Öykü

Sedefzade Hüseyin Bey’in Meselesi

BİR NOT

“Sedefzade Hüseyin Bey’in Meselesi” isimli öyküyü, topraklarımızda yayımlanmış ilk polisiye dizi unvanını taşıyan Ebüssüreyya Sami’nin “Amanvermez Avni’nin Serüvenleri” dizisine övgü olarak yazdım. Öyküde Amanvermez Avni’nin ismi de bir kez geçiyor. Bu öykümle, dikkate şayan “Osmanlı’nın Sherlock Holmes’ü” lakaplı karakterin yazarının yazın tarihimiz açısından önemine dikkat çekebilirsem çok mutlu olacağım.

Polisiye öykü yazın türü ile ilgili tecrübem olmamasına rağmen Ebüsüreyya Sami’nin, olayların başlangıcı, gelişmesi ve sonuçlanması yöntemine sadık kalabileceğime duyduğum inanç ve dönemin dillerine olan hâkimiyetimden aldığım cesaretle böyle bir öykü yazmaya giriştim. Ayrıca okuyucuya basit ya da fazla tesadüfî gelebilecek ayrıntıların yalnızca acemiliğimden değil, Ebüssüreyya Sami’nin üslubuna uygun yazma gayretimden de kaynaklandığını belirtmek isterim. Sonuç olarak keyifle okunabilecek bir öykü ortaya çıktığını düşünüyorum ve gözü pek Amanvermez’i anmaktan büyük mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum.

* * *

SEDEFZADE HÜSEYİN BEY’İN MESELESİ

Osmanlı Devleti’nin muhterem şahsiyetlerinden Ziyaeddin Hüsrev Paşa’nın İzmir Akyokuş’taki konağı, adet olunduğu üzere o Cuma akşamı da misafirlerini ağırlamaktaydı. Altmışlı yaşlarının kâh kemik sızılarını, kâh hüzünlerini, kâh esenliklerini yaşamakta olan Ziyaeddin Paşa, vakti zamanında görev yapmış olduğu Posta ve Telgraf Nezareti’nde edindiği ahbaplarıyla -emeklilik yıllarını yaşıyor olmasına rağmen- hala görüşüyor, yıllardır aksatmadan eda ettikleri Cuma İçtimaları’nda onlarla keyifli sohbetler ederek hep beraber hoş baht oluyorlardı.

Etrafça, sapsarı boyalı ahşap duvarlarına ima yapılarak “Zerdeçal Konağı” olarak isimlendirilmiş konağın selamlığının üçüncü katındaki geniş salonda toplanan dört ahbap, salonun tavanına duman duman yayılan elma ve çilek rayihaları eşliğinde nargilelerini tüttürmekte, bir yandan da Yemen’deki hatırlı dostlardan gelen mis gibi köpüklü kahvelerini höpürdetmekteydiler.

Ziyaeddin Paşa’nın misafirleri de en az kendisi kadar ‘élite’ idi. Giyinişleriyle Ville de Lumière’in (ışık şehri) -yani Paris’in- beyefendilerini bile kıskandırabilirlerdi. Zaten her biri kendi ihtisas alanlarında son derece mühim insanlardı. Her daim cemiyetin gözü önünde olmaları nedeniyle evlerinden çıkmadan evvel aynaya bir değil, ikişer kez bakmaları icap ederdi. Hele ki bu beyefendiler Cuma İçtimaları’na icabet etmek üzere evlerinden çıkmışlarsa, daha bir zarif, daha bir sükseli görünürlerdi. Ziyaeddin Hüsrev Paşa’nın Zerdeçal Konağı, yıllardır kıymetli dostluklarına adeta bir kabuk teşkil ettiğinden bu konağa fevkalade bir sevgi ve saygı besler, eşiğinden adımlarını atacakları gün Divan-ı Hümayun’a çıkıyorlarmış gibi giyinip kokular sürünürlerdi.

O akşamki İçtima da her hafta olduğu gibi içlerindeki en güzel sese sahip, Zaptiye Nezareti’nden emekli Pertev Zihni Paşa’nın Yasin-i Şerif kıraatiyle başlamıştı. İçtima’nın mevzuunu belirlemek vazifesi o akşam için Halid Ziya Paşa’da olduğundan, Pertev Paşa’nın kıraatinin sona ermesine müteakip tüm gözler ona dönmüştü. İtalyan Konsolosluğu’ndaki vazifesi nedeniyle İtalyancayı anadili gibi konuşan Halid Ziya Paşa, Dante’nin İlahi Komedya’sından kısa bir dörtlüğü asıl dilinden okuduktan sonra ahbaplarına dönüp, o gecenin konusu olarak dünya edebiyatını tayin ettiğini söyledi. Mevzu derindi. Her biri dünya edebiyatı alanında epey malumat sahibi olmalarına karşın, konunun mütehassısı oldukları söylenemezdi. Ev sahibi Ziyaeddin Paşa, Fransa’da edebiyat ilmi tahsil etmiş olan oğlunun cemaate büyük bir fayda sağlayabileceği düşüncesiyle kendisini yanlarına çağırtmak üzereyken o ana kadar hiç sesini çıkarmamış olan ahbapları tüccar Sedefzade Hüseyin Bey’in sıkıntıyla yerinde kıpırdanıp durduğunu fark etti. Hüseyin Bey konuşulanları dinlemek ya da sohbete dâhil olmak bir yana, aklını Zerdeçal Konağı’nda tutmakta bile zorlanıyormuş gibi görünüyordu. Endişeli hali, Ziyaeddin Paşa’nın kendisine baktığını gören dostları tarafından da fark edildiğinde sohbet kesilip Hüseyin Bey’le ilgilenilmeye başlanmıştı.

Hüseyin Bey Nuh diyor, peygamber demiyor, dostlarının tüm ısrarına rağmen aklını meşgul eden düşünceyi anlatmaya bir türlü yanaşmıyordu. Halid Ziya Paşa’nın tayin ettiği “dünya edebiyatı” mevzuu bitmiş, Hüseyin Bey’in anlatmaktan imtina ettiği mesele, akşamın meselesi haline gelmişti.

Sonunda Hüseyin Bey dostlarının ısrarlarına dayanamadı ve ağzındaki baklayı çıkarmaya karar verdi. Yine de meseleyi kimselere anlatmamalarını tembihler bir tavırla ricada bulunduktan sonra konuşmaya başladı:

-Ah aziz efendiler; başımdaki belayı nasıl savuşturacağımı, ne edip de eski esen günlerime döneceğimi bilemez bir ahvaldeyim. Beş gündür başımda dönüp durmakta, canımı ciğerimi yemekte bu bela… Ne yediğimi içtiğimi, ne de bastığım yeri biliyorum bu musibet yüzünden.

Hüseyin Bey bir şeylerden ürkmüş gibi boynunu iyiden iyiye omuzları arasına gömüp gözlerini odada gezdirdikten sonra sesini iyice alçalttı ve konuşmaya devam etti:

-Rica ederim hepiniz teker teker yemin ediniz anlatacaklarımı kimseye söylemeyeceğinize dair. İtimadım sonsuzdur sizlere ancak, söyleyeceklerim de hayat memat meselesidir. Yanlışlıkla duyulursa mahvoldum demektir. Yemin ediyor musunuz?

Meselenin ehemmiyeti Hüseyin Bey’in bu tedbirli davranışı neticesinde iyice idrak edilmişti. Biraz evvel şen şakrak başlayan dostane içtima, şimdi devlet meselelerinin görüşüldüğü bir içtimaın hassasiyetine bürünmüş, hâkim olan ciddiyetin buz gibi nefesi beyleri sarmalayıp üşütmüştü. Salonda hâkim olan diğer bir hissiyat ise meraktı. Hüseyin Bey’in bahsedeceği meseleye duydukları merak, onun lafını ikilemesine izin vermeden teker teker çabucak Mushaf üzerine yemin etmelerine sebep olmuştu. Hüseyin Bey cebinden çıkardığı katlanıp bükülmüş kâğıt parçasını açarken meseleyi anlatmaya başladı:

-Beş gün içerisinde ticarethaneme gönderilen ikinci pusula bu. İlkinde, şahsıma ait çok mühim bir sırrı bildiğini iddia eden bir zat, ifşası halinde hayatımı mahvedecek olan bu sırrı cemiyete yaymaması karşılığında benden bir miktar nakit talep ediyordu. Elbette ne pusulayı, ne de zatı ciddiye aldım ve pusulada söylenen yere söylendiği miktarda nakdi bırakmadım. Bunun üzerine aldığım ikinci, yani az sonra sizlere okuyacak olduğum pusulada ise zatın hakikaten de çok mühim bir sırrıma vakıf olduğu, niyetinde ise ziyadesiyle ciddi olduğu anlaşılıyordu. Sizlere neden yemin ettirdiğimi de az sonra anlayacaksınız. Sevdiklerinin canı tehlikede olunca insan en güvendiği dostlarına bile itimatsızlık edip onlara yeminler ettirebiliyor. Pusulayı okuduğumda beni hoş göreceğinizi umut ediyorum. İşte bana gece gündüz melun rüyalar gördüren satırlar bunlardır.

Sedefzade Hüseyin Bey Hazretleri;

Niyetimin ciddiyetini hakkıyla idrak edememiş olduğunuzu esefle görmüş bulunuyorum. Sizin gibi cemiyet içerisinde ulvi mertebeler edinmiş bir beyefendiden beklenemeyecek cesareti göstererek talebimi yerine getirmemenizi şaşkınlıkla gördüğümü itiraf etmem icap ediyor; zira elinizin tersiyle itmiş olduğunuz ne sade bir vatandaşın itibarı, ne de günahsız bir masumun şöhretidir. İtibarınız mühimdir; kaybetmek istemezsiniz. Zaten masum da değilsiniz. Bu cesareti nereden bulduğunuz ise tarafımca bir merak konusudur. Yine de aşağılık bir zat olmadığımdan sizin cesaretinizin şaşkınlığınızdan kaynaklandığını kabul ediyorum. Ne denli temiz yürekliyim ki, işlediğiniz günahı bilmediğimi düşündüğünüzü zannetmiyorum.

Şimdi kulağınızı iyice açın ve beni dikkatlice dinleyin. Öncelikle bu pusuladan kimseye bahsetmemelisiniz. Yoksa kızcağızınız Şefika Hanımefendi mis kokulu torununuzla konağınızın haremliğinin sırça odasında mışıl mışıl uyurlarken kem fikirli zatlarca koyun gibi boğazlanıverirler. Eşiniz, pek muhterem Hürmüz Hanımefendi ifşa olan sırrınızın kendisine verdiği azaptan dolayı kızı ve torunu için karalar bağlamayı akıl edemez bile… Bütün bu fenalıklar karabasan gibi çökebilir hanenizin üzerine. Elbette bu acıları dünyevi hayatınızda tecrübe etmeden mesut bir halde ecelinizle göçüp gitmek sizin elinizde… Beş yüz altın lirayı bundan sonra alacağınız pusulada belirteceğim gün ve saatte istediğim yere bırakmanız halinde korkacak bir şeyiniz yok demektir. Sadakatimden yana müsterih olunuz. Fakat yine itaatsizlik ederseniz başınıza gelecekler hususunda ne denli ciddi olduğumu görmeniz işten bile değildir.

Sırrınıza vakıf olduğum noktasında şüpheye düşmemeniz için size bildiklerimden kısaca bahsetmek istiyorum. Bundan on yıl evvel yani ilk ve tek erkek evladınız gözlerini dünyaya açtığı sıralarda ticarethanenizde satacağınız malları almak üzere İstanbul’a gidişlerinizde tutulup kendisiyle düşüp kalkmayı adet edindiğiniz Roza isimli Ermeni dilberinden ve varlığından bihaber olduğunuz küçük oğlunuzdan haberdar olduğumu ifade etmem yeterlidir zannedersem.

Şimdilik yapacağınız şey, benden ikinci pusulayı beklemek, kimselere bir şey belli etmeden eski hayatınıza devam etmektir. Parayı bana teslim etmeden sakın hastalanıp yataklara düşmeyiniz ya da dostlarınıza ve ailenize buhrana girdiğinizi düşündürecek davranışlarda bulunmayınız. Bugüne kadar ne yapıyorsanız aynen onları yaparak hayatınıza devam ediniz ve pusulamı bekleyiniz.

Sadık kulunuz …

Hüseyin Bey pusulayı katlayıp cebine koyarken Pertev Zihni Paşa öne atılıp söze girdi:

-Azizim, doğru mu bütün bunlar? Şantajcınızın elindeki kozlar sahici mi?

Hüseyin Bey başını önüne eğerek utanç içerisinde sessiz kalınca hayati sırrın gerçek olduğu anlaşılmıştı. Berbat bir sessizlik salonu doldurduğunda Ziyaeddin Hüsrev Bey vakti zamanında işlediği bir günahın acısını çeken arkadaşına acıyarak havayı yumuşatmaya çalıştı.

-Bak sen edepsize, bir de sadık kulunuz diyor. Nerede bu bolluk? Her sır sahibi birilerine şantaj yapsa halimiz ne olur? Üzülmeyiniz siz azizim. Devletin polisi var, zabıtası var…

Ziyaeddin Paşa’nın havayı yumuşatma müdahaleleri neticesiz kalmıştı. Herkesin aklı fikri ifşa olan sırdaydı. Bazı beyefendilerin, beyefendiliklerini unutup zaman zaman şeytana uydukları vakidir ancak, gayrimeşru bir evlada sahip olmak hiç de küçümsenecek bir durum değildi. Zaten Hüseyin Bey’in asıl ifşasından korktuğu sır da bu olmalıydı. Hanımlar ikinci bir kadını çekemez, kabul edemez ancak olmuşsa bir kere, beyini de kaldırıp atamaz. Olsa olsa bir ay bakmaz suratına, olur biter. Ama sonradan çıkagelen gayrimeşru bir evlat ve tabii varis, insanın dünyasını zindana çevirebilir.

Pertev Zihni Paşa düşüncelere dalan arkadaşlarını hem kendilerine getirmek, hem de buhranı dağıtmak için gür sesiyle konuşmaya başlayınca hedefine ulaşmış oldu.

-Anlaşıldı sizin niyetiniz; siz benim hafiyelik damarıma basmaya uğraşıyorsunuz. Zaptiye Nezareti’nde muvazzaf iken Osmanlı hafiyeleri ile pek samimi idim. Az çok bize de bulaştı hafiyelik. Amanvermez* (Ebüssüreyya Sami’nin yarattığı karakter, Amanvermez Avni) kadar olmasak da zihnimiz iyi çalışır evvelallah.

Hüseyin Bey şaşırarak ahbabının umut veren sözlerinden medet umarmış gibi bakınca, Pertev Paşa elini sıkıntılar içerisindeki dostunun sırtına koyarak devam etti:

-Şaşırmayınız efendim. Bizden iyi hafiye mi olur? O ahlaksızı kıskıvrak yakalamazsam bana da Pertev Zihni Paşa demesinler.

-Sahi mi azizim? Kurtarır mısınız beni bu batağın içerisinden? Bir evladım daha olduğu fikri bir kurt misali kemirip duruyor kafamın içini. Ne düşüneceğimi şaşırdım vallahi. Ettik bir edepsizlik. O zamanlar Roza’yı görüp de tutulmayan var mıydı? Benim suçum günahım o dilberi görmektir. Gerisi Allah’ın işi. Parayı verip kurtulayım desem o da kolay değil. Benim konağın vekilharcı beş dakika tutmaz çenesini. Beş yüz lira, küçük bir servet demek. Bu kadar para uçup giderse muhakkak benim hanımın haberi olur.

Halid Ziya Paşa da hafiyelik işine heveslenmişti. Yine de heyecanını dizginlemeye çalışıyordu. Zira artık yirmili yaşlarda değillerdi. Heyecanın vücuda edeceği tesir kalbi sekteye uğratabilirdi.

-Aman efendiler, yaşlarınızı da hesaba katınız hafiyelere özenmeden evvel. Sizden korkulur, bilirim, ama kutlar kocadı. İtlere maskara olmayalım sonra?

-Bir şeycikler olmaz efendim. İtleri doyurmaktansa maskara olalım, yeğdir.

Pertev Paşa’nın kararlılığı Ziyaeddin Paşa’yı da sarmıştı. Başta “olmayacak iş” diye düşündüğü hafiyelik mevzuunu o da şimdi ciddi ciddi düşünmekteydi.

-Pekiyi, ipi hangi ucundan tutacağız? İşbilir hafiyeler öyle yapar.

-Bu iş olur dedimse olur. Hafiyelik bize de bulaştı demedim mi? Siz gerisini bana bırakın. Yalnız dediklerime harfiyyen uyacağınıza söz verin. Öncelikli işimiz üçüncü pusulayı beklemektir.

Pertev Paşa hali hazırdaki pusulayı eline alıp evirip çevirdikten sonra devam etti:

-Bu pusulanın bize vereceği bir cevap yok. Ne kâğıdı farklı, ne de el yazısı… Müellifi pek tahsilli olmasa da kitabeti kâfi vezinde… Osmanlı Devleti’nde şunu yazacak binlerce adam vardır. Bu sebepten, yeni pusulayı beklemek ve talihimize dua edip pusulanın hamilini yakalayabilmeyi ummak ilk amelimiz olmalıdır.

Halid Ziya Paşa, ahbabına efsunlanmış gibi bakmaktaydı.

-Vallahi azizim, hayli iş varmış sizde… Osmanlı sizi hafiye yapmamakla ne fena bir kusur işlemiş. Şerlok Holms bilse maharetinizi, Vatsın’ı kovar, sizi alırdı yanına müsteşar olarak.

Pertev Paşa methiyelerden pek keyiflenmişti. Tebessümünü gizleyerek ayağa kalktı.

-Haydin bakalım, vakit epey geç olmuş. Kuvvet toplamak için güzelce uyumak icap eder. Yarın sabah, Hüseyin Bey’in ticarethanesinde toplanalım. Yeni pusula da diğerleri gibi oraya gelecektir. Yeni adımlarımızı orada kararlaştırıp, şu edepsize dersini nasıl vereceğimizi konuşalım. Haydi, gazamız mübarek ola…

***

Ertesi gün alaturka saatle iki buçukta (güneşin doğmasından iki buçuk saat sonra) dört ahbap ticarethanenin ikinci katındaki Hüseyin Bey’in hususi odasında toparlanmış, bol köpüklü orta şekerli kahvelerini içmekteydiler. Hüseyin Bey, ağırlığı altında ezilmekte olduğu sırrı ahbaplarıyla paylaşmış olmasından dolayı daha sakin, daha huzurlu görünüyordu.

Pertev Paşa’nın başhafiyeliği üstlenmesinden dolayı ağzından çıkan her kelime dikkatle dinleniyor, kendisine adeta bir muallim ihtimamı gösteriliyordu. Paşa’nın ilk emri ise pusulayı getirenin yakalanması idi. Bu yüzden Hüseyin Bey, ticarethanesinin sokağa bakan kapısının önüne irice bir amelesini dikmişti.

Cuma namazından henüz dönmüşlerdi ki, ticarethanenin her yanı amelenin sesiyle doluverdi. Pusulayı getiren kuriye yakalanmıştı. Apar topar aşağı indiklerinde sükûtu hayale uğradılar; yakalanan on-on iki yaşlarında bir boyacı çocuktu. Çocukcağız üzerine çullanıveren azmanın dehşetiyle avazı çıktığı kadar bağırıyor, ökseye tutulmuş kuşlar gibi çırpınıyordu.

-Bırakın beyim, vallahi billahi bir kabahatim yok benim. Bir çeyrekliğe tav olup getirdim bu mektubu.

Pertev Paşa ameleye çocuğu bırakmasını söyledi. Çocukla göz göze bakışabilmek için önünde dizinin üstüne çöküp omuzlarından tuttu ve sakince sordu:

-Evladım, senin kabahatin olmadığı malumumuz. Sen bize bu pusulayı kimden aldığını söyle.

-İki sokak aşağıda bir adam gelip buldu beni. Şu mektubu şu adrese götür, benden sana bir çeyreklik dedi.

-Aldın mı çeyrekliğini?

-Aldım tabii, bende veresiye iş yapacak göz var mı?

-Hay Allah kahretsin. Evladım, söyle bakalım; bu meymenetsiz neye benzerdi. İyice tarif edersen benden de sana bir çeyreklik.

Çocuk sevinçle ellerini ovuşturup gözlerini kıstı ve adamı gözünde canlandırmaya başladı.

-Şöyle yakışıklıca, esmer, burma bıyıklı, sizler gibi sükseli giyinmişti. Yaşlı değildi ama genç de sayılmazdı. Hepinizden de birer karış uzundu. Saatinin altın zinciri pırıl pırıldı. Bir de misk fıçısına düşmüş gibi ağırdı kokusu. Mektuba bile sinmiştir muhakkak. Yanından ayrılınca bile duydum kokusunu. Ta ciğerime işlemişti.

Pusulayı tutan Hüseyin Bey, kâğıdı Pertev Paşa’ya uzattı.

-Benim burnum koku almaz, bilirsiniz.

Pertev paşa kâğıdı burnuna götürüp Hüseyin Bey’in yerine kokladı. Pahalı bir zambak kokusu rahatlıkla seçilebiliyordu. Hüseyin Bey önceden hazırlanmalarını emrettiği dört beş adamına işaret verince tarifi bir kenarda dinlemekte olan adamlar sokakları köşe bucak aramak üzere ticarethaneden çıktı. Ziyaeddin Paşa, belki de Hüseyin Bey’den bile daha evhamlı görünen Halid Ziya Paşa’nın koluna girip hep beraber üst kata çıkmayı teklif etti.

Üçüncü pusula yine aynı el yazısıyla, aynı aleladelikte bir kâğıda karalanmıştı:

Muhterem Hüseyin Bey;

Evvela çocuğu tahkik edeceğinizi bildiğimden bir dostumdan bu işi yapması için ricada bulunduğumu söylemeliyim. Bu sebepten, çocuğun verdiği eşkâl bana değil, ahbabıma aittir. Boşa kürek sallamanızı arzu etmem.

Aramızdaki bu mevzuu kimselere söylemediğinizi kabul ederek paramı alana kadar da, aldıktan sonra da sükûtumu bozmayacağımı ifade etmek isterim. Şayet arzumu yerine getirmezseniz o zaman işler değişir. İnşaallah beş yüz liramı tertip etmeye başlamışsınızdır. Zira bu meblağ, sizin gibi bir tüccardan bile bir çırpıda çıkmayabilir. Bu sebeple size üç gün daha mühlet vereceğim. Üç günün sonunda, yani Pazartesi günü alaturka saatle on ikide paramı tren garına getiriniz. Garın büyük salonundaki ilk gişeye bırakınız. Gişede bir ahbabım bulunacak. Onu da tetkik ya da takip etmeye kalkıştığınızı görürsem vakit kaybetmeden önceden hazırlamış olduğum pusulanın zevcenizin eline geçmesini temin edeceğim. Sizden, bana bu fenalığı yaptırmamanızı istirham ediyorum.

Hamiş: Paramı aldığımda ilelebed hayatınızdan çıkacağım. Bu konuda müsterih olunuz.

Aziz dostunuz …

Hürmetlerimle…

Hüseyin Bey pusulayı okumayı bitirdiğinde bir müddet sükûnet vaki oldu. Pertev Paşa düşüncelere dalmış gibi gözlerini kısmıştı. Kendi kendine anlaşılmaz kelimeler mırıldandığına göre yeni pusulayı zihninde muhasebe ediyor olmalıydı. Ziyaeddin Paşa söze girdi:

-Pek âkil, kati surette pek âkil…

Halid Ziya Paşa ise şaşkındı:

-Tren garı o saatte ziyadesiyle kalabalık olur. Herkesten şüphe edilebilir. Bu adamlar tam bir cemiyet azizim. Bizim meymenetsiz, katiyen yalnız değil. Her nevi tafsilat evvelce tefekkür edilmiş. Bu zorbalarla nasıl mücadele ederiz bilmem.

-Biçareliğe düşmek en son işimiz olmalı dostlar. Hâşâ, Allah değil ya bu deyyus. Elbet bir açık verecek. İşte o zaman tepesine bineceğiz.

Pertev Paşa hiddetlenmiş, ayağa kalkarak yumruğunu sıka sıka konuşmuştu. Ziyaeddin paşa söze girerek hem ahbabını yatıştırmak hem de zihnini meşgul eden fikri açıklamak istedi.

-Hüseyin Bey’ciğim, aklıma geliyor ama dile getirmekten imtina ediyorum dünden beri. Bizim bu zorba erkek değil de kadın olmasın sakın? Sizin Roza yapabilir mi böyle şeyler?

-Yapamaz azizim, nasıl yapsın? Kadın toprağın altına girdi altı sene evvel. Sizlere ömür yani…

-Pekiyi bu kadının kimi kimsesi yok mudur? Diyelim ki mevtinden evvel söyledi birilerine sırrınızı; onlar da sizin servetinize göz dikip bu fenalığı tertip ettiler. Bana makul geliyor bu ihtimal.

-Roza genç bir kadındı Ziyaeddin Bey’ciğim. Ölümü de ani olmuş. Süratle giden bir kira arabasının altında can vermiş. Atlar epey hırpalamış kadıncağızı. Bu sebepten, öleceğini anlayıp evvelce hazırlık yapması ve sırrı ifşa etmesi pek mümkün değil. Önceden de söylediğini zannetmem. Haysiyetli bir kadındı kendileri. Nasıl duyuldu da bu hallere düştüm anlamış değilim dostlarım. Aklım havsalam almıyor doğrusu…

-Öyle diyorsanız öyledir Hüseyin Bey azizim… Zaten sırrın nasıl duyulduğunu bulursak, bilmeceyi de çözmüş olacağız. Bir düşünün bakalım; bu esrarı Roza ile sizden başka bilen yahut bilmesi muhtemel olan var mıydı?

Pertev Paşa şimdi sorgu hâkimi olup çıkmıştı.

-İyice düşününüz. Laf arasında söylemiş olabileceğiniz kimse var mı?

-Hayır efendim, kimselere söylemedim. Bilen bir Roza, bir de ben… Dediğim gibi Roza da söylememiştir.

-Fesuphanallah! Cinlerin işidir diyeceğim neredeyse. Muhakkak bir sızıntı var suyolunda. Elimizi çabuk tutup sızıntının önünü almazsak fena olacak.

Halid Ziya Paşa düşüncelere dalmıştı. Cebindeki saati çıkarıp kâh evirip çeviriyor, kâh zincirini çekiştiriyordu. Aklına gelen ihtimali dile getirmek istemezmiş gibi kısık sesle söze girdi.

-Biz bu zorbayı ele geçirdik diyelim; madem bu işte yalnız başına değil, ahbapları ondan haber alamazlarsa sırrı ifşa etmeye kalkışmazlar mı? Elbet bu ihtimali de düşünmüş olmalılar. Bu meymenetsizden her iş beklenir azizim.

Pertev Paşa ahbabına hak verircesine kafasını salladı.

-Çok doğru dediniz Halid Bey’ciğim. Ben yine de zorbayı yakalamanın, şimdilik tek çaremiz olduğu kanaatindeyim. Sonrası Allah kerim…

***

Üç gün biçare vaziyette beklemek, cehennem azabından beter ızdırap vermişti. Fakat ellerinden bir şey de gelmiyordu. Hüseyin Bey her ihtimale karşı parayı hazır etmeye koyulmuştu. Vekilharca da İstanbul’dan yeni mallar alacağını söylemişti. Ortalıkta hesabı tutulacak mal olmayınca vekilharca ne diyeceğini aklına dahi getirmek istemiyordu.

Nakdin teslim edilmesi icap eden vakte bir saat kala, üç gündür her türlü tafsilatını gözden geçirdikleri oyunu sahneye koymak için harekete geçtiler. Diğer üç paşa dikkatleri cezp etmemek için ayrı ayrı yerlerini alırlarken Hüseyin Bey de ticaretini yaptığı mallardan biri olan madeni pullarla koca bir keseyi doldurup garın yolunu tuttu. Her ihtimale karşı sahici altın paraların bulunduğu kese de setresinin altında, kuşağına sıkıştırılmış vaziyette durmaktaydı. Hüseyin Bey vaktin gelmesini duvardaki koca saatten takip ediyordu. Artık dakikalar kalmıştı ki, en baştaki gişenin memuru yerinden kalktı ve bir başkası gelip onun yerine oturdu. Hüseyin Bey kalbi küt küt atarak ayağa kalktı ve gişeye gitti.

-Efendin sana kaç para vermeyi taahhüt ettiyse ben iki katını taahhüt ediyorum. Bir düşün bakalım.

Adam kafasını kaldırmadan gülümsedi.

-Sandığınızın aksine, bizler gururlu insanlarız Hüseyin Bey. Verdiğim sözden döndüremezsiniz beni.

-Hiç gururlu adam tanımasak kandıracaksınız beni. Sizin gibi haysiyetsizlere pabuç bırakmazdım ben ya, işin ucunda ailevi saadetim var. Zevceme olan muhabbetime dua ediniz.

-Zevcenize olan muhabbetinizi size unutturmak için Roza gibi cilveli olmak lazım galiba.

Adam alayla gülerken Hüseyin Bey utanç ve hiddetle kıpkırmızı kesilmişti. Zorbanın tekiydi belki ama söylediklerinde de haksız sayılmazdı. Kendisinin de ahlak bakımından karşısındaki edepsizden pek farkı yoktu doğrusu. Yüreği vicdan azabıyla kavruluyordu Hüseyin Bey’in.

-Nakdi teslim etmeden evvel nihai bir sualde bulunacağım size; mevcudiyetini sizden öğrendiğim evladım şimdi nerede?

-O kadarını ben bilmem. Çok arzu ediyorsanız arar bulursunuz. Pek de zor iş değil doğrusu. Biz bile bulduysak, sizin de bulmanız işten bile değil. Lafazanlığı bırakın da nakdi teslim edin. Gişeyi daha fazla meşgul ederek insanları darda bırakmak istemeyiz.

Hüseyin Bey kesenin hemen açılmaması için dualar ederek madeni pul dolu keseyi gişeye bıraktı. Adam kalabalıkta dikkat çekmek istemiyor olmalıydı ki çok şükür keseyi açıp bakmamıştı. Hüseyin Bey derince bir nefes alıp işin geri kalan kısmını ahbaplarına bıraktı.

Hüseyin Bey, takip ediyormuş hissi uyandırmamak için bir müddet garın penceresinden adamın uzaklaşmasını izlemekle yetindi. Yerinden kalkacağı sırada adamın ortalıkta görünen tek kira arabasına bindiğini görünce hayıflandı. Bunu düşünmemişlerdi. Şimdi bir araba bulup fark ettirmeden nakit kuriyesini takip etmek mümkün değildi. Kesenin içindekiler ortaya döküldüğünde zorbanın neler yapacağını düşünmek dahi istemiyordu. Engel olunamazsa konağına birilerinin uğraması kuvvetle muhtemeldi.

Telaş içerisinde gardan fırlayıp dostlarının mevzilendiği yerlere doğru koştu. Önce Pertev Paşa’nın noktasına baktı; yerinde değildi. Sonra Halid Ziya Paşa’nın yerine baktı; o da yoktu. En uzak noktada mevzilenecek olan Ziyaeddin Paşa ise yerinde duruyordu. Buluşunca birbirlerine sordukları sorulardan ikisinin de bir şeyden haberdar olmadığı anlaşılmıştı. Madeni pullarla dolu bir kese yola çıkmış, konağı her an uğrayabilecek kem niyetli zatlara açık vaziyette beklemekte, daha da kötüsü ahbaplarının halinden bihaber vaziyette ortalıkta kala kalmışlardı. Yarım saat evvel, hatta daha da kısa süre öncesine kadar ortalıkta bekleyen bir araba görünmediğinden evvelce hazırlanmış olabilecek bir arabanın varlığını akıllarına getirmemişlerdi. Hakiki hafiyeler olmadıkları da böylece anlaşılmıştı.

Akıllarına yapacak bir iş gelmiyordu. Hüseyin Bey konağa gitmenin iyi olacağını düşününce Ziyaeddin Paşa da ona uydu ve endişeler içerisinde yürümeye koyuldular.

Arkalarından bir anda gelip de yanlarında duran kira arabasının sesiyle irkilmişlerdi. At arabasının içinden gelen sesi tanıdıklarında sevinç içerisinde arabaya bindiler. Gelen Halid Ziya Paşa’dan başkası değildi. Paşa hemen anlatmaya koyuldu.

-Kuriyenin arabasının sürücüsü kim, bilin bakalım?

-Nereden bilelim Halid Bey’ciğim? Ahi teşkilatı reisi mi sandın bizi?

-Pertev Paşa efendim, Pertev Paşa… Bu beyefendide hakikaten hafiye kanı varmış da haberimiz yokmuş meğer. Arabanın yanaşıp beklediğini görünce arabacıyla konuşup kuriyeyi beklediğini idrak etmiş ve arabacıya rüşvet vermekle kalmayıp arabayı da satın almış. Beni haberdar ettikten sonra arabaya binip beklemeye koyuldu ve kuş kafese girdi. Bildiklerim bu kadar. Yalnız kuriyenin kendisine bir fenalık etmesinden evham duyuyorum. Talihim yaver gider de sokaklarda buluruz onları diye dolaşıyordum ki size rast geldim. Pertev Paşa ne yapacak da kuriye ile bizim zorbanın arasına girecek diye merak ediyorum doğrusu. Allah vere de başına bir hal gelmese bari.

Yarım saattir sokaklarda dolaşıyorlardı. Atlar yorulmuş, sıcaktan bitap düşmüştü. O esnada rıhtımda biriken ahaliyi fark ettiler. Korkuyla birbirlerine bakıp sürücüye, izdihama doğru sürmesini söylediler.

İzdihamın başkahramanı hakikaten de Pertev Paşa idi. Perişan görünüyor, tepeden tırnağa ıslanmış arabacı kıyafetlerini çekiştirip duruyordu. Dostlarını görünce koşup sevinçle haykırdı.

-Ananız sizi Cuma günü doğurmuş Hüseyin Bey’ciğim. Ne talihli adammışsınız? Ne kadar bayram etseniz azdır şimdi. Sizin zorba cehennemi boyladı. O da bir insan evladı ama bize çektirdiklerinden sonra sevinmeden edemiyorum doğrusu.

-Nasıl cehennemi boyladı? Katil mi oldunuz yoksa Pertev Bey azizim?

Hüseyin Bey, Pertev Paşa’nın katil olması ihtimalinden dehşete düşmüştü. Pertev Paşa ise sakindi. Gülümseyince diğerleri ferahladı.

-Hayır efendim. Ben kim, insan canına kıymak kim. Baştan anlatayım en iyisi… Benim kuş kafese duhul edince etrafımı sarıveren zambak kokusundan işi çözdüm. Bizim zorba pintiymiş de anlaşılan… Kimseyle parayı bölüşmemek için kılıktan kılığa girdiğine ikna oldum. Pusulalarında bahsettiği dostları da yalan. Hem kuriye, hem zorba, hem de üçüncü pusulayı boyacı çocuğa veren, aynı kişi sizin anlayacağınız. O boyacı çocuk bize zambak kokusundan bahsetmese gene uyanamazdım ya neyse…

Zorba arabaya binince bana yer tarif etmeye koyuldu. Uslu uslu dinledim ve arabayı süratlendirdim. Kim olduğunu, ahbapları falan olmadığını ve bu işte yalnız olduğunu bildiğimi söyledim. Endişeye kapılıp beni boğazlamaya çalıştı. Arabayı hızla döndürünce savruldu ve ben cebimdeki tabancayı çekmeye fırsat buldum.

-Aman Pertev Paşa, sizin tabancanız da mı var? Şaştım kaldım vallahi.

-Yok azizim ne tabancası? Emekliye ayrılırken bana verilen bir yadigârdı bu tabanca. Ateş etmez, işe yaramaz. Altın kaplama, ziynet gibi bir süs eşyası sizin anlayacağınız. Belki işim düşer diye sokmuştum kemerime. Tabii zorba aradaki farkı anlamadı ve tabancamdan ürktü. Arabadan atlamaya yeltendi ama ben daha da hızlandım. Atlar bitap düşmüş olacaklar ki tökezlediler ve rıhtıma geldiğimizde beraberce denize savrulduk. Ben yüzüp kurtuldum ama bizim edepsiz benim kadar iyi yüzücü değilmiş anlaşılan. Polisler şimdi denizden cesedi çıkarmak için uğraşıyorlar. Görmek isteyebilirsiniz Hüseyin Bey, size cehennem azabını yaşatan adamı.

-İsterim efendim, isterim…

Hüseyin Bey denizden çıkarılan cesedi gördüğünde az daha bayılacaktı. Şantajcısı öz be öz damadından başkası değildi. Damadının ölümü üzerine Hüseyin Bey bunca gayretin aslında ehemmiyetsiz olduğuna kanaat edip, vicdan azabından kurtulmak için kızına ve hanımına her şeyi anlattı. Kızı gözyaşları içerisinde kocasıyla tertip ettikleri edepsizliği itiraf etti ve her şeyi altı yıl önce Roza’nın çalıştığı evdeki bir dostundan gelen ve hiçbir zaman babasına vermediği bir mektuptan öğrendiğini söyledi. Hüseyin Bey’in gayrimeşru bir evladı falan da yoktu. Hepsi, işe ciddiyet katmak için meymenetsiz damadı tarafından uydurulmuş bir yalandan ibaretti. Gözünü para hırsı bürüyen damat, evlendiği hanımın, kendisine güvenerek verdiği bu sırrı kullanmak istemişti ve karısını da bu işe zorlamıştı. Sonuçta zarar gören yine kendisi olmuştu.

Hüseyin Bey zevcesi ile büyük bir dargınlık yaşadı ama nihayetinde onun gönlünü almayı bildi. Kızı Şefika Hanımefendi ise kocasına uymakla işlediği hatayı, babasız kalan evladına her baktığında duyacağı azabının yanı sıra dul kalmasıyla ödedi.

Sedefzade Hüseyin Bey’in Meselesi” için 4 Yorum Var

  1. Kayıp Rıhtım’a hoş geldiniz, ne hoş bir üslupla geldiniz. Öykülerin devamı da gelir umuyoruz. Elinize sağlık.

  2. Selamlar;

    Çok güzel bir hikayeydi doğrusu, keyifle okudum. Sadece eski konuşma dilini kullanmakla kalmamış aynı zamanda da o dönemin havasını başarıyla yansıtmışsınız. Üslubunuz da çok temiz ve akıcı. Kısacası çok beğendiğim ve severek okuduğum bir öykü oldu Hüseyin Bey’in Meselesi.

    Kaleminize sağlık…

  3. Teşekkür ederim. Aslında daha evvel de yer almıştım seçkide ama üzerinden iki yıl geçmiş 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *