Siz ona Zeliha deyin. Beline kadar uzanan dalgalı saçları, okyanusları andıran masmavi gözleri ve ay ışığı renginde teniyle güzel bir kız olup olmadığı hiç önemli değil. Bir sevdiceği var onun. Uzaklarda ancak yüreğinin en derinlerinde. Sevdiceği Zeliha’yı öyle görüyor, bu sebepten gerçekte nasıl göründüğü sizi hiç alakadar etmez.
Garip bir kız bizim bu Zeliha. Pek uyumlu bir tip değil. Üç kez evden kaçmaya çalıştı. Oysa ablaları bunu hiç denememişti. Niye denemedikleri Zeliha’nın yediği Üç dayakta gizli. Ama dayak falan işlemez ona. Gene fırsatını bulsun, gene kaçar. Yusuf’una varacak ya sonunda, denediği her yol mübah onun için.
Halbuki birazcık daha sabretse dönecek Yusuf’u askerden. Sayacak başlık parasını babasının eline, kuracaklar birlikte güzel yuvalarını. Geriye ne küfürler kalacak ne de tokatlar. Sadece sevgi yeşerecek evlerinde. İşte o zaman dinlenebilmek için yuvalarına kanat açacak güvercinler.
Güvercinleri var Zeliha’nın. Ama güvercinlerden önce bahsetmem gereken şeyler var sizlere. Sır tutabilir misiniz? Bakın Zeliha’nın babası duyarsa sonumuz çok fena olur. Bu sırrı kendinizle birlikte mezara götürmeniz lazım. Aslında benim de lazımdı da… Nasıl anlatayım bu öyküyü başka türlü?
Garip bir kız bizim bu Zeliha. Sadece huyundan suyundan bahsetmiyorum, düpedüz garip. Bir şeyler yapabiliyor… Kendisinin de anlamadığı şeyler. İstekleri oluveriyor. Aslında oluveriyor demek biraz yanlış. Diyelim ki başlık parasını ödemesini beklediği bir sevdiceği var. Para büyük, ama Zeliha’nın yüreği ondan da büyük. Babasının bohçasından paraları havalansın da süzüle süzüle Zeliha’nın cebine konsun. Farazi konuşuyorum işte. Olacak iş değil ya.
Veyahut şu ev işleri bizimkinin tadını kaçırsın. Evin en küçük kızı; ablaların ikisi çoluklu çocuklu, biri dokuma yapıyor ve eve para getiriyor. Ağabeyler zaten hizmeti alan tarafta. Eee kim yapacak bütün bunları? Gaipten cinler desem dalga geçtiğimi sanırsınız ancak durum tam da dediğim gibi. Zeliha odaya giriyor; süpürge ayaklanıyor, çamaşırlar yüzmeye başlıyor, ütü sürüşüne başlıyor. Yahu bu kız bunları nasıl yapıyor? İnanın kendisi bile bilmiyor. “Gönlümün tek dileğini gerçekleştirmedi ya Allah, özür mahiyetinde diğer bütün istekleri yerine getiriyor” diyerek anlatıyor güvercinlerine. Sahi güvercinleri anlatacaktım ben asıl.
Üçüncü kaçışından sonra babasının pencerelere sımsıkı demir parmaklıklar takmasının ardından bu f tipi cezaevinde kendi başına delirmenin eşiğine gelen Zeliha, parmaklıklardan dışarıyı izlediği günlerin birinde başka bir istekte daha bulunmaya karar veriyor. Tam o sırada pervazda duran iki güvercini kendisine yoldaş belliyor. “Siz” diyor, “Bundan sonra benden sevdiceğime mektuplar göndereceksiniz”. Bir cevap alamıyor ama güvercinlerden. E güvercin aynı güvercin. Ne yaparsan yap akıllanmıyor ki bu hayvanlar. Bu son cümleyi kimi zaman ağabeyleri için de kurduğunu da bizzat kendim işittim.
Güvercinlerin iki yâr arasında kurduğu güçlü telekomünikasyon, bizim kızın hayata dört elle sarılmasına sebep oluyor. Başlık parasını biriktirmek için havada paraları uçuruyor, pencereden dışarı bakmalarına laf etmesinler diye ağabeylerinin dikkatini eşyaları bozarak dağıtıyor ve görücüler bir süre kabul edilmesin diye yemeklerin tadını artırıp temizlediği odaların hoş kokusunu yayarak babasının moralini yüksek tutuyordu. Son derece ızdırap dolu bu evin yaşanılabilirliği sadece birkaç günde artmıştı. Günler böyle geçip giderken bir gün; güvercinlerin pençesinde mektupla birlikte başka bir şey daha vardı. Bir hediye.
Heyecanlanıverdi genç kız, tutamadı kendini. Evden birileri fark etmesin diye kapının kapanmasını istedi. Fakat kontrol edemedi yeteneklerini çat diye kapandı kapı. İlk defa böyle oluyordu. İçerden uğultular gelmeye başladı. Daha da panik yaptı ve iki oda öteden ablasının eteğini indirdi. Üstelik maaile salonda oturuyorlardı. Bu “aksilik” ev ahalisinde büyük bir gerginliğe sebep oldu, diğer ablalar cık cıklamaya, baba bağırıp çağırmaya, ağabeyler de eteği düşen ablaya el kol hareketleri yapmaya başladı. Oluşan bu kargaşa en çok Zeliha’ya yaradı ve ivedilikle açtı hediyesini.
Elinde işlemeli bir ayna buldu. Yansıması tüm güzelliğiyle geri bakıyordu ona ancak Zeliha’nın görmek istediği yegâne şey sevdiceğiydi. Yine de güldü yüzü, kokladı aynayı belki kokusu sinmiştir Yusuf’un diye. Ardından açtı mektubu, gözleriyle okşadı yakışıklısının kelimelerini. Bitirdikten sonra mektubu tam katlayacaktı ki güvercinlerden biri kafasıyla mektubun arkasını işaret etti. Hemen çevirdi kâğıdı, bir cümle çekti dikkatini. “Ne zaman görmek istersen beni, çevir aynaya gözlerini.” Gözleri doldu Zeliha’nın. Kellesinden öpüverdi güvercinlerini. Dikti gözlerini aynaya, belli belirsiz bir süre izledi aynayı. Güzeller güzeli sureti Yusuf’unkine dönüşmüştü yavaşça. Bunu kendisinin yapıp yapmadığına emin olamadı Zeliha. Ama emin olduğu bir şey vardı, sevgilisiyle bakışıyorlardı.
Herkes mutlu. Zeliha mutlu, Yusuf mutlu, Zeliha’nın çabalarıyla ev halkı mutlu, eğer tahminlerim yanlış değilse güvercinler bile mutlu. Mektuplar geliyor gidiyor, aynalarda tebessümler kol geziyor, sevgi ifadeleri cümleleri aşıp genç aşıkların kalplerine giriyor. Arada ayıp şeyler bile söyleniyor. Halbuki babası öğrense öldürüverir Zeliha’yı ancak insan bu, canı çekiyor. Neyse ki evde bir süredir kimse dayak yemiyor. Hakaretlerin nasıl azalacağını Zeliha bile bilmiyor. Ama güzel haberleri duymaktan da geri kalmıyor. Yusuf’un gelişine üç ay kaldığını öğreniyor. Zeliha sabrediyor. İçindeki yeşeren umutla inanmazsınız ama babasını bile sevmeye başlıyor. İnsanın birazcık rahatladığına nasıl kendisine bile nankör olduğunu fark ediyor. Kısacası hayat, kısa bir hikâyenin kafiyeli yazılmış bir paragrafı gibi akıp gidiyor. Ansızın bir gün, babası karşısına çıkıveriyor. Zeliha kendisine anlam veremeden babasına sarılıyor. Babası eliyle Zeliha’yı itiyor, konuşmaya başlıyor: “Şaşırma Zeliş! Beni iyi dinle. Adam bulduk sana kasabadan. Hali vakti yerinde, başlık parasını da peşin verecek. Haftaya istemeye gelecekler seni. Bi’ hayrın dokunmuyor bundan sonra başkasının derdi olursun.”
Rüzgâr güçlü esiyordu herhalde, evdeki bütün camlar ansızın tuzla buz oldu. Zeliha’nın aynası hariç.
* * *
-Ne oldu öyle be? Az kalsın kanadım kopacaktı.
-Evin her yanında olmuş, bizim kızın işi bu.
-Her şey yolunda değil mi? Niye böyle bir şey yapsın ki?
-Mektuplarda bir şey vardı herhalde. Ne olacak başka?
-Yoksa…
-Yoksa ne?
-Yusuf söyledi mi ona?
-Saçmalama canım, Yusuf’ta o cesaret var mı sence.
-Haklısın ama bu kadar öfkelenmesinin başka ne sebebi olsun ki?
-O evin içinde her şey olabilir, biz takmayalım kafamıza bunları. Kuş kadar aklımızla gagamızı sokmayalım bu işe. Hadi gel, şu ilerde biraz tırtıl avlarız.
* * *
Sizi bilmem ancak ben evimdeki camların sapasağlam durmasını tercih eden bir bireyim. Keza Zeliha’nın babası da öyle bir birey. Hatta arttırıyorum, ev ahalisi de öyle bireycikler. Umarım bir gün onlar da birey olacaklar.
Bu yaşanılan talihsiz ve faili meçhul vaka, bütün evin camlarının yeniden takılması dolayısıyla da görücünün gelme tarihinin bir müddet ertelenmesi anlamına geliyordu. Zeliha için bu erteleme, Yusuf’uyla iletişime geçip, neler yapabileceklerini konuşabilecekleri bir süreyi temsil ediyordu. O da fırsattan istifade olanı biteni mektubuna yazdı. Güvercinlerini uçurdu. Bu nahoş cümleleri Yusuf’una takdim etti. Cevap mektubunu beklerken sabrının sınırlarında ufak bir gezintiye çıktı. Aradan birkaç asır ya da birkaç gün geçti. Böylesi durumlarda ikisinin arasındaki farkı kimse ayırt edemezdi. Güvercinler soğuk havaya aldanmadan mektubu getirdi. Zeliha penceresine, güvercinlerin yanına tünedi. Kendine özel bir vakit ayırmak için sobayı tıkadı, tabakları düşürdü, ablasının örgü ipliğini bile karıştırdı. En sonunda kurdu aynasını, açtı mektubunu.
Aynanın karşısında Yusuf son derece üzgün durmaktaydı. Dayanamazdı Yusuf’un yüzünün böylesine asık olmasına. Zeliha’nın ağlayası geldi, güçlü durmalıydı. Gözyaşlarını gözleriyle tutamayacağını anlayınca Yusuf fark etmesin diye parçalarına ayırdı. Mektupta Yusuf’un gelmesine bir ay kaldığı yazıyordu. Eğer bir ay daha bir şekilde görücüyü uzak tutabilirse, gelip babasından Zeliha’yı alacağı yazıyordu. Zeliha okurken gözyaşları öylesine güçlü çıkmaya başladı ki artık onları parçalayamaz hale geldi. El salladı Yusuf’una. O iş bende demesi gerekiyordu, nasıl yapacağını bilemedi. Sağ eliyle güçlü bir “Tamamdır” hareketi yaptı ve güven veren bakışlarını dimdik omuzlarıyla destekledi. Ayna kapandıktan sonra düştü omuzları, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yusuf yanında olsaydı her şey daha kolay olurdu.
Kırılan camların temizlenmesi, yerine yenilerinin takılması yaklaşık iki hafta kadar sürmüştü. Zeliha’nın sadece bir ay daha direnmesi gerektiydi. Sadece görücüye de değil, ağabeylerine de. Koca koca adamlar camları evin kadınlarına toplatıyorlardı. Bir şeyi gözden kaçırırlarsa bağırıyor, azarlıyor hatta keyifleri o an yerinde değilse vuruyorlardı. Zeliha da gizliden gizliye bütün camları ağabeylerine batırıyordu. Anlayacağınız süreç oldukça zorlu geçiyordu. Ne var ki evin hanımlarının bunca çabalarına rağmen babasının aslan evlatları yine ağabeyleri oluyordu. İki ablası da el kadar bebeleri kucağında cam toplamalarına rağmen kendilerinden küçük erkek kardeşlerine seslerini çıkaramıyorlardı. En büyük ablası erkeklere pek bir hayrandı. Onların sözünden çıkmayı kadınlığa pek yakıştırmazdı. Herkesin sesini en baştan zaten en büyük abla keserdi. Ortanca ablası açık sözlü biriydi, konuşur konuşur ancak bugüne kadar bir kere bile tavrını ortaya somut bir şekilde koyamamıştı. En küçük ablası ise… Pek fazla konuşmazdı o. Başına gelen her şeyi kabullenmiş, mutsuzluğu hayatına şiar edinmiş, kaderin yazgısında kafasını sağa sola çevirmeden yürümeye ant içmiş birisiydi. Zeliha ablalarına baktıkça olmaktan korktuğu insanı görüyordu. Adeta kendi geleceğinden kaçarmışçasına penceresine koştu. Güvercinlerini okşadı, aynasını ve mektubunu hazır etti. Haberler kötüydü. Yusuf’un elindeki paranın miktarı başlık parasından bir hayli eksikti. Askerlik bittikten sonra oralarda çalışması gerektiğinden bahsediyordu. Zeliha ağlayamadı bile. Acilen bir şey yapması gerekiyordu. Hem bir yandan para toparlaması hem de görücüyü engellemesi…
Bir plan yaptı o gece. İki hafta boyunca evden para bulacaktı. Zamanı uzatma amaçlı da görücü gününe özel bir şeyler düşünmüştü. Yazdı mektubuna, yolladı güvercinleri. Gitti en küçük ablasının yanına, dokumada yardımcı olmaya başladı. Ablasının dünya umurunda olmadığı için Zeliha’nın dokunmadan birkaç örgüyü aynı anda yapması fark edilmedi bile. Oradan bir gelir kapısı sağlamıştı şimdiden. Hiç istemese de ağabeyleriyle konuştu. Bir şeyler hazırlasa pazarda satabilirlerdi. Paranın çoğunun ağabeylerde kalması şartıyla tabii. “Problem değil”, dedi içinden. “Nasıl olsa hepsi bana geri dönecek.”
Dokumadan ve ağabeylerinden gelen paralarla iki haftada ne kadar kazanılırsa o kadar kazandı Zeliha. Ama bu para başlık parası için yeterli miydi? Tabii ki de hayır. Vakit kazanması gerekiyordu Zeliha’nın. Hem Yusuf’un gelişine de daha vardı. Ama üç gün sonra gelecekti görücü. Zeliha’nın planını işleme sokma zamanı gelmişti. Basit ama etkili bir plandı. Bilindiği üzere kalabalık ailelerde akşam yemekleri yenir. Hatta bu gelenek çekirdek ailelerde bile vardır. Ve anlamsız bir şekilde bu yemekler hep evin kadınları tarafından hazırlanır, evin erkekleri tarafından tüketilir. Saçmalıktır ancak güneşin doğması, suyun yüz derecede kaynaması veya bulaşıkların da aynı görev dağılımıyla temizlenmesi kadar gerçek bir kuraldır bu. Zeliha da hep bu kurallara sinir olmuştur. Elinden gelse sabahları güneşi doğurmaz, suyu on beş derecede kaynatır; ya da kim bilir, belki de etle süt ürünlerini bozar, sebzeleri çürütür. Tahmin edin bakalım Zeliha bunlardan hangisini yapmıştır?
Sonraki bir hafta evdekilerin halini görmeniz gerek. Kızlarının yüzüne bakmayan babalarının nasıl şimdi yardıma muhtaç olduğunu. Kendilerini döverken erkekliğinden gram ödün vermeyen ağabeylerinin nasıl da çocuk gibi kaldığını bir bilseniz niçin bu kadar keyiflendiğimi siz de anlardınız. Zeliha da oldukça keyiflenmişti tabi. Ancak aksaklıklar hiç bitmek bilmez. Hayatın acı bir yönü vardı Zeliha’ya göre. Güzel olan her şeyin bir sonu olmasına rağmen hayatta çıkan sorunların ucu bucağının görünmemesi. Yusuf bütün parasını çaldırmıştı. Koca şehir tabii, yutuverir köyün bıçkın delikanlısını. Zeliha’nın biraz daha dayanması gerekti. Görücünün gelmesi bir ay sonraya ertelenmişti. Zeliha elindeki parayı güvercinleriyle Yusuf’una gönderdi.
Uçuverdi güvercinler. Zeliha penceresinde onların gidişini izledi. Ağlamaklı gözlerle neler yapabileceğini düşündü. Vazgeçmeyecekti. Yusuf’u bir gün ona dönecekti. O dönene kadar Zeliha asla yıkılmayacaktı. Gerekirse zamanı büküp, güneşi dahi söndürürdü. Çünkü Yusuf’un dönmesi, dünyanın dönmesinden daha kıymetliydi artık. O an bakabilseydiniz Zeliha’nın gözlerine, o uçsuz bucaksız okyanusun arasında bir damla bile korkuya rastlayamazdınız.
* * *
-Zavallı kız, ona söylesek mi acaba?
-Saçmalama, nasıl söyleyeceğiz? Kuşuz biz, salak!
-Ne bileyim bir şekilde anlayamaz mı bizim ne dediğimizi? İstediği yere götürüp istediği yerden getiriyor ya.
-Demek ki bizden sadece bu kadarını bekliyor.
-Yusuf’tan da dönmesini bekliyor ama belli ki dönmeyecek.
-Orası hiç belli olmaz canım.
-Kendini kandırmaya devam et. Mektupları götürüp getirerek sadece kıza zarar veriyoruz.
-Sanki senin bir söz hakkın var bu konuda. Kes konuşmayı da hızlı götürelim şu mektubu. Biraz daha oyalanırsak, pençelerim donacak!
* * *
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar haftaları ve en nihayetinde haftalar da günleri kovalıyordu. Zaman geçmek bilmiyordu. Zeliha muhtelif yollarla para kazanıyor, kazandığı paraları Yusuf’a yolluyor, aile fertlerinin ağız kokusunu çekiyor, üzerine görücüyü nasıl evden uzak tutabileceğine dair planlar yapıyordu. Herif Zeliha’nın hayatına resmen tebelleş olmuştu. Ablaları anlatıp duruyordu. Şöyle zenginmiş, böyle parası varmış. Bir tanesi bile adamın iyi birisi olup olmadığını, kibar mı kaba mı olduğunu, elinden iş gelip gelmediğini ve en önemlisi Zeliha’nın adama ilgi duyup duymadığını konuşmuyordu. Halbuki Yusuf’u öyle miydi? O hep güzel sözler söyler, Zeliha’sının gönlünü hoş tutardı. Tam da bu yüzden Zeliha elinden geleni ardına koymamalıydı.
Bir gece güvercinlerini uçurduktan sonra düşünmeye başladı. Neler yapabilirdi? Adamı mı öldürseydi acaba? “Saçmalama” dedi kendi kendine. Bir tur da adamı hasta edebilirdi. Ama adamın evi çok uzaktaydı. Sahi bu adamın evi neredeydi? Daha hayatında görmediği bir eve gelin gönderilmeye çalışıyordu. “Hayatın ironisi…”, dedi kendi kendine. İroninin anlamını bilmiyordu ancak kelimeyi geçen gün radyoda duymuştu ve çok hoşuna gitmişti. Ne tesadüftür ki doğru yerde kullanmıştı. Hayatın ironisi işte.
Madem bilmediği bir eve etkide bulunamazdı. Çoktan bildiği bir eve dokunacaktı. Daha önce yaptıklarını düşündü. İstemeden camları patlatmış, isteyerek herkesin midesini bozmuştu. Tesisatı bozmak geldi aklına. Milletin pisliğini yine kendisi temizleyecekti ancak gözünü karartmıştı bir kere. Bunun dönüşü yoktu. Odaklandı evin tesisat borularına. Biraz fazla odaklanmış olacaktı ki borular yüksek bir sesle patladı. Herkes uyandı. Hanımlar korktu, kül yutmaz erkekler… Onlar da korktu. “Gücünüz ancak bize yetiyor sizin de”, diye düşündü Zeliha. Küçük ağabeyi boruları kontrol etmeye gitti. O an Zeliha’nın aklına çılgın bir fikir geldi. Patlatıverdi boruyu ağabeyinin üzerine. Ağabeyi pislik içinde kalmıştı. Ablalarıyla birlikte kahkahaya boğuldu. Küçük ablası bile gülmüştü ki en son güldüğü seneler önce görülmüştü. En çok dayağı o yedi ama. Bir kerecik gülmesi bile fazla görülmüştü ona.
Yenilen dayakların Zeliha’yı durdurmadığını sanırım hepimiz çok iyi biliyoruz. Zeliha yüzünde morluklarla çıktı aynanın karşısına, anlattı Yusuf’a olanları. Yusuf, Zeliha kadar gülemedi. Kimse sevgilisinin yüzünü öyle görmek istemez. Sonraki mektuplaşmada Yusuf, geri döndüğünde Zeliha’nın ağabeylerine neler yapacağından bahsediyordu. Ama bana sorarsanız Yusuf’un bu söylemlerinin bir önemi yoktu. Yusuf’un gelişi yine ertelenmişti. Çalıştığı işten çıkartılmıştı. Yediği onca dayak Zeliha’nın canını bu kadar acıtmıyordu. Acısına rağmen sildi gözyaşlarını. Tesisatın düzeltilmesinden sonrasını düşünmesi gerekiyordu.
Evde yaşanılmış bu paranormal aktivitelerden sonra Baba’nın aklına bu sorunların sebebine bilimsel bir metotla açıklama fikri gelmişti. Ev cinlenmiş olmalıydı. Küçük oğlu dini bütün bir çocuktu. Konuştuğu bir hocası vardı, ondan yardım istediler. Adam geldi eve, uzman bir doktor edasıyla hemencecik tanıyı koydu. “Ocak Cini bu”, dedi. Önlem alınmazsa ocakları söndürürmüş. Ardından eline bir sürahi su aldı ve bir şeyler okumaya başladı. Okuduğunu suya üflüyor, sudan avucuna biraz döküp evin çeşitli yerlerine çırpıyordu. Suyla yaptığı ritüelini bitirdikten sonra yanında getirdiği birkaç çalı çırpıyı ocağın üzerinde yaktı ve evin içerisinde dolaştırmaya başladı. “Yanında her zaman Ocak Cini’ne özel bitkiler mi taşıyor yoksa bu otlar her cine mi işe yarıyor?”, diye sordu Zeliha alayla. En büyük ablasından hızlı bir “Sus kız!” uyarısı geldi. Konuşmalarını fark eden hoca Zeliha’ya yaklaştı. “Bu kızda cinler var!”, diye bağırdı evin ortasında. Ne hikmetse kimse hoca kadar şaşırmadı bu duruma. Sanki her biri içten içe Zeliha’da bir şeyler olduğunu biliyor gibiydi.
Hoca vakit kaybetmeden Zeliha ile odada baş başa kalmak istedi. Cini ancak böyle çıkartabileceğini söyledi. Burada yaşanılan şeyleri sizlere anlatmak istemiyorum. Ama korkmayın. Aradan geçen on beş dakikanın sonunda odanın içerisindeki eşyalar kendiliğinden havadaydı, kapı kitlenmişti ve Zeliha elinde bir bıçakla Hoca’ya doğru bakmaktaydı. “Bir daha o pis ellerini bana sürmeye çalışırsan, hayatın boyunca sana musallat olurum. Sen yanlış anladın Hoca Efendi, benim cinlerim yok; ben cinin ta kendisiyim!” Hoca gördüklerini kimseye anlatmayacağına yeminler ederek çıktı odadan. Her şeyin iyi olduğunu, cin çıkarma işleminin başarıyla gerçekleştiğini ve bir insanı istemediği durumlara zorlamanın böyle cinlenmelere yol açabileceğini söyledi ev ahalisine. Ev ahalisine bazı şeyleri düşünmek, bize de kıvrak zekasından ötürü Zeliha’yı takdir etmek düştü sonra.
Zeliha, aynanın karşısındaki sevgilisine son yaşanılanları mektubunda güle güle okuttu. Neşeleri yerine gelmişti, kısa bir süreliğine. Yusuf yine gelişini ertelemişti. Bu sefer ki sebep de bir yürüyüş sırasında Yusuf’un polis tarafından göz altına alınmasıydı. Radyoda duyuyordu Zeliha ülkede yürüyüşler olduğunu ancak hiç Yusuf’unun bunlara katılacağını düşünmemişti. Hayattaki tek dertleri ve gayeleri birbirleri olmalıydı, nereden çıkmıştı şimdi bu yürüyüş? Hayat Zeliha’nın heveslerini kursağına dizmeye devam ediyordu. Güvercinleri bile eskiye oranla daha mahsun bakıyordu. Zar zor bir mektup yazdı, vazgeçmemişti ancak gücünü toplamak eskiye oranla daha güçtü. Bir kez daha tekrarlanmamasını umarak sildi gözyaşlarını.
Hoca’nın sözlerinden sonra ev halkının Zeliha’ya karşı davranışlarında değişiklikler oldu. Artık daha az ev işi yaptırıyorlar, daha az kötü davranıyorlar ve evlenip isteyip istemediği konusunda ablalar üzerinden Zeliha’nın ağzını arıyorlardı. Zeliha da pek oralı olmadığını belli ederek Yusuf’u için para biriktirmeye devam ediyordu. Ne var ki Yusuf’un gelişi çeşitli sebeplerle erteleniyor, güvercinlerin getirdiği mektuplar artık Zeliha’nın yüzünde güneşler açtırmıyordu. Yine de sahip olduğu aşk o kadar büyüktü ki ruh haline ‘parçalı bulutlu’ diyebilirdik. Bu süreçte kod adı “Tebelleş” olan görücü, sürekli babaya haberler yolluyordu. Baba istemeden de olsa Tebelleş’in tekliflerini reddediyor, kaybettiği başlık parasını geri kazanabilmek için en küçük ablaya görücü bakınıyordu. Babanın bu hareketleri Zeliha tarafından şu anda telaffuz edemeyeceğim bir meslek ile itham ediliyordu.
Hayatın en tatlı şakası, sizlere işlerin bir dönem iyiye gittiğine inandırmasıdır. Bu dinginlik de bizim deli kıza sorunların rayına girdiğine ve tünelin ucunun yakın olduğuna inandırmıştı. Ta ki bir gün eve bir haber gelene kadar. Tebelleş bizzat babayla görüşmek istiyordu. Böyle uzaktan haberleşmeleri artık yetersiz buluyor, babayı yüz yüze ikna edebileceğini düşünüyordu. Görüşme köyün kahvesinde herkesin önünde olacaktı. Tebelleş’in böyle bir forsu vardı işte, işlerini herkesin gözünün önünde yapabiliyordu. Zeliha’yı işlerinden biri olarak görmesiyse can sıkan ufak bir detaydı sadece.
Kara haberler, güvercinler aracılığıyla muhatabına iletildikten sonra cevap mektubunda Zeliha’nın bu durumu engellemesi için bir şeyler yapması isteniyordu. Zaten Yusuf hep istiyordu, hiç yapmıyordu. Herhangi bir dönme belirtisi göstermemesine rağmen Zeliha’nın görücüyü bilmem kaçıncı kez engellemesi bekleniyordu. Aşk çok yorucuydu, tek başına yaşandığı müddetçe. Ama Zeliha şanslıydı, aşkı çift olarak yaşıyorlardı. Hem orada yakışıklısı da mücadele veriyordu. Fırsatını bulduğunda köye geri dönecekti. Değil mi?
Vakit plan yapma vaktiydi. Düşündükçe düşündü. Bu insanlar buluşacaktı değil mi? Tebelleş kasabada oturuyordu. Oradan buraya arabayla gelecekti. Eğer arabası olmasaydı? Arabasını bozmalıydı. Ama böyle kaza yapacak şekilde değil, araba hiç kalkmayacak şekilde. Babasının arabasını bozmak işe yaramazdı, yürüyerek giderdi. Tebelleş’in arabasını da bilmiyordu, tıpkı evi gibi. Hem bir arabayı bozmak o taraf için de işe yaramazdı. Başka bir araba elbet bulunurdu. Aklına çılgınca bir fikir geldi. Kapattı gözlerini. Odaklandı. Yapabilir miydi emin değildi ama denemekten zarar geldiğini ben hiç görmedim, o da görmemişti. Kendi arabalarını düşündü. Motor vardı bir tane, arabayı o çalıştırıyordu. Herhalde dedi, bütün arabalarda vardır o motor. Çevreyi düşündü. Bütün ilçeyi düşündü. Çok büyük bir alanı hedef almıştı. Motorları bozmaya çalıştı, nasıl bir şey olduklarını bilebilseydi daha kolay olurdu. Bir şeyler olduğunu hissedemedi, kendini daha da zorladı. Zorladıkça nabzı hızlanıyordu. Pes etmedi. Burnu kanamaya başladı. Devam etti. Sonrasında ne olduğunu kendisi de hatırlamıyor. Çünkü ilçedeki bütün arabaların motorunu bozmaya çalışırken bayılmıştı.
Ben size ne olduğunu söyleyeyim. Hiçbir motor bozulmadı. Daha doğrusu bizim kız biraz daha dirayetli olsaydı bozulacaktı. Tüm araçlarda kronik bir hasar bırakabildi sadece. Kahvehanedeki o buluşma gerçekleşti. Tebelleş babasına başlık parası olarak öncekinin üç katını teklif etti. Baba: “Cinlenirse bile artık bizim problemimiz olmaz artık”, diyerek anlaşmayı kabul etti. Zeliha’nın çabaları buluşmayı engelleyemedi. Ancak arabaların motorlarında oluşan kronik hasar koca bir ilçede yaşandığı için yörenin gençleri araba motorlarıyla uğraşmaya başladı. Gitgide uzmanlaşan gençlerin büyük bir çoğunluğu motor ustası oldu. Bu işi büyüttüler ve kendi motorlarını üretmeye başladılar. Elli sene sonra ilçe ülkenin en büyük otomobil fabrikası merkezine dönüştü. Belki bu sürecin hikayesini bir başka zaman anlatırız. Ama bu öykünün içerisinde tüm bu olanların hiçbir önemi yoktu.
Çünkü Yusuf artık geri dönüyordu! Tam bir ay sonra gerçekten de dönecekti. Aynadan birbirlerini izlerken gözlerini görmeniz lazımdı sonunda oluyordu. Parayı sonunda toparlayabilmişlerdi. Ay heyecandan ben bile düzgün yazamaz oldum. Son bir kez daha görücüyü engellemeleri gerekiyordu. Üç gün sonra gelecekti görücü. En az bir ay daha erteleyebilmek için ne yapabilirlerdi? Heyecandan güvercinlere bile sordu Zeliha. Bir cevap gelmedi, güvercinden ne cevap bekliyorsa artık. Sevgi dolu sözcüklerini mektubuna dizdikten sonra mutluluktan güvercinleri öperek hedeflerine yolladı. Aklına bir fikir gelmişti. Bu sefer bilmediği görmediği nesnelerle işi olmayacaktı. Eğer birinin yolculuk yapmasını istemiyorsanız, bineğiyle uğraşmak yerine gideceği yolu ortadan kaldırarak soruna kökten bir çözüm bulabilirsiniz.
Kartpostalları sever misiniz? Zeliha çok severdi. Özellikle kış vakti o karlı kartpostallara bayılırdı. Doğduğundan beri dünyası şu yaşadığı köy, hatta o köyün çok küçük bir kısmından ibaretti. Kartpostallar sayesinde bambaşka yerlerin olabileceğini en azından hayal edebiliyordu. O karlar, adım atamayacak kadar yükselmiş olanlar… Kapıları kapatan bembeyaz örtüler… Ne güzel ne bir araba geçiyor üzerlerinden ne de insan. Zeliha’nın fikrini artık anlamış olduğunuzu düşünüyorum. Tek ihtiyacımız olan şey, biraz bulutlu bir hava durumu. E eylül ayında bundan fazla ne var? Odaklan Zeliha odaklan. Bulutlara odaklan. Sonuçta kar dediğimiz şey, soğuk su. Çeviremez miyiz? Rüzgâr insanı üşütür. Eğer rüzgâr estirirsen bulutlar üşür. Dağlar soğuk oluyor, yukarısı soğuk. Eğer bulutları biraz yükseltebilirsek bulutlar üşür. Ve eğer bulutları üşütürsek bize ne armağan eder? Kar! Evet kar! Cin gibi kız bizim bu Zeliha. Ah bir de düzgün bir eğitim görse neler olur neler. Gerçi şu an köyün üzerine kar yağıyor, iklim değişiyor. Demek eğitimi olsa dünyayı yörüngesinden çıkartacak.
Tam da daha önce bahsettiği gibi Yusuf’u uğruna güneşi söndüren Zeliha, zaferini bir aylık sürecek bir kıtlıkla kutluyordu. Köydeki herkes giriş çıkışlar kapandığı için büyük bir felaket yaşıyordu, ekinler talan olmuştu. Ama Zeliha’nın umurunda değildi. Aşkla doyuyor, aşkla ısınıyor, aşkla seyahat ediyordu. Günleri sevdiğiyle görüşerek geçiriyordu. Güvercinler başlık parasını taşımayı üç gün önce bırakmıştı, artık eskisi gibi saf aşk taşıyorlardı. Zeliha bu mutluluğuyla evi de çekip çeviriyordu ve evlerini tipiden etkilenmeyen tek hane yapmıştı. Herkes gülüyordu, güvercinler bile. Sonra bir gün bir mektup geldi.
O mektup bir garip gelmişti zaten daha en başından. Güvercinlerin pek pervaza konası yoktu. Zeliha zorla yanına çekti onları. Pençelerinden zorla aldı mektubu. Mektup bir süre açılmadı. Bir şeylerin yanlış olduğu çok belliydi. Daha önce bir hataya emin adımlarla yürümüş olanlar bilirler, daha da agresif ilerler insan. Zeliha’da o agresiflikle açtı mektubu. Ne zaman mektubunu açsa aynada Yusuf’unun yüzünü görürdü. Bugün görmemişti. Bir şeylerin ters gittiğini dünya daha ne kadar belli edebilirdi Zeliha. Kendine gel artık. Okuma o mektubu!
Ama dinlemedi beni, okudu kısacık mektubu. İçerisinde bunun son mektup olduğu yazıyordu. Yusuf, askerliği bittikten sonra bir kadınla tanışmıştı. Âşık olmuştu ve onunla evlenecekti. Şehirde kendi işini kurabilmesi için Zeliha’dan para almaya devam etmişti ve artık kendi işini kurduğu için artık gerçekleri açıklayabilirdi. Zeliha gözlerine inanamıyordu. İnanmamaya da devam etti. Kahkahalar atmaya başladı. Tutamıyordu kendini. Gittikçe sesi daha da arttı. Ev halkını uyandırmıştı. Herkes şimdi yanına gelecekti. Engellemek umurunda değildi. Güvercinlere nefretle baktı. Eline geçirdiği vazoyu onlara doğru attı. Vazo korumalıkta parçalandı. Güvercinler korkup kaçtılar. Evdekiler odasına girdi. Zeliha hala kahkaha atıyordu. Ağabeyi tuttu delirmiş kızı kollarından. “Zeliş kendine gel!” diye bağırıyordu. Baktı olacak gibi değil, tokat atmaya başladı. İlk defa kardeşine tokat atarken kişisel bir tatminden ziyade korku hissediyordu. Zeliha’yı kurtarma çalışmasına bütün aile katıldı. Yaklaşık iki saatin sonunda Zeliha kendine geldi.
On gün hiç konuşmadı. Evdekiler delirdi sandılar. Evin işleri büyük bir ölçüde aksamıştı. Bu tek kişinin eksikliğiyle açıklanabilecek bir aksama değildi. Zeliha’nın kıymetini ancak onun eksikliğinde anlamışlardı. Bu ilk defa başlarına gelmiyordu, sonuncusu da olmayacaktı.
On birinci gün, mucizevi bir şekilde tipi durdu, bulutlar gitti. Bulutsuz güneşli bir gökyüzünde karların erimesi de hızlı olacaktı elbette. Zeliha yatağından kalktı. Babasının yanına gitti. “Ne zaman gelecekse gelsin beni istemeye şu herif.”, dedi sadece. Sakince yatağına döndü. Hayat o tatlı şakasını yapmıştı yine. İşlerin bir dönem iyiye gittiğini Zeliha’ya inandırmıştı.
* * *
-Biz ne yaptık, neden bize atıyor ki vazoyu?
-İnsanları çoğu zaman anlayamıyorum. Rastgele saldırmak öfke duyduğun şeye zarar vermez ki.
-Sence sadece o mu bunların gariplikleri? Oğlan niye yalan söyledi o zaman?
-Onu anlayamadın mı gerçekten?
-Hayır.
-İdam edileceğini söylese kızı bir daha kimse hayata döndüremezdi. Böylesi daha iyi oldu.
-Tamam da bu aşkın nefrete dönüşmesi çok acımasız geliyor bana.
-Biz anlamayız bu karışık işlerden. Kuş kadar aklımızla anlamaya da çalışmayalım. Hadi gel, şu ilerde belki hala güzel tırtıllar vardır.
* * *
Zeliha için günün en keyifli vakti, çocuklarını okula gönderdikten sonraki ilk bir saatiydi. Onları canından çok seviyordu ancak insanın bazen kafasını dinleyebileceği boş bir zamanı olmalıydı canım. Ancak bazen çok mu nankörce davranıyordu bilmiyordu. On beş senedir ne bir hakaret işitmiş ne de tek bir fiske tokat yemişti. Gene de ev halkından uzak kalmak onun için eski bir alışkanlıktı. Temizliğe ve yemek yapmaya geçmeden önce biraz balkona çıkıp hava almayı severdi. Balkonu ona özgürlüğü hissettiriyordu. Gerçi hayat eskisi gibi değildi, istediği gibi çıkıp çarşı pazar gezebilir veya komşularını ziyarete gidebilirdi. Eşiyle birlikte pek çok yer de gezip görmüştü. Çok güzel yerlerdi hepsi. Küçükken sahip olduğu kartpostalların yerini tutmazdı ama güzeldi işte.
Çıktı balkona biraz hava almak için. Ayın on ikisiydi bugün. Mevsimine göre oldukça güneşli bir hava vardı. Dokuma tezgahına oturdu. Artık halı dokuyup satmasına gerek yoktu, yeteri kadar paraları vardı. Ama en küçük ablasını hatırlamak istiyordu. On yıl önce atmıştı kendini ablası. Herkes üzülmüştü “Kim bilir ne derdi var” demişti ablası için. Ağzı var dili yok kızın ne derdi olacaktı değil mi? Kimse de demedi o ev öldürdü onu diye. Babasının bu resmiyete geçmeyen ikinci cinayetiydi bu. Önce annesi, sonra en küçük ablası…
Bitiresi olmuştu kilimi. Dokuma yaparken hep düşüncelere dalıp giderdi. Dokuması bitince de gerçek dünyaya geri dönerdi. Ama bu sefer kuş sesleri getirmişti aklını başına. Kafayı kaldırıp baktığında iki tane güvercin gördü. Bu güvercinler bir yerden tanıdık geliyordu. “Onlar olamaz”, diye düşündü. Ama güvercinler yürüyerek ona yaklaştı. Güvercinleri en son on beş sene önce bugün görmüş olduğunu fark etti. O günden beri ne yeteneklerini kullanmıştı ne de bir şeylere karşı çıkmıştı. İşler yolunda gitmişti ama Zeliha… Mutsuzdu diyemem. Mutluydu aslında. İyi bir eş, dünya tatlısı çocuklar… Sadece, Zeliha artık Zeliha değildi. Evdekilerin ona seslendiği gibi “Zeliş” olarak yaşamıştı hayatını. Güvercinlerine sarıldı. Güvercinleri de ona sarıldı. Odasındaki gizli sandığı kendi kendine açıldı. Seneler öncesinden kalma işlemeli bir el aynası süzülerek balkona, Zeliha’nın yanına geldi. Zeliha aynaya bakmaya cesaret edemedi. Ama tanıdık bir agresiflikle çevirdi gözlerini baktı aynaya. Kısa kıvırcık saçları ve masmavi gözleriyle Zeliş’i gördü aynada. Sadece Zeliş’i gördü, başka hiçbir şey göremedi.
- Penceremde Güvercinlerim - 1 Kasım 2025
- Faşizma - 1 Ağustos 2025
- Ağlayan Maskeleriniz Nerede Acaba? - 1 Mayıs 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.