandığını söyledi. Belki de bir bilgisayar oyununda öldürmesi zor bir karakteri arıyordum. Hatta bunu mu demek istemiştim? Pazartesi…
Karşıma çıkan sayfaların arasından işe yarar bir şeyler bulmaya çalıştım. Önceki gece bana söylediği şeyleri hatırlamaya, onunla ilgili bir şeyler aramaya çalıştım. Pazuzu + Rüzgarın Oğlu yazdım, Pazuzu tanrı yazdım. Mezapotamya uygarlıkları ve eski Sümer tanrılarına dair yazılar buldum. Mezapotamya… Babil.. Pazuzu… Televizyonda gördüğüm o haber geldi aklıma. Lahitler. Babil tanrıları. Eski dini inanışlar… Sonunda bir internet sitesinde bir paragraf bile olsa kısa bir bilgiyle karşılaştım:
Pazuzu: Sümer Tanrısı. Rüzgar iblislerinin kralı. Güneydoğu Rüzgarı’nın Tanrısı olarak bilinir. Eski Babil şehrinde sel, fırtına ve kuraklıkların sorumlusu olarak görülürdü. Her ne kadar kötücül ve şeytani bir tanrı olarak tanıtılsa da bazı şehirleri doğal afetlerden koruduğuna da inanılır. Kanatlı ve kartal başlı, bir eli havada, insan formunda tasvir edilmiştir. Adak olarak büyük baş hayvan ve yakılmış tarlaları kabul eder. Eski Sümer halklarının Pazuzu’yu hoş tutmak için en küçük sarışın kız çocuklarını da ona armağan ettiği rivayet edilir.
Ben kızımı kimseye armağan etmedim.
*
Daha ne kadar araştırırsam araştırayım başka bir şey bulamayacağımı farketmem öğleni buldu. Birkaç heykel fotoğrafı ve çizim bulmuştum. Pazuzu’yu gördüğüne inanan Brezilya’lı bir gencin internet sitesine girmiş; ama bahsettiği şey her neyse, benim gördüğüm Pazuzu’dan farklı olduğuna karar vermiştim. Evet, o gün televizyonda bir anda beliren haberle bir ilgisi vardı bu olanların. Yeni bulunan lahitler, bir tapınağın kalıntıları, okuduklarımla örtüşüyordu; ama anlayamadığım çok şey vardı. Gerçekten eski bir tanrının kızımı rehin almış, önceki gece beni yatak odamda yere devirmiş olmasını bir şekilde beynimde işlemeyi başarıp kalan şeylere odaklansam bile benden kendisini bulmamı istemesi, bir şekilde benim ona yardım edebileceğimi düşünmüş olması, her yeni düşünce bir öncekinden daha saçmaydı. Nasıl ağzım yanmış ve dilim tat alma yetisini kaybetmişse, beynim de aynı şekilde yanmış ve mantıklı düşünmekten aciz hale gelmişti.
Bir de acıkmıştım. Midemde kahveden başka bir şey yoktu ve eğer ağzımdan mideme kadar her yerim hissizleşmemiş olsa kusacağımdan emindim. Her ne kadar tadını alamayacak olsam da ağzıma bir şeyler sokmam gerektiğine karar verdim. Üstelik nefes almam, dışarı çıkmam gerekiyordu. Belki bir yürüyüş, biraz yemek ve altı yıl sonra ilk kez sigara içmek iyi gelirdi. Hem içecek olsam ileride belki kanser olurup diye düşünüp, üzülüp bana kızacak, bırakmam için yalvaracak, tavır alacak ve yıllar süren uğraşlarından sonra bırakmamı sağlayacak bir karım yoktu artık.
Aklımı Pazuzu’dan olabildiğince uzak tutmaya çalışarak sokaklar boyu yürüdüm. Ben apartmandan çıkarken bir gözü kapalı, oldukça cılız bir tekir kedi de belli ki yemek bekleyerek peşimde dolanmaya başladı. Sokağın ucunda iyice yanıma sokulmuştu; ama benden umut olmadığını farketmiş olacak ki peşimi bıraktı. Kediyi düşünüp başka hiçbir şeyi düşünmemeye çalışarak yürürken dışarı çıkmamın asıl sebebinin yemek yemek olduğunu farkedip de etrafıma baktığımda dün girmiş olduğum kafeyi gördüm. Fal baktırdığım kafeyi. Hüzün Ana’yı…
Sokağın karşısında, kafenin kapısının önünde aynı döküntü ve göbekli giysileriyle durmuş, eliyle bana gelmemi işaret ediyordu Hüzün Ana. Şaşkınlıkla yanına gittim. Dün baktığı falda çok garip şeyler söylemişti. Belki de onda bazı cevaplar bulabilirdim. Bir an için böyle kalpazanlıklara inandığım için kendime kızıyordum ki yaşadığım şeylerin her türlü batıl inancın ötesinde olduğunu farkettim. Yeter Harun. Burada mantık yok. Mantığını çalıştırmak yok!
“Beni bekliyor muydunuz?” diye sordum yanına geldiğimde.
“Sen beni bekliyordun oğlum” dedi ve içeri girdi. Arkasından ben de takip ettim. İçerideki masalardan birine oturacağımızı sanıyordum; ama doğruca koridordan devam etti, mutfağın yanından geçti ve kafenin arkasında alçak duvarlarla kapalı küçük bir arka bahçeye çıkardı beni. Küçük, yuvarlak, metal bir masa ile üç açılır kapanır sandalye, masanın üstünde de dolu bir küllük vardı. Üzerinde mutfak önlüğü olan sabo terlikli genç bir oğlan sigara içiyordu; ama Hüzün Ana’yı gördüğü gibi sigarasını söndürdü. Hüzün Ana’nın tek bir el hareketiyle başını eğdi ve içeri girdi. Hüzün Ana arkasından seslendi.
“Sandviç bir şeyler yap getir ağabeyine!”
“Gerek yoktu, zahmet etmeseydiniz-“
“Otur şöyle.”
Oturdum. Hüzün Ana da karşıma oturdu. Ceplerinden birinden bir uzun kırmızı Marlboro paketi ile bir kutu Kav Kibrit çıkardı. Paketten bir sigara alıp ağzına götürdü, bir tane de bana uzattı. Bir şey söylemeden aldım sigarayı – muhtemelen reddetseydim de verecekti. Bir kibrit çekip çattı. Önce benim sigaramı, sonra kendininkini yaktı. Hiçbir şey söylemedi. Yavaş yavaş, dakikalarca içti sigarasını, ben de altı yıldır ağzıma koymamış olmanın verdiği amatörlüğü birkaç nefeste atarak ona eşlik ettim. Filtresine kadar içtiği sigarasını dolu küllükte söndürürken sonunda konuştu.
“Niye uzun sigara içerim ben biliyor musun?”
“Hayır.”
“Niye kırmızı Marlboro içiyorum peki? Onu bildin mi?”
“Hayır. Niye?”
“Nedeni yok. Günün birinde bir tane içmiştim. Sonra bir tane daha ondan içtim. Sonra artık o zaman ne zıkkım içiyorduysam bakkalda yoktu, bir tane daha bundan aldım. Sonra kaldı öyle. Bir nedeni yok.”
“İyi.”
“Bir nedeni yok.”
“Tamam.”
“Neden ben diye düşünmeyeceksin oğlum. Bir nedeni yok çünkü.”
Duvarın üzerinde tek gözü kapalı sıska bir tekir kedi bana doğru yürüyordu, birkaç adım kadar yakınıma gelince duvarın diğer tarafına atlayarak gözden kayboldu.
“Başıma gelenlerden haberiniz var yani?”
“Yok! Ama bildim sende bir haller olduğunu.”
Gelen sandviçimi yavaş yavaş, tat almayarak yerken bir bir anlattım Hüzün Ana’ya başımdan geçenleri. İkide bir durup su içmem gerekiyordu; dilim, damağım, gırtlağım, boğazım ayrı ayrı acıyordu yemek yerken. Eşimin ölümü, kızımın ortadan kaybolması, tekrar ortaya çıkışı ve bana Pazuzu adında bir tanrı olduğunu iddia etmesi… Hepsini anlattım. Pazuzu hakkında bir şey bilip bilmediğini sordum.
“Yok. Ben bilmem onu; ama o tarafları bilirim.”
İyiden iyiye sinir oluyordum bu şifreli konuşmalara. Ne zaman bir şeyleri bildiğini, bana cevaplar verebileceğini düşünsem, aslında o konuda hiçbir şey bilmediğine inandırıyordu beni; ama bir yandan bana anlattıklarından çok daha fazlasına hakim olduğunu hissediyordum.
“Ne tarafları?”
“Hasankeyf… Oralar eski topraklar. Anandan babandan, dedenin dedesinden, onun sülalesinden eski. Senin kanında o topraklardan şu kadarcık tane kalmamıştır o kadar eski. Hepsi toprak şimdi.”
“Ne alakası var?”
“Bu iblis önce senin peşine düşmüş, sonra demiş gel beni bul. Belli ki bir isteği bir dileği var da dillendiremiyor. Bunlar eski topraklar, bir dinle söyleyeceklerini.”
“Kızımı geri verecekse her şeyi yaparım.” dedim farkında olmadan yumruklarımı sıkarak.
“Sen akıllı bir adama benziyorsun. Böyle salak konuşma.”
Gözlerimi kaçırdım.
“Buraya bak! Bak iyi dinle. İblisle, şeytanla, cinle anlaşma pazarlık olmaz! Duydun mu oğlum?” Sinirli sinirli bakıyordu gözlerimin içine.
“Siz dediniz ama söyleyeceğini dinle diye.”
“Dinle tabii; ama kulak asma.”
Hiçbir şey anlamamıştım. Hüzün Ana’nın da hiçbir yardımı olmuyordu. Orada öylece durmuş, susmuş bir şekilde bana bakmaya başlamıştı. Bir yandan karşıma çıkan bu yaratığın peşine düşüp, onu bulup, onunla konuşmamı istiyordu, diğer yanda sakın anlaşma yapmamamı söylüyordu. Sonunda sessizliğe dayanamayarak konuştum.
“Başka diyeceğiniz bir şey yoksa ben gideyim artık.”
“Yanında bir paket sigaran olsun. İçtiklerini hep içine dök. Yanık yanına yanaşmaz iblisler.” dedi ve sandalyesinden kalktı. Ben de hemen kalktım, neye teşekkür ettiğimi bilmesem de teşekkür ettim. Gözlerini kapatıp bana sımsıkı sarıldı. Oldukça güçlü sıkıyordu, bir süre sonra nefesimin kesildiğini hissettim. Uzun bir süre beni öyle sıktıktan sonra bıraktı ve gitti. Ben de geldiğim koridordan tekrar içeriye, ardından da kapıya yönelerek kafeden çıktım.
Kafam iyice allak bullak olmuştu. Nasıl takip edecektim Pazuzu’yu? Ne istiyordu benden, neler dönüyordu? Eve doğru yürürken bir yandan yanımda yürümeye başlayan tekir bir kedi farkettim. Cılız ve tek gözü kapalı bir kedi. Bu kafede ve apartmanda gördüğüm aynı kediydi ve solumda hızlı adımlarla yürümeye devam ederken bir yandan sürekli miyavlıyordu.
“Ne? Yemek memek yok bende. Bak!” diyerek avuçlarımı açtım kediden yana.
“Senden yemek isteyen mi var?” dedi kedi kafasını bana çevirerek. Yıllardır sigara içiyormuş ve gırtlak kanseri olmasına saniyeler kalmış gibi tırtıklı bir sesi vardı.
Harika! Şimdi de kediler konuşuyor.
“Sabahtan beri seninle konuşmaya çalışıyorum. Ne yaptıysan artık ciğerini mi yaktın, bir türlü yaklaşamıyorum sana.”
Yanık yanına yaklaşamaz. Bu o muydu?
“Pazuzu?”
“Yok cicim. O benim anne tarafından dördüncü göbekten kuzen.”
“Ama sen bir kedisin…”
“Ne olmuş? Bundan beş bin yıl önce Nil Nehri boyunca herkes bana tapıyordu. Koca koca taşlardan dev kadar heykelimi yaptılar. Sadece bugün bir kediyim. Dün Harmakis derdiler bana. Ebu el-Hôl, Dehşetin Babası dediler, Sfenks dediler. On metreye yirmi metre heykelimi diktiler. Bugün kucaklarına alıp seviyorlar sağolsunlar, yarın belki yine bana kurban vermeye başlarlar.”
“Sfenks? Şu bilmece-“
“Bilmeceler soran, bilemeyenleri yiyen falan filan… Al sana bir bilmece. Kimin adı Harun Koşaner ve kalın kafalı dingilin teki? Cevap: Sen.”
Durdu. Ben de durdum. Baştan aşağı süzerek bana baktı.
“İyi dinle beni tosunum. Pazuzu’dan sana haber getirdim. Diyor ki; beni bulsun.” dedi.
“Emin ol ben de istiyorum onu bulmak. Ama nerede? Daha dün gece evimdeydi. Niye tekrar gelmiyor bana?”
Kedi kafasını sola doğru eğdi.
“Daha akıllı birini bulsaymış keşke. Yazık. Gülüm, dün gece senin evine kim geldi?”
“Pazuzu.”
“Öyle mi? Gözünü seveyim bir anlatıver, nasıl biriydi bu Pazuzu? Çünkü, dört bin yıldır ben dahil kimse görmedi yüzünü – ki aile yemeklerini hiç kaçırmam – ve çok merak ediyorum.” dedi alay ederek. Hatta cümlenin arasında horultulu bir kahkaha atmış bile olabilirdi.
“Kızımın içine girmişti.”
“Hah. Yani sen diyorsun ki: Sfenks, ben aslında Pazuzu’yu görmedim. Kızımı gördüm.”
İtiraz ettim: “Evet ama oydu konuşan.”
“Hah! İşte ağzını bulmuşsun. Şimdi bir de yüzünü bulman gerek. Yanına gitmen lazım ciğerim. Yanına gitmen lazım.” dedi ve arkasını dönerek yürümeye başladı.
“Ama nereye?” diye seslendim arkasından. Bir apartmanın yanından başka bir sokağa girerken yankılanan sesi geldi.
“Onu gömdükleri, onu buldukları yere!”
- Yekta’nın Salı Günü - 15 Haziran 2016
- Bo-A3000 - 15 Haziran 2015
- Olduğu Yerde Duran Şeyler Sanatı - 15 Nisan 2015
- Hubschrauberlandeplatz Patenti - 15 Haziran 2013
- Dev Gibi - 12 Mart 2013
Selamlar;
Güzel bir devam bölümüydü. Kedi ile ilgili kısımlar ve göndermeler özellikle hoşuma gitti. Başlangıçtaki çocukluk anısı da hikayeye ayrı bir samimiyet havası katmış. Bir geçiş bölümü olduğundan ilk bölümün heyecanına ve sürükleyiciliğine sahip değildi maalesef fakat bu tip hikayelerde bu durum kaçınılmaz. Yine de okuyucunun merakını körüklemeyi ve devamını beklemesini sağlamayı halen başarıyor. En azından benim bekleyeceğim kesin.
Kaleminize sağlık…
Çok teşekkür ederim yorumunuz için. İlk bölümdeki heyecan ve sürükleyiciliğin bu kısımda eksik olması benim çok canımı sıkmıştı; ama ilk bölüme göre daha hızlı yazılan bir bölümdü ve eninde sonunda sizin de dediğiniz gibi olayların başı ve sonu arasında bir bağ görevi görüyordu. O yüzden biraz kaçınılmaz gerçekten de. Yine de dönüp bakınca istiyorum ki; keşke kaçınılmazla kapışmaya çalışsaymışım 😀
Umarım son kısım hoşunuza gider ve beklediğinize değer.