Sert plastik kutunun kilitlerini son bir kez daha açtım. İçinde uyuyan gladius’u sakin ama dikkatlice dışarı çıkardım. Zamanı geldiğinde uyanacak vahşi bir hayvandı bu 75 cm’lik soğuk kılıç. Tıpkı benim gibi.
İki yanı keskin kılıcın üstündeki “Çin Birleşik Devletleri’nde Yapılmıştır” yazısı aynı zamanda yeni dünyanın da bir logosu gibiydi. 400 yıl önceki armageddon savaşında batı bloğunun kullandığı kimyasal silahlar yüzünden Çin nüfusu neredeyse tamamen yok edilmiş, tüm ülke müttefiklerin kurduğu fabrikalarla kaplanmıştı. 10 milyon kilometrekarelik kara parçası şimdi dünyanın tüm üretiminin yapıldığı dev bir sanayi bölgesiydi. 1 mm kalınlığındaki yeni teknoloji vücut zırhımı kazağımın altına giydim, kılıcımı sırtımdaki kevlar kılıfına soktum. Şimdi her gün gördüğünüz insanlardan bir farkım yoktu, sırtımdaki kılıç dışında.
Odanın kapısını açmam, koridordaki asansöre yürümem ve çağrı düğmesine basışım. Hepsi de bilinçsiz bir güdüyle, aylardır tekrarlanan duygusuz bir rutindi. Asansör 9. Kata inerken küçüklüğümden beri her heyecanlandığımda çektiğim sinirsel karın ağrısı başladı. 9.kat kapısı açıldığında bedenim olduğu yerde kalakalmış, zihnim her şeyin başladığı zamana geri gitmişti.
7 ay önce
M.S. 3483 yılında yaşadığımız yeni dünya düzeni sofistike bir sistem gibi görünebilirdi ancak gerçekte Huxley’nin cesur yeni dünyasının distopik bir versiyonundan ibaretti. Hibrit özel kuvvetlerde asker olarak Rusya Cumhuriyeti ve Afrika Federasyonundaki savaşlara katılmıştım. Ordu sonrası bir nakliye firmasında şoförlük tek bulabildiğim işti, karımla beraber çok zor geçiniyorduk. Çok sevdiğim eşimi oğlumuzu doğururken kaybetmek trajedimin sadece başlangıcıydı.
4 yıl sonra bir tür sepsis yüzünden oğlumun organları iflas etmeye başladı. İhtiyacı olan kalbi bankadan çok ağır şartlarla aldım. Bu kalbin parasını çok zor ödeyebilecekken kısa süre sonra oğlumun böbrekleri de iflas etti. Bankadan böbrek alabilmemin tek yolu kendi organlarımı teminat göstermek ve sözleşme imzalamaktı. Oğlumu 3 ay sonra krematoryuma kendi ellerimle verdim. Yas tutmama bile izin vermediler, aynı günün akşamı organların ücretini asla ödeyemeyeceğimi bilen banka görevlileri ve polis beni alıp, Getto’ya götürdüler.
Getto, şehir dışında duvarlarla çevrilmiş bir tür izolasyon bölgesiydi. Suçlular, işe yaramayanlar ya da istenmeyenler buraya yollanırdı ki toplumun “saflığı” bozulmasın. Getto, Dante’nin cehenneminin vücut bulmuş haliydi. Bir kısmı yerin altında kalan 9 katlı bir kompleksti. Çapı 20 kilometreyi bulan, alt katlara inildikçe daha tehlikeli suçluların tutulduğu bir yarı açık cezaevi gibiydi. Aynı zamanda toplumun organ ihtiyaçlarını karşılayan bir depoydu.
Binlerce polisin görev yaptığı, her milimi kameralarla izlenen yeni yuvamda beni en üst kata 4 metrekarelik yüksek tavanlı, gri, havasız odama yerleştirdiler. Aslına bakarsanız bütün bunlar bir şey ifade etmiyordu bana, tüm hislerim donuk, zihnim bomboştu.
Ertesi sabah odama elinde evraklarla bir lanista geldi.
Alp bey günaydın. Banka borcunuz olan organları sizden geri alacak, bu durumda hayatta kalamayacağınız için kullanılabilir durumdaki diğer organlarınız da bankanın malı olacak. Ama ben sizin askeri geçmişinizi fark ettim ve size ikinci bir seçenek sunacağım. Benim kontratlı savaşçım olun ve bir yıl süreyle “oyunlarda” yer alın. Pek ihtimal vermiyorum ama olur da bir yıl dolmadan 9.kata ulaşabilir ve de o katın şampiyonunu yenebilirseniz, Primus Palus yani en büyük gladyatör olur böylece erkenden çıkabilirsiniz de.
“Oyunlar” yeni dünya düzeninde insanları oyalamak, uyuşturmak için kullanılan yeni bir afyondu. Getto’dan seçilen insanlar canlı yayında milyarlarca seyircinin gözü önünde dövüştürülüyor, üzerlerine büyük bahisler oynanıyordu. Sevdiğim herkesi kaybetmiştim neden devam etmek isteyecektim ki? Ancak insanın içindeki o ilkel güdü, anlamsız hayatta kalma isteği… Kontrata göre 1 yıl sürem vardı. Bir yılın sonunda oyundan canlı çıkarsam eski yaşamıma geri dönüp hiçbir şey olmamış gibi devam edebilecektim. İmzaladım.
Ertesi gün odamın kapısına iki plastik kutu bıraktılar. Kutulardan birinde yeni yapılmış eski tip bir Roma kılıcı diğerinde ise bir vücut zırhı vardı. “Oyunların” uzun sürmesi ve kanlı geçmesi için dövüşler antik silahlarla yapılıyordu. Mücadele ne kadar kanlı ve ne kadar vahşi olursa o kadar beğeni kazanıyordu. Vücut zırhı aslında sizi korumak için değil hemen ölmemeniz için veriliyordu. Aslında bu kılıç benim Afrika’daki savaşlarda kullandığım machete’ye çok benziyordu, bu yüzden kullanmakta yabancılık çekmeyecektim. Aynı gün akşama doğru medikal bir ekip geldi ve gelişmiş teknolojiye rağmen canımı çok acıtan bir operasyonla sol gözümün içine bir kamera yerleştirdiler. Böylece isteyen seyirciler dövüşleri benim gözümden görebilecek, vahşeti daha canlı yaşayabileceklerdi. Anlayacağınız geçen yüz yıllar içinde bir avuç siyasetçi toplum mühendisliği yaparak medeni ve gelişmiş uluslar yerine dediklerini yapan, sorgulamayan sadece sisteme hizmet eden bir dünya milleti yaratmışlardı.
İlk dövüşüm kendi katımdaydı, savaşçılara gidecekleri kat ve bölge önceden bildiriliyordu. Sonrasında tetikte bir şekilde bahsedilen alana gidip rakibinizi buluyordunuz. Seçilen yerler genellikle halkın kalabalık olduğu alışveriş bölgeleri gibi yerlerdi, böylece gerçek yaşamın içinde daha gerçekçi bir vahşet yaratılıyordu, hatta dövüş sırasında halktan birilerinin yaralanması daha fazla rating demekti. Ben de ilk seferimde dükkânların bulunduğu meydan benzeri bir yere yönlendirilmiştim. Çevredekiler kılıcımı fark etmişlerdi ve benden uzak duruyorlardı, halk kendileri için tehlike yaratan savaşçılardan hoşlanmıyordu. Kalabalığın arasından tıknaz bir adam çıktı. İki elinde de birer bıçak vardı, başında da bir kask. İlk bakışta bu bir haksızlık gibi görünse de kask adamın görüşünü ve hareketlerini sınırlıyor olacaktı. Hiç duraksamadan üzerime doğru koştu, işte o anda beynim kontrolü kas hafızama bıraktı. O bir saliselik anda vücudumu sola çekip adamın yanımdan boşa savrulmasını ağır çekimde izledim, sol elimle arkadan kaskını geriye doğru çekip başını yukarı kaldırmam ve acımasız çelikle boğazını kesmem arasında soluk dahi almamıştım. Kalabalık ses çıkarmadan, hatta nefes almadan donmuş halde beni izliyordu. Her şey birkaç saniye sürmüştü ve ben odama geri dönerken içimde yaptığım şeye karşı hiçbir his taşımıyordum.
Birkaç dövüş boyunca elimdeki kılıç kadar soğuktum, aldığım canlar bana gerçek gelmiyordu. Bir an önce bitirip odama dönmek, battaniyemin altına kıvrılmak istiyordum. Bir gün lanista gelip beni uyardı:
– Alp Bey dövüşleriniz çok kısa sürüyor. Rakiplerinizle biraz oynasanız ya da yavaş yavaş öldürseniz! Ratingler için harika olurdu.
Bunu yapmayacaktım, ben savaşçıydım psikopat değil. Sonraki günlerden birinde karşıma çıkardıkları zavallı adamın bir kolu yoktu. Belki de benim gibi borcu yüzünden buraya yollanmış eski bir askerdi o da? Ama ben böyle şeyleri düşünmem, işin gerçeği ben hiçbir şey düşünmez sadece öldürürdüm. Aslında o da şansı olmadığını biliyordu ve tam kılıcım boğazındayken fısıldadı:
– Lütfen yapma bırak gideyim, lütfen!
Aylar hatta yıllar sonra ilk defa insanca bir yakarış, acınası bir yalvarış duyuyordum. Bir an duraksadım, gözyaşları yanaklarından süzülürken tekrar yalvardı:
– Lütfen.
Boğazını çabucak kesip odama döndüm. O gece hıçkıra hıçkıra ağladım, nedeni o adam değildi. Beni ağlatan şey bu kadar bomboş hissedişimdi. Ben bir katildim ve eski yaşamıma dönmeyi hak etmiyordum belki de.
30. oyundan sonra Getto’da tanınıyordum artık, muhtemelen tüm dünyada da. “Oyunlara” girdiğim 7 aylık sürede rakiplerimi acı çektirmeden hızlıca öldürmem ve onlara duyduğum saygıyı hissettirmem yüzünden insanlar da bana saygı duyuyordu ama beni sevmelerinin asıl nedeni dövüşler sırasında sivil halka hiç zarar vermemem ve bunun için çok dikkat etmemdi. Aylar boyunca irili ufaklı yaralanmalar yaşamıştım, sol elmacık kemiğimdeki iz hayatım boyunca geçmeyecekti. Şimdi artık 9.kat seviyesine gelmeyi başarmıştım böylece bu kanlı kabustan erkenden çıkma ihtimalim belirmişti. Dövüşler her katta daha zorlaşıyordu çünkü aşağıya doğru indikçe o kattaki savaşçılar da daha tehlikeli oluyordu ve ben artık en alt kata gelmiştim!
Şimdi
Zihnim şimdiki an’a, asansöre geri döndüğünde paralize olmuş vücudumu kendine getirmek için güçlü şekilde silkelendim. Zaman gelmişti, lanista’nın dediğine göre bu seferki savaşçı çok bela biriydi. Yıllardır hiç yenilmemiş bir şampiyon ve tüm katı haraca bağlayan bir çetenin lideriydi. Aslında serbest kalma hakkı olduğu halde buradaki düzenini bırakmıyordu. Bu katın insanları ondan korktukları kadar nefret de ediyorlardı. O da eski bir askerdi, öldürmeyi sevdiği için bunu yapıyordu mecbur olduğu için değil. Bu da onu tehlikeli bir yırtıcı haline getiriyordu.
Boylarımız ve kilomuz eşit gibiydi sadece daha önce görmediğim şekilde tüm sol kolu omuzundan parmaklarına kadar zırhla kaplıydı ve eline sabitlenmiş paslı bir tür balta taşıyordu. Diğer elindeki paslı ve kurumuş kan lekeleriyle kaplı kılıcı ilk savurduğunda bir adım geri çekilip onun dengesini bozarken dans eder gibi akıcı bir figürle sağ elindeki kılıcı düşürdüm. Kendi etrafımda hızla dönüp yarım nefes süresinde kılıcımı boynuyla omuzunun birleştiği yere sapladım. Önceden çalışılmış gibi görünen bu hareketler serisi sadece yıllar boyu savaş alanında hayatta kalmak için bedenimin geliştirdiği bir tür reaksiyondu. Atak yapmaya o kadar konsantreydim ki rakibin acıyla gösterdiği refleksi beklemiyordum, o paslı baltayı bir anda savurdu ve zırhıma rağmen ciddi bir kesik aldım. Gene de kılıcımı daha derine itip olduğu yerde çevirdim, atık dizleri üzerine çökmüş titriyordu. Birazdan bitecekti. Aniden döndü ve belime sarıldı, sağ elinde daha önce fark etmediğim bıçağı boşluğuma soktu. Acıyı umursamayan bedenim sadece bir makine gibi görevini yapmaya devam etti, kılıcımı geri çekerken başının sol tarafını da boydan boya parçalamıştım.
İnsanların tezahüratları arasında cesedin başında bir an durdum, canım ilk kez bu kadar yanıyordu. Onları büyük bir beladan kurtarmıştım ama yaralarım ciddiydi. Soğukkanlılığımı koruyarak asansöre doğru yürümeye başladım, o sırada kalabalıktan biri bağırdı:
– Primus palus!
Ardından çevredeki yüzlerce insan da ona katıldı:
– Primus palus! Primus palus!
Odama girdiğimde artık ayakta duramıyordum, acı beni kendimden geçirdi. Ertesi sabah uyandığımda lanista odamdaydı.
– Bravo! Yıllar sonra ilk defa bir savaşçı süresi dolmadan oyunları bitirmeyi başardı. Ah merak etme dün akşam medikal ekip gerekli müdahaleleri yaptı yaralarınla ilgilendiler, birkaç güne ayağa kalkarsın. Bu arada gözündeki kamera da çıkarıldı tabii. Artık serbestsin, eski işine ve dairene dönebilirsin primus palus. (Bunu söylerken itici bir şekilde sırıtıp göz kırpmıştı.)
Netice
Birkaç hafta sonra eski hayatıma dönmüştüm, gene zor geçiniyordum ama hiç olmazsa özgür bir adamdım. Önceleri pek bir sorun yok gibiydi ama birkaç ay geçince birtakım ağrılarım olmaya başladı. Halsizlik ve geceleri kusma nöbetleri sonrası doktorlar birtakım testler yaptılar.
– Alp Bey maalesef haberler iyi değil. Vücudunuzda bir takım toksik maddeler yüzünden böbrek yetmezliği oluşmuş. Öncelikle bir nakli için bir böbrek bulmanız gerekecek sonrasında da…
Korkunç bir şaka gibiydi, paslı keskin metallerin aylar boyunca vücuduma bıraktıkları zehirler bir tür enfeksiyona yol açmıştı ve bu yüzden böbreğimi kaybetmiştim! Neredeyse sadece bir buçuk yıl sonrasında gene bankadaydım. İhtiyacım olan böbrek karşılığında diğer organlarımı teminat gösterip bir kez daha sözleşme imzaladım.
Organ naklinden bir süre sonra sağlığıma kavuşmuştum ama bu dönemde çalışamamıştım bu yüzden de zaten zorla ödeyebileceğim borcumu zamanında ödeme şansım kalmamıştı.
Polis aracı beni Getto’ya götürürken kötü hissetmiyordum! Kim bilir belki de cehennem zaten böyle bir şeydi, aynı kâbusu tekrar tekrar yaşamak. Yıllar boyu savaşlarda ve Getto’da öldürdüğüm insanların kefaretiydi bu.
Ya da yanılıyordum, ben zaten baştan beri buraya, arenama aittim.
Kapıdan girerken, geleceğimi duyan Getto halkı çevreye toplanmış bir ağızdan bağırıyordu:
– Primus palus! Primus palus!
- 0,000001 - 1 Eylül 2024
- Ab initio - 1 Temmuz 2024
- Gayb - 23 Mayıs 2024
- Führerbunker - 1 Şubat 2024
- Londra’da Bir Gece - 1 Kasım 2023
Naçizane önerim; mesela şuradaki gibi açıklamalar yapmayın. (ben de bu hatayı yaptım çok yazarken.) Bırakalım, okur kendi yorumlasın bunu. Bu algıyı yaratmak istiyorsanız bunu “göstererek” yapmaya çalışın. Anlatarak ve açıklayarak değil:
““Oyunlar” yeni dünya düzeninde insanları oyalamak, uyuşturmak için kullanılan yeni bir afyondu.”
Şurada da var: “Ancak insanın içindeki o ilkel güdü, anlamsız hayatta kalma isteği…”
Ayrıntılar ve hikaye harika. Çok beğendim. Squid Game’i ve Açlık Oyunları’nı anımsadım. Siz bence bu tarzda bir roman da yazmalısınız. Okurunu bulur bence.
Elinize sağlık,