ilham alınan hikâye
SALUR KAZAN TUTSAK OLUP OĞLU URUZ’UN ÇIKARMASI
Alacakaranlığın son demleriydi. Birazdan güneş doğacak, hava aydınlanacaktı. Bundan önce sabah ezanının okunmasını bekleyen binlerce Müslüman, siyah iplikle beyaz ipliğin birbirinden ayırt edileceği o vakte kadar sahurlarını etmekteydi. İnsanlar sabahın köründe son lokmalarının, yudumlarının derdine düşmüşken hiç kimse şehrin üzerinde rüzgâr gibi süzülen geniş kanatlı, kızıl şahini fark edecek, etse de umursayacak halde değildi. Biri hariç…
Ellisine merdiven dayamış ama dinçliğini ve heybetini kaybetmemiş olan Oğuz Bey, Çengelköy sırtlarındaki evinin bahçesinde Şubat ayının iç titreten ayazına aldırmadan dikiliyordu. Eşi Nurdan Hanım’ın hazırladığı sahur sofrasından kalkalı epey olmuş ama henüz oruca niyetlenmemişti. Güya bıraktığı sigara meretini bahane ederek kendini erik ve incir ağaçlarıyla çevrili bahçeye atmıştı. Evin kendisi kadar eski olan beşgen şeklindeki ahşap çardağın altında, karısı ve çocuklarından gizli, o kadim ayini tekrarlamış; bir yandan büyünün sözlerini mırıldanırken, bir yandan da mübarek ayda girdiği günah yüzünden Rabbi’nden af dilemişti. Aslında o da istemezdi üç aylarda bu işe girişmeyi ama mecburdu. Zor zamanlardan geçiyordu ve böyle zamanlarda zor kararlar almak zorunda kalan her insanoğlu gibi denize düşünce yılana sarılmıştı. Fakat onun durumunda bu yılan oldukça azametli bir şahin görünümündeydi.
Gözlerini sabırsızlık ve beklentiyle ağarmaya başlayan gökyüzüne kaldırdı. Bari sabah ezanından önce burada olsaydı da oruca niyet etmeden, daha fazla da günaha girmeden şu işi bir an önce halletselerdi ama yine geç kalmıştı. Zaten son zamanlarda hep böyle yapıyordu; ya vaktinde gelmiyor ya da geldi mi huysuzluk ederek bin dereden su getiriyordu. Acaba üzerindeki kontrolünü mü yitiriyordu? Yoksa kendi gücü müydü yitirdiği? Ürperti içinde seneler önceki o meşum olayı hatırladı; denetimi altında sanırken işlerin nasıl kontrolden çıktığını, Allah’ın hikmeti ve merhameti olmasa onları nasıl bir felaketin beklediğini, hatta az kalsın…
Kötü anıları unutmaya çalışarak Nurdan Hanım’ın elleriyle ördüğü yün hırkaya sıkı sıkı sarındı. O sırada kafasını kaldırınca bir anda nefesi kesiliverdi. Gökten yıldırım hızıyla inen yırtıcı kuşun yere konmasıyla ani bir manevra yaparak tekrar havalanması bir olmuş, ardından da çardağın tepesine güm diye inerek adamın yüreğini ağzına getirmişti.
Oğuz Bey beşgenini kara tebeşirle belirginleştirip zeminine garip semboller çizdiği çardağın altından çıkarak kafasını yukarı kaldırdı, o an sapsarı parlayan vahşi gözlerle karşılaşınca içini buz gibi bir his kapladı. Fakat pişmanlık için artık çok geçti. Derin bir nefes aldığı ağzından kararlı bir salâvat döküldü, kendini toparladı. Ancak bu kararlılık, tüyleri tan yeri kızıllığında parlayan şahinin pençesi altında kıvranan zavallı kertenkeleyi görmesiyle sekteye uğradı. Şahin yere hışımla konup tekrar yükseldiğinde uzaktan gözüne kestirdiği hayvana hücum etmişti. Ama Oğuz Bey’i asıl irkilten şahinin avlanması değil, bu iş için özellikle kendi bahçesindeki bir cana kast etmiş olmasıydı. Onun şaşkın bakışları karşısında şahin sivri gagasını kertenkelenin böğrüne saplayıp lezzetli bir lokma aldı. Bu kanlı gösterinin karşısındaki adam için olduğu belliydi; fakat onun üzerindeki etkisi alıcı kuşun planladığının tam tersi oldu. Oğuz Bey sırtını dikleştirerek her zaman üzerinde taşıdığı, bu seferse hırkasının cebine koymuş olduğu tılsımı parmaklarının arasında sıktı ve biraz da ona güvenerek bekledi. Sonra her zamanki davudi sesiyle, sakince konuştu.
“Hayırdır, Azkarsalun? Oruca niyetlendin de, sahuru bizim çardakta yapmaya mı karar verdin?”
Üzerinde adı yazan tılsımın Oğuz Bey’in elinde olması gibi, adamın ismini bir efsunu harekete geçirircesine telaffuz edişi de şahini sinirlendiriyordu. Pençesindeki kertenkeleyi gagasına alıp tek lokmada midesine indirdikten sonra sarı sarı parlayan gözleriyle onu süzdü. Gagasını tekrar açtığında kısa, kulak tırmalayıcı bir çığlık koyuverdi “krii-iii-er!” diye, tiz sesi giderek boğuklaştı ve uzun bir “gaa-rank!” ile son buldu. Ardından aynı pes tonda konuşmaya başladı.
“Çağırdın, geldim Çoraman. İsteğin nedir?”
Bu kez sinirlenen Oğuz Bey oldu; üstelik deminki kertenkele avından çok daha fazla bozulmuştu bu “çoraman” lafına. Azkarsalun denen mahlûk o kıt aklıyla koskoca Oğuz Bey’i basit, hatta yarım ve eksik tabiatlı, makûs talihli bir cinci hoca olarak adlandırıyordu. Oysa çok değil, daha birkaç sene evvel, ismini öğrenerek efsunuyla onu kendine bağladığı ilk zamanlarda cinin kendisine yaltaklanarak “Porkanım”, “Kamhanım”, “Efendim, Toyunum” diye peşinden koşturduğunu dün gibi hatırlıyordu. Zaman içinde yaratığın üzerindeki gücü zayıflayıp etkisi azaldıkça ulu şamanlıktan hüddamcılığa doğru rütbe tenziline uğramış, şimdiyse çoramanlığa kadar düşmüştü demek. Emrindeki alelade bir cin tarafından uğradığı hakaret yenilir yutulur cinsten değildi ama bozuntuya vermemeye çalıştı. Eğer duygularını belli ederse kontrolünü tamamen yitirir, karşısındaki yaratığı hepten azdırırdı.
Duruşunu bozmadan, karşılık olarak onunkine denk bir hakaret düşünerek ağırlığını bir ayağından ötekine verdi Oğuz Bey. “Acelen niye, Arçura? Şöyle karşılıklı iki çift laf edelim de akçora, karaçora belli olsun, değil mi ya?”
Cinin kökenine uygun olarak seçtiği bu sözcüklerle onun eksikliğini, yarımlığını yüzüne vurmayı amaçlayan hüddamcı araya sıkıştırdığı aklık ve karalıkla yaratığın iyi tabiatlı mı, yoksa kötü tabiatlı mı olduğunun belirsizliğini vurgulamaya ve onun niyetini açığa çıkarmaya çalışıyordu. Ancak Azkarsalun bu tür oyunlara kanacak değildi. Orta Asya’nın ıssız bozkırlarını mesken edinmiş bir cin kabilesinin içinde başlayan ve âdem hesabıyla bin yılı aşan yaşamı boyunca çok şey görmüş geçirmişti. Savaşlara, göçlere ve insanoğluyla cin kavimlerinin bitmez tükenmez mücadelesine şahit olmuştu. Hepsinden önemlisi de, Korkut Ata adıyla nam salmış o ulu şamana hizmet etme şerefine nail olmuştu. İşte gerçek kamhan oydu. Şu karşısındaki zavallı, biçare âdemse onun silik gölgesinden başka bir şey olamazdı. Oysa başlarda ismine hükmetme hikmetini gösterince onu adam sanmış, Oğuz adının hakkını verir de atasının mirasına sahip çıkar diye ummuştu. Heyhat, nasıl da yanılmış, bu adi kuklacının elinde oyuncak olmuştu. Gerçi niye şaşırıyordu ki; bir zamanlar ırkından “bizden iyiler” diye söz eden insanoğlu şimdi isimlerini ağızlarına almaktan sakınarak “üç harfliler”, “iyi saatte olsunlar” diye lakap takıp dalga geçmiyorlar mıydı?
Şahin hem bu zalim şakaya, hem de hüddamcıya kahkahayı andıran tiz bir çığlıkla karşılık verdi, “Aktoyun karatoyun belli olsun demek istedin herhalde, Bey Oğuz! De bakalım, mübarek ayda beni buralara getirmenin sebebi nedir? Anlat ki anlayalım kim ak, kim kara!”
İşte şimdi büyük oynuyordu alıcı kuş. Bir yandan Oğuz Bey’i tekrar beyliğe, efendiliğe layık görüyor ama öte yandan İslam inancına göre günah kabul edilen ve yasaklanan hüddama olan meylini yüzüne vuruyordu. Bu sefer diyecek laf bulamadı Oğuz Bey; sinirlenmişti ama öfkesi kendineydi. Değil mi ki bu işe girişmişti, sonunu da getirecekti. Bir an önce işini bitirip şu mahlûku def edip göndermeliydi geldiği yere.
“Haberci şahin değil misin, asıl sen anlat. Sabi sübyana musallat olan arsız bir cin dolanırmış etrafta. Aradık taradık ama ne ismini, ne cismini bulabildik. Artık hangi deliğe gizlendiyse, onu bulup bana getirmeni istiyorum.”
Haddini aşan bu buyruk karşısında heybetli kanatlarını açarak şöyle bir palazlandı Azkarsalun. Karşısındaki adamın gözünü korkutmak değildi niyeti, yalnızca vakit kazanmaya çalışıyordu. Eğer düşünmeden cevap verirse bütün kinini, nefretini kusacaktı çünkü. Bu güç budalası herif oynadığı gölge oyunu yetmezmiş gibi, bir de hemcinslerini öldürüp adına “cin avcılığı” dediği katliama onu alet ediyordu, üstelik sıradan bir av hayvanı gibi. Cini asıl kızdıran da buydu; fakat kendisine emredileni yapmamak gibi bir seçeneği yoktu. İsmini taşıyan tılsım hüddamcının elinde olduğu sürece onun esiriydi. Yine de bu her zaman dürüst olmasını gerektirmiyordu. Kanatlarını indirerek tekrar çardağın üzerine tünedi, boğuk sesi bu kez yalvarır gibiydi.
“Aman Toyunum, insaf et! Ben ki bir garip canım, bahsettiğin canavarı nasıl tutup getireyim?”
Yaratıktaki bu ani değişim Oğuz Bey’i şaşırttı ama üzerinde duracak vakti olmadı. Sabah ezanı okunmaya başlamıştı. Cini göndermek için, yere çizdiği tebeşir izlerini ayağının altında aceleyle silerken seslendi. “Tamam tamam, adını sanını öğren yeter! Nedir, nerededir bul mutlaka. Sana üç gün mühlet; mükâfatını çardağın tepesine bırakacağım, görevini yerine getirirsen gelir alırsın. Hadi şimdi yallah!”
Bu sözden ziyade, çardağın zeminindeki iç içe geçmiş beşgenlerin silinmesiyle serbest kalan Azkarsalun tiz bir çığlık koyuverdi. Sonra da geldiği gibi fırtınayı andıran bir hızla kanat çırparak yükseldi ve ağaran gökyüzünde kayboldu. Onun arkasından bir an bakan Oğuz Bey, yerdeki tebeşir izlerini temizleyerek okunmakta olan ezana eşlik etti. Duasında hem yeni günün orucuna niyet ediyor, hem günahlarından dolayı af diliyor, hem de düştüğü müşkülden bir an önce kurtulmak için Allah’a yakarıyordu.
Gerçekten zordu durumu; yüzyıllardır süregelen köklü bir maslahat olan cin avcılarının lideri olarak seçilmişti. Bu gayri resmi ve gizli teşkilatta sayılan, sözü dinlenen biriydi; koltuğunu ona bırakan İmam Efendi’den icazet almıştı almasına ama önünde hâlâ iki engel vardı. Birincisi dinde olduğu gibi ekip içinde de yasaklanmış olan, genç yaşlarda bulaştığı ve halen gizli gizli sürdürdüğü, cinlere hükmetme sanatı olan hüddam belasıydı ki; kendisini cin avcılığına yönlendiren de, hükmettiği ecinni sayesinde aldığı bilgilerle onu liderliğe taşıyan da yine o illetti. Zaten vicdan azabından kavrulmasına rağmen bir türlü bırakamamasının sebebi buydu; zor zamanlarda insanların yararı ve selameti için haram olan şeyler zaruretle vacip olabiliyordu. En azından Oğuz Bey kendini böyle kandırıyordu.
Düşüncelere dalmışken bahçe kapısı gıcırdayarak açılınca irkildi. Gelenin haddini bilmez Azkarsalun yahut onun cin ahbaplarından biri olması ihtimaline karşı saldırıya hazırlanmıştı. Fakat ferforje demir kemerin altından geçerek usulca bahçeye girenin biricik kızı olduğunu görünce rahatladı. Ardından on sekiz yaşını henüz doldurmuş bir genç kızın sabah ezanı vakti sokaklarda ne işi olduğu aklına gelince bu rahatlama yerini ani bir öfke ve telaşa bıraktı. Kısacık bir an için onun deminki tuhaf manzaraya şahit olmuş olabileceğine dair bir şüphe belirdi zihninde; ancak kızın hal ve tavrında eve bu saatte gelmenin verdiği sakıncalı durum haricinde bir tuhaflık göremedi. Kendini emniyete almanın ve baba olmanın her zamanki haklılığıyla, kızın aklını alırcasına gürledi.
“Şevval!”
Kızcağız bir an neye uğradığını şaşırarak havaya sıçradı, sonra kararsızlıkla ileri geri adımlar attı, nihayet yakalandığını anlayan ürkek bir tavşan misali donakaldı.
“E-e-efendim baba?!”
O sırada kızın tam arkasında, demir kapının öteki tarafında kalan ağaçların arasında bir gölgenin hareket ettiğini fark eden Oğuz Bey, kafasını kaldırıp sesini yükseltti, “Ziya mı o?!”
Kuşkusunu onaylarcasına dalların titreşimi arttı ve kısa, kara bir gölge bahçe duvarının dibinden koşarak uzaklaştı. Oğuz Bey cevabını almıştı ama Şevval onu canla başla yalanladı, “Ne Ziyası baba, onun ne işi olur burada?”
“Asıl senin ne işin var bu saatte dışarılarda? Bana bak, yine sözümü çiğneyip cin peşinde ava gittiysen koca kız oldu demem, vallahi de billahi de dizime yatırır döverim seni!”
Babasının karşısında olabildiğince dik durmaya çalışan Şevval her ne kadar gerçeği haykırmak istese de, bu zamana kadar babasıyla giriştiği tüm tartışmalardan mağlup çıkmanın ezikliğiyle, ezberlemiş gibi sayıkladı. “Hiç olur mu, baba? Ava falan çıktığım yok, arkadaşlarla sahildeydik. Çınaraltı var ya, Süper Baba’yı çekiyorlar hani. Esralar çok merak etmiş, sahuru Nihat’ın kahvesinde yapalım, belki Fiko’yu da görürüz dediler, ben de kıramadım bizim semt olduğu için…”
Üzerinde dikkatlice düşünülmüş bu yalanı söylerken Şevval’in kulağında dizinin “Bana bir masal anlat baba” şarkısı yankılanıyordu. Şarkının aksine, anlattığı masala babasının inanmasını bekleyerek yeşil gözlerini kocaman açtı.
Oğuz Bey’se ne diyeceğini, neye inanacağını şaşırmış vaziyetteydi. Sakinliği ve en zor durumlarda bile koruduğu serinkanlılığıyla tanınan bu ağırbaşlı adam, söz konusu tek kız evladı, biriciği Şevval oldu mu yeri göğü inletirdi. Ancak yine mevzu o olunca eli kolu bağlanıyor, ne yapacağını bilemiyordu. İşte önündeki ikinci engel de buydu.
Hüddamı gizlemesine rağmen yıllardır içinde bulunduğu cin avcılığı Oğuz Bey’in ailesi tarafından biliniyordu. Eşi Nurdan Hanım diğer konularda olduğu gibi bu meselede de her daim eşinin yanında, ona destekti. Bankacı olan ve evlenip çoluğa çocuğa karışan büyük oğlu Şevket’in oldum olası bu taraklarda bezi yoktu. Küçük oğlu Orhan ise üniversiteden yeni mezun olmuş ve makine mühendisliği okuyarak tercihini en baştan belli etmişti. Oğuz Bey başlarda bu duruma biraz içerlemiş, ekibin içinde kendi kanından canından birinin yer almasını arzu etmiş; fakat ailesinin olası tehlikelerden ve kendisinin bulaşmış olduğu belalardan uzakta, güvende olacağı avuntusuyla durumu kabullenmişti. Ancak durumu kabullenmeyen başka biri vardı.
Evin en küçüğü, iki erkek evlattan sonra aileyi, özellikle de Oğuz Bey’i sevince boğan, babasının göz bebeği Şevval her zaman doğaüstüne ve gizemli olaylara meraklı olmuştu. Daha küçük yaşta çoğu yetişkinin dilini döndüremediği duaları, efsunları sular seller gibi okur, yaşıtlarının korkudan altlarını ıslattığı cinli, perili hikayeleri yatmadan evvel babasına masal niyetine anlattırırdı. Daha o vakitler belliydi meyli; ancak ne zaman ki büyüyüp babasının işlerine akıl erdirir oldu, işte o zaman Oğuz Bey’in de başına dert oldu. Mevzu yalnızca biricik kız evladını tehlikeden uzak tutmak istemesi değildi; aşina olduğu maslahat üzere, kadın kısmının bu işlere bulaşması pek hoş görülmezdi. Özellikle de cin avcıları ekibine kadınların alınması, nazarcılar ve duacılar hariç, asla kabul edilemezdi. Yüzyıllardır süren kurallar, gelenekler böyleydi ve ekibin son reisi İmam Efendi de bu kuralın böyle kalması için ısrarcıydı.
Fakat Şevval bu, kural kanun tanır mı? Çocukluğundan beri haşır neşir olduğu cin avcısı tayfasına nazı geçtiğinden etraflarından hiç ayrılmaz, nerede ne zaman bir vukuat çıksa peşlerine takılırdı. On sekizine girdiği günden beri de bu takipler iyice haddini aşar olmuştu. Şevval ekibe yeni katılan, İmam Efendi’nin de öğrencisi olan Ziya adında kara kuru bir gençle samimiyeti ilerletmiş, biraz da delikanlının kendisine olan ilgisini kullanarak bazı geceler onunla birlikte gizlice cin avına çıkmaya başlamıştı. Oğuz Bey’in deminki hiddetinin altında bu yatıyordu; çünkü ne kadar kızsa ya da tatlılıkla anlatsa da kızına laf geçiremiyor, onu bu işlerden uzak tutamıyordu. Öz evladına söz geçiremeyen lider olamayacağına, olsa da liderliğini kimse ciddiye almayacağına göre Oğuz Bey’in ekip içindeki konumu da tehlikeye giriyordu. Hem ailesinin, hem ekibinin reisi olarak işleri ve kızını kontrol altında tutması, kendini İmam Efendi’ye ve diğerlerine kanıtlaması lazımdı. Azkarsalun denen mahlûkla olan mecburi münasebeti bile bu yüzdendi. Ancak tüm emeklerine, fedakârlıklarına rağmen Şevval denince akan sular duruyordu.
Şimdi de zihni durmuştu sanki. Kızının anlattığı hikayeye inanmakla inanmamak arasında kalan aklı bir çıkış yolu arıyordu. Sonunda olaya başka türlü yaklaşmaya karar verdi, “Gündüzler, iftarlar çuvala mı girdi kızım; ne sahuruymuş bu?!”
“Hiç işte baba, Esra’nın şımarıklıkları! Çocuk gibi tutturdu, ayıp valla, haklısın!”
Şevval’in cevvallikle bu sorunun da altından kalkması üzerine Oğuz Bey yeni bir cephe açtı, “Madem öyle, annene niye yalan söyletiyorsun? Sofrada sordum, senin için yatıyor, sahura kalkmayacakmış dedi?!”
Zurnanın son deliğine gelip tıkandığını hisseden genç kız kem küm ederek annesinin herhalde uyku mahmurluğuyla yanılmış olacağını, çünkü ondan izin alarak gittiğini zırvaladı. Bu cevabıyla hem kendini, hem de yufka yürekliliği yüzünden hep kızıyla kocası arasında kalan Nurdan Hanım’ı zan altında bıraktığının farkında değildi. Çok yorgundu ve babası şüphelerinde haklıydı. Demin kara bir gölge gibi kaçan kişi Ziya’ydı, birlikte çıktıkları avın ardından Şevval’i evine bırakmıştı. İstanbul’da, özellikle de Anadolu Yakası’ndaki bazı semtlerde peyda olan ve küçük çocukları kaçıran bir cinin peşindeydiler ama en ufak bir ipucu bile bulamadan, elleri boş, yorgun argın geri dönmüşlerdi. Şevval’in tek isteği bir an önce yatağına girip iyi bir uyku çekmekti.
Genç kız uykulu, masum gözlerini kırpıştırınca Oğuz Bey daha fazla dayanamadı. “Yemedim ama hadi bu seferlik yırttın,” bakışı atmayı ihmal etmeden kolunu kızının omzuna sardı ve birlikte eve girdiler. Nurdan Hanım ikisini o halde görünce telaşlandı; fakat Şevval doğruca yatağına, Oğuz Bey de sessizce sabah namazını kılmaya gidince hadisenin atlatıldığını düşünerek rahatladı. Herhalde ömrü boyunca hiç bu kadar yanılmamıştı.
Kadir gecesinden bir gece evvel Oğuz Bey cine olan vaadini gerçekleştirdi. O gün antikacı dükkânını erkenden kapatıp eve gitmiş, iftardan hemen sonra, yine içmediği sigarayı bahane ederek bahçeye çıkmıştı. Önce kara tebeşirle çardağın zeminine geçen seferkinin aynısı olan sembol ve çizgileri çizdi, sonra Azkarsalun için hazırladığı mükâfatı çardağın çatısına yerleştirdi. Yaklaşık iki kilo ağırlığındaki, pembemsi kahverengi ciğer parçasını elde etmek de, gizlemek de zor olmuştu. Biri görüp soracak olsa verecek cevabı yoktu; elindekinin ne eti olduğunu kendine bile hatırlatmamaya çalışıyordu.
Yüzünü buruşturarak işini tamamladı. Tam merdivenden aşağı inecekken tepesinde ani bir gürültü koptu. Koca şahin heybetli kanatlarını savurarak birdenbire önünde bitivermişti. Cüsseli hayvanın rüzgârı yüzüne çarpınca bir an dengesini yitiren Oğuz Bey az kalsın aşağı düşüyordu. Son anda çardağın kenarına tutunarak kendini korudu. Ateş saçan bakışlarını şahinin sarı gözlerine dikti hesap sorarcasına; fakat habis bir ışıkla parlayan o gözlerdeki açlık ve hiddetle karşılaşınca ne tür bir yaratıkla uğraşmakta olduğunu hatırladı. Kendini toparladı ama merdivenin tepesinden inmedi.
“Bakıyorum da etin kokusunu alınca çabucak geldin bu sefer. Umarım mükâfatını hak edecek bir şeyler öğrenmişsindir.”
Yırtıcı kuş, adamın sesindeki horlanmaya aldırış etmeden gözlerini kanlı ciğer parçasına dikti. Gagasının içindeki dili iştahla sulanmıştı, cevap vermeden önce boğuk bir “gaa-rank!” sesiyle inledi. “İstediğini alacaksın, avcı. Haberler iyi.”
“Hadi bakalım? Anlat da iyi mi, değil mi ben karar vereyim.”
Şahin, kanadını çırpsa ulaşacağı ciğer parçasına haris bakışlar atarak anlatmaya başladı. “Aradığın cinin adı Tekür. Âlem geçenlerden. Dediğin gibi, küçük çocukları kaçırır, inine saklar, acıktıkça yermiş. Saklandığı yeri öğrendim ama gitsen bile cini bulamazsın, insan gözüne gözükmez. Tılsım lazım. Beni alıkoymak için kullandığın Orhun runlarını hatırladın mı?”
Aklı bir an geçmişe ve ceketinin cebindeki, kendi kanıyla dövülmüş tılsıma giden hüddamcı, “alıkonulmak” lafını ve ardındaki imayı fark etmemişti. O, heyecan içinde kafa sallayınca kuş devam etti, “Arifeden önceki akşam, ay tepeye varmadan söyleyeceğim yerde ol. Bir mağara var, girişinde de bir kuyu. Duvarına uruz harfini yaban öküzünün kanına batırdığın bozkurt pençesiyle yaz, çember içine al. Beni çağırmak için kullandığın efsunu tersten oku, sonra çemberin üzerine sedir ağacıyla adamotu köklerinin tozundan üfle. O vakit cin görünür olacak.”
Oğuz Bey bir an yaratığa bakakaldı. Ondan böyle detaylı bir tarif beklemiyordu; görevini esaslı bir şekilde yaptığına göre demek ki tılsım hâlâ etkili, cin üzerindeki hüddamı da güçlüydü. Yaratıktan çok kendisiyle övünerek merdivenin tepesinde dikildi. “Güzel… Peki şu bahsettiğin mağara nerede?”
“Şehrin uzak ucunda, Çatalca denilen yerde. Kocakuyu adında bir mağaranın içinde barınır Tekür. Girişindeki kuyuya dikkat et; dediklerimi yapmadan içeri adımını atma sakın, sonrasına karışmam yoksa.”
Şahinin söylediği lafın manasını çözememişti Oğuz Bey; fakat üstüne düşmeye gerek görmedi. Alıcı kuşun gözlerinde beliren sarı ışıltının, önündeki kanlı et parçasına kabaran iştahından kaynaklandığını düşünerek daha fazla uzatmadı. “Tamam, aklımda tutarım. Var mı başka diyeceğin?”
“Dahası iyi sağlık. Kamhanımın dirliğinden başka ne dilerim?”
Yaratığın yaltaklanmasına yüz vermedi efendisi. Bu yapmacık laflara kanacak değildi; fakat ardındaki niyeti yanlış okuyordu. Şahinin bir an önce ciğere kavuşmak için yola geldiğini ya da gelir göründüğünü sanmıştı. Zaten aklı da Tekür denen şu mendeburu açığa çıkaracak gizemli tarifteydi. Cinin söylediklerini içinden tekrarlıyordu ama her maddeyi ve malzemeyi eksiksiz hatırlamak için bir yerlere yazması lazımdı. Bunun için Azkarsalun’u başından savdı. “Aferin, aferin. Mükâfatını hak ettin. Al git bakalım ama bir daha çağırdığımda anında burada ol, bekletme beni.”
Oğuz Bey söylene söylene merdivenden aşağı inerken kuş ona tiz bir “krii-eerk!” sesiyle karşılık verdi. Sahibi yere ayak basıp da çardağın içindeki şekilleri sildiği zaman hiç vakit kaybetmeden çatıdaki ciğerin üzerine atıldı. Büyük et parçasını sivri pençelerinin içinde zorlanmadan tutarak iri kanatlarını açtı ve bir çırpışta hızla göğe fırladı. Oğuz Bey bu kez onun arkasından bakmadı, ezberlediklerini bir kenara not etmek için aceleyle eve girmişti. Bir yandan da ele geçirdiği bu mucize formülü cin avcıları ekibine, özellikle İmam Efendi’ye nasıl açıklayacağını düşünüyordu. Zihni bu teferruatlarla meşgul olduğundan esas meseleyi gözden kaçırmıştı. En büyük hatası da bu oldu.
Tüm risklere rağmen Oğuz Bey edindiği bilgiyi hemen ertesi gün ekip arkadaşlarıyla paylaştı. İmam Efendi’ye istihareye yattığını, mübarek Kadir gecesi öncesi hayırlı bir rüya gördüğünü ve rüyasında cinle ilgili bazı bilgilerin kendisine malum olduğunu anlattı. Böylece kılıfına uydurduğu yalan bir müddet daha gizli kalacaktı. Hazırlıklar tamamlandı, ekiplere takımlar halinde görevleri dağıtıldı, hayır duaları edildi ve arifeden önceki günün akşamı, iftarın hemen ardından ava çıkıldı. Elbette tüm bu hazırlıklardan Şevval’in de haberi olmuş ve babasının peşinde dolanarak ekibe alınabilmek için dil döküp durmuştu ama nafile. Başta mutaassıplığıyla İmam Efendi, sonra Oğuz Bey kararlılıkla genç kızın karşısında durmuşlar, Nuh deyip peygamber dememişlerdi. Şevval’e de babası evden çıkarken arkasından mahzun mahzun bakmak kalmıştı.
Oğuz Bey’in öncülük ettiği yedi kişilik ekip yatsı okunurken Çatalca’ya vardı. Pınarca köyü yakınlarında araçlarının daha uzağa gidemeyeceği yere gelince yola yürüyerek devam ettiler. Ormanın derinliklerinde ay ışığında ilerlerken güçlü ve imanlı adamların her biri Allah’a dua ediyordu. İşleri gereği tekinsiz yerlere, tehlikeli durumlara alışıklardı; çoğunun da mizacı sertti, korkuya yenilmezlerdi. Ancak soğuk gecenin içinde onları bekleyen şeyi düşündükçe ister istemez içleri titriyordu.
Cinin tarif ettiği mağarayı bulmaları zor olmadı. Yer yer suyla kaplı yeraltı mağarasının girişinde hakikaten de genişçe bir kuyu vardı. Kocakuyu mağarası adını buradan alıyordu. Ekipler karanlıkta fenerlerini yakıp etrafa tutarak bir yandan kenarda biriken suya basmamak, bir yandan da cini uyandırmamak için dikkat ediyorlardı. Tarihi su kanalının yer aldığı mağaranın ağzı çamur olmuştu. Oğuz Bey bata çıka ilerleyerek taş kuyunun tam önünde durdu. Ötekiler tembihli olduklarından onun arkasından ayrılmıyorlar, liderlerinin her hareketini gözlerini ayırmadan izliyorlardı.
Cin avcılarının reisi yanında getirdiği malzemeleri çıkarıp nemli bir kayanın üzerine dizdi. Önce yaban öküzü kanı ve kurtpençesinden başlayarak sırayla Azkarsalun’un söylediği şartları yerine getirdi. Şahini çağırmak için kullandığı efsunu tersten ezbere söylerken zorlanmış, bir yandan da ayinin tuhaf muhteviyatı dikkatini çekmişti. Ayrıca Tekür denen yaratığın kendine mesken tuttuğu yerle avlandığı yerin birbiriyle alakasız ve bu denli uzak olması onda bazı şüpheler uyandırmıştı; fakat şahinin söylediklerine de, kendisine de fazlasıyla güveniyordu. Üstelik vakayı nihayete erdirmeye çok yaklaşmışlardı. O nedenle içine doğan kötü hisleri bastırarak işine devam etti. Diğerleri olan bitenin pek farkında değildi. Gece vakti bu ıssız ormanda, bu tekinsiz mağaranın dibinde olmanın tedirginliği bir yana, liderlerine olan güvenleri tamdı. Oğuz Bey son olarak sedir ağacı ve adamotunun köklerinden oluşan toz karışımı çizdiği şeklin üzerine üfleyerek ritüeli tamamlayınca sessiz bekleyiş başladı.
Etrafta çıt çıkmıyordu. Ormanda yaşayan bilcümle mahlûkat bile soluğunu tutmuş, olacakları bekliyordu sanki. Cin avcıları ise temkinliydi. Yedi adamın her biri ellerinde dökümlenmiş silahları, tetikte ve hazırlardı. Önlerinde Oğuz Bey dimdik duruyordu. Mağaranın içindeki zifiri karanlığı gözleyerek her an olabilecek bir hareketi kolluyor, yeni dökümlediği Zigana tabancasını elinin altında tutuyordu. Silahın kabzasını kavradı ve belinden çekerek yavaşça karanlığa doğrulttu. Ne olduysa da ondan sonra oldu.
Önce kuyunun duvarına çizilen şekil sanki taşlar tarafından emiliyormuş gibi gözden kayboldu, sonra kuyunun içinden parlak, bembeyaz bir ışık yayıldı. Bu ani ışık patlamasının ardından ortalığı insanı öksürten, yoğun ve kara bir sis kapladı. Kuyunun içinden yayılan kokusuz duman kısa sürede her yeri sarmıştı. Adamlar önlerini, ötelerini göremez oldular. Silahları ellerinden kayıp düştü; kimi yere yığıldı, kimiyse kenardaki su dolu kanala yuvarlandı. Fakat koyu duman ağızlarından burunlarından içeri dolmaya devam etti. Boğazları yanıyor, ciğerleri soluksuz kalıyordu. Cin savan silahlarına, büyü işlemez muskalarına rağmen bu nereden çıktığı belirsiz kara sis karşısında çaresizlerdi. Öksürüp tıksırarak kan kusmaya başladılar ve son nefeslerini verene dek acı içinde kıvrandılar.
Oğuz Bey bir müddet daha mücadele etti. Ciğerlerine dolan sisin yakıcı etkisi onu kıvrandırıyor, nefes aldırmıyordu. Birkaç kez sendeledi, önünü göremediği için kuyunun ağzına iyice yaklaşmıştı. Sonunda şuurunu yitirerek düştü ve koca bir çınar gibi devrilip kuyunun içine yuvarlandı. Dipsiz karanlığın içinde kaybolurken çok kötü bir oyuna kurban gittiğinin farkında değildi.
Azkarsalun onu kandırmıştı; ne bahsettiği gibi Tekür isimli bir cin vardı mağarada, ne de onu görünür kılacak bir efsun. Hepsi kızıl şahinin, sahibini pusuya düşürmek için uydurduğu yalanın birer parçasıydı. Efendisinin emirlerini yerine getirmekten, o gel deyince gelip git deyince gitmekten ama en çok da hemcinslerine ihanet ederek onların katline ortak olmak zorunda bırakılmaktan sıkılmıştı. Hüddamcıdan ve onun boyunduruğundan kurtulmak için bir plan yapmış, plan da tıkır tıkır işlemişti. Oğuz Bey emrindeki yaratığın hırçın ve güvenilmez tabiatına rağmen hiçbir şeyden şüphelenmemişti. Eğer en başta cinin sadece doğruları söylemesini emretseydi bunlar başına gelmeyebilirdi. Fakat hem kendisine, hem de alıcı kuşa fazla güvenerek vahim bir hataya düşmüş, ardından da kuyunun dibini boylamıştı.
Adamlarından farklı olarak, küçük bir ölüm uykusuna daldı ama uyandığında artık bu dünyada olmayacaktı. Kendisinden geriye, o karmaşada gömleğinin cebinden fırlayıp karanlıkta kaybolan, şahinin isminin yazılı olduğu tılsımdan başka bir şey kalmayacaktı. Hüddamcının çağrısı olmaksızın kendi boyutundan insanların boyutuna geçemeyen Azkarsalun, bu nedenle kurduğu tuzağı kollamaya gelemeyecek ve onun en büyük hatası da bu olacaktı.
Mağaraya giden ekipten saatler geçmesine rağmen ses çıkmayınca neler olduğunun anlaşılması için olay mahalline destek ekip gönderildi; ancak kötü haber çabuk yayıldı. Ne mağaranın girişinde, ne kuyunun etrafında, ne de ormanın içinde Oğuz Bey ve ekibinden herhangi bir iz vardı. Sanki hepsi birden yer yarılıp da içine girmişti. Daha kapsamlı bir arama yapabilmek için havanın aydınlanmasını bekleyen cin avcılarına ilk kez Şevval ve ağabeyleri de katılmış, İmam Efendi bu kez onları uzak tutacak bahane bulamamıştı. Biricik babalarının ortadan kaybolması hem Şevval, hem de ailenin diğer fertleri için büyük bir yıkım oldu. Ekibe zaman zaman nazarcı ve duacı olarak yardım eden tecrübeli kadınlar, evde baygınlık geçiren Nurdan Hanım’ı teskin etmeye çalışıyorlardı. Aile dostları ve ekibin kıdemlilerinden olan Mehmet Bey duruma el koymuş, Oğuz Bey ve adamlarını en kısa zamanda sağ salim bulabilmek için canını dişine takmıştı. Oğuz Bey’in oğulları Şevket ile Orhan bir yandan babalarının izini sürerken, bir yandan evdeki durumları idare etmeye uğraşıyorlardı. Ancak böyle bir olayda Şevval’i kontrol etmek hiç mümkün değildi. Genç kızın normalde de deli akan kanı, babasının yokluğuyla iyice dizginlenemez hale gelmişti. Sabah akşam demeden arama çalışmalarına katılıyor, yemeden içmeden ve elbette kimsenin sözünü dinlemeden babasını bulmak için didiniyordu.
Bulunmaktan fersah fersah uzak olan Oğuz Bey ise çok başka bir âleme gözlerini açmıştı. Başta nerede olduğunu anlamamış, mağaranın girişindeki kuyunun içine düşerek Tekür denen canavarın gazabına uğradığını sanmıştı. Ancak ne içinde bulunduğu kuyu o kuyuya benziyordu, ne de solduğu hava normal havaya. Üzerinde bir ağırlık vardı; aldığı nefesler onu sersemletiyor, hareketlerini yavaşlatıyordu. Üzerinde uyandığı zemin de tuhaftı; bir iskelet ve kemik yığınının içinde bulmuştu kendini. Etrafı kurukafalardan örülmüş bir duvarla çepeçevre sarılmıştı, bu duvar tepesinde geniş ağızlı, derin bir kuyu oluşturuyordu. İçerisi yukarıdan yansıyan kızıl bir ışıkla aydınlanıyordu; bu yüzden duvarın içindeki iskelet yüzleri açık açık görebiliyordu. Kimi insana, kimi hayvana, kimiyse ikisi de olamayacak şeylere ait bu kemikler onu ürpertmişti. Silahlarının hiçbiri yanında değildi, inancına tutunmaya çalışarak dua etmeye başladı. Fakat saatler geçmesine rağmen bir değişiklik olmuyordu. Bir ara durup kulak kesildi ama dışarıdan acayip bir uğultu dışında hiçbir ses gelmedi. Olan bitenden bihaber olduğu için aklına Azkarsalun’u çağırıp yardım istemek geldi. Bir hevesle elini gömleğinin içine sokup cebinin içinde dolaştırdı ama tılsım yerinde değildi. Üstünü başını yoklayıp aradı ama yoktu işte. Tılsımın kaybolması onu iyice işkillendirmişti; bu sefer duayı, muskayı falan bırakıp avaz avaz bağırmaya başladı. Ne yazık ki sesini hiçbir insanoğluna duyuramayacaktı.
Neden sonra tepesinde bir kanat sesi duyunca kafasını kaldırdı, o tanıdık kızıl tüylerle ve çok iyi bildiği sapsarı gözlerle karşılaşınca bir an yüreği sevinçle doldu. Koca şahin kuyunun ağzına tüneyerek kanatlarını indirdi, pençelerinin altında kırılan kemik parçalarından bazıları metrelerce aşağıya Oğuz Bey’in kafasına düştü. Fakat buna aldırmadı adam; demek Azkarsalun efendisini bulup ona yardıma gelmişti, işte şimdi hak etmişti bütün mükâfatları. Hele şuradan bir kurtulsun, ne isterse cinin önüne serecekti Oğuz Bey. Ancak o da ne? Onu kurtarmak ve yardımına gelmek şöyle dursun; karşısına geçmiş en tiz “krii-eerk!”lerle neşeli kahkahalar atmıyor muydu alıcı kuş?
“Hayırdır kudretli kamhan? Kuyuya mı düştün, yoksa yolunu mu kaybettin? Yazık sana!”
Şahinin tüyleri, gagası, kanatları ve pençeleri değişerek başka şekiller alırken sesi de boğuklaşıyor, yırtıcı bir kuşun çığlığından ne insana, ne hayvana ait olabilecek korkunç bir homurtuya dönüşüyordu. Hayatı boyunca kabullendiği tek efendisinin yüzyıllar önce kopuz eşliğinde söylediği sözleri tekrar etti, “Hani övdüğümüz bey erenler, dünya benim diyenler? Ecel aldı, yer gizledi, fani dünya kime kaldı?”
Ardından gelen dehşetli kahkaha onunla açıkça dalga geçtiğini belli ediyordu. Oğuz Bey’inse aklı başına anca gelmişti; cinin tılsım olmadan, çağırılmadan böyle çıkıp gelmesi, kendiliğinden şekil değiştirebilmesi ve son olarak da bu alaycı sözleri kendisinin bir komploya kurban gittiğinin kanıtıydı. Ancak olayın boyutlarının da, kendi bulunduğu boyutun da farkında değildi hüddamcı.
“Söyle ne yaptın? Adamlarım nerede?!”
Artık iyiden iyiye değişen ve Oğuz Bey’in en korkunç kabuslarında görse bile tanıyamayacağı bir şekle bürünen Azkarsalun, on metreye ulaşan boyuyla kuyunun içine eğilerek uzun ve sivri dişlerle kaplı ağzını yaya yaya güldü.
“Dedik ya; ecel aldı, yer gizledi! Zavallı fani Oğuz kimlere kaldı?!”
Yaratığın kahkahası kuyunun derinliklerinde yankılanırken ilk kez Oğuz Bey’in yüreğine buz gibi bir korku yerleşti. Tepesinde dikilen ne idüğü belirsiz canavara bakarken hırs ve öfkeden dudaklarını ısırmıştı. “Ne yaptın onlara? Neredeler, cevap ver çötrög?!”
Azkarsalun şahinden çok, Oğuz Bey’in ismini söylediği gibi bir şeytanı andıran yüzünü yaklaştırdı. Sanki bir anda adamın tepesinde bitivermişti. “Boş ver onları şimdi; asıl soru, sen neredesin çoraman?”
Oğuz Bey’in içini titreten yeni bir kahkaha dalgası gelecekken ani bir gümbürtüyle yer gök sallanmaya başladı. Ardından Azkarsalun’unkini katbekat aşan, korkunç bir kükreme duyuldu. Oğuz Bey olduğu yere çöktü; tepesindeki yaratığın da aynı ürküntüyle sindiğini, hatta şeklen de küçülerek büzüldüğünü fark etti. Onu bile korkutan bir şey olması adamı iyice endişelendirmişti ki, kafasını kaldırınca endişelerinde haklı olduğunu gördü. Kemikten kuyunun tepesinde heyula gibi, bir dudağı yerde bir dudağı gökte masal devlerini andıran koca bir yaratık tezahür edince nereye sığınacağını şaşırdı. Kırk bir defa Salât-ı Tefriciye okumaya niyetlenmiş; fakat yirmi birincide nefesi kesilmiş, sözleri karıştırır olmuştu. Tövbe demeye bile vakit bulamadan yukarıdaki mahlûkun gök gürültüsün andıran sesini duydu.
“Misafirimizi karşılamışsın ha kardeşim? Sordun mu keyfi yerinde miymiş, bir arzusu var mıymış?”
Azkarsalun karşısındaki yaratığın önünde el pençe divan durarak cevap verdi; tuhaf olan hakikaten de vücudundan elleri ve pençeleri, hatta kanatları olan bir sürü kolun çıkmasıydı.
“Adamlarını sorup durur meczup, kendi derdine yanacağı yerde…”
“Öyle mi?” diye kükreyen yaratık eğilerek kafasındaki beş gözden birini kuyunun deliğine yaklaştırdı, zaten o tek göz de kuyunun girişini tamamen örtmüştü. Siyah bir küreyi andıran, ortasında mavili yeşilli çizgiler bulunan ve enlemesine değil de boylamasına kırpılan göz Oğuz Bey’i karanlıkta bırakarak en ufak zerresine kadar inceledi. Sonra geri çekildi ve diğer gözlerle aynı anda açılıp kapandı.
“Madem öyle, anlayacağı dilden anlatalım… Bak şimdi Oooz bey… Hani siz yakaladığınız cinleri öldürüyor, sonra da kendinize avcı diyorsunuz ya… O iş aslında öyle olmaz; avcı dediğin avladığını yer, yemedikten sonra o avın bir kıymeti kalmaz… Bir de siz insanların kullandığı bir söz var, ava giderken avlanmak diye… Hah işte, tam da öyle bir şey oldu senin avcılara… Ava giderken avladık biz onları, anlarsın ya!”
Gök gürültüsünü andıran kahkahalara Azkarsalun’un sinsi kıkırdamaları eklenince Oğuz Bey daha fazla dayanamadı. Öfkesi korkusuna galip gelmişti, yumruklarını sıkarak bağırdı. “Sizi aşağılık mahlûklar! Onun için mi kandırdın bizi, Azkarsalun haini? Tekür denen bu ahmağa yem etmek miydi amacın?!”
Sinir bozucu kahkahalar kesildi birden; yerini kan donduran, öfkeli bir tıslama aldı. “Bak sen? Dediğin gibi pek kibirli, pek küstahmış bu âdem, Azkarsalun kardeş! Ama asıl ahmak kendisi, farkında değil… Hâlâ ne tekürü sayıklarsın bre cahil! Anlı şanlı Urazmatun’un huzurundasın, haddini bil!”
“Sen ona ne bakıyorsun, odaşım? Haddini bilse en başında türlü oyunla tılsım yapıp beni tutsak eder miydi?”
“Doğru dedin… Âdemoğlundan her kötülük beklenir; sonra da esas kötülüğü yapan kendisi değilmiş gibi geçer böyle karşına hesap sorar, aslan kesilir! Ama yağma yok, şimdi hesap sorma sırası bizde. Yaptıklarının cezasını çekecek, adamlarından beter olacak sonu!”
“Var ol, Urazmatun! Ulu adın bin yaşasın!”
“Merak etme, senin adın da yerde kalmayacak kardeşim. Tılsımını bu zorbanın elinden alıp seni kurtaracağız. Yine özgür olacaksın.”
Azkarsalun’un yüzü korkunç bir gülüşle aydınlandı. İkisinin arasında bu konuşma olurken Oğuz Bey sessiz bir öfke içinde bekledi. Kendince fırsat kolluyordu ama kafataslarından oluşmuş bu derin kuyunun içindeyken yapabileceği bir şey yoktu. Yalnız tılsım lafı geçince toparlandı; eğer hâlâ üzerinde olsaydı o zaman belki bir çıkış yolu bulabilirdi. Fakat tılsım kayıptı ve belli ki kuyunun tepesindeki aklı evvellerin bundan haberi yoktu.
“Hadi bakalım, oyuncağı elinden alınınca ne yapacak senin hüddamcı?!”
Urazmatun kuyunun içine eğilerek diller ve dişlerle dolu kocaman ağzını girişe dayadı ve cennet bahçelerini söndürecek kadar berbat olan nefesini içeri üfledi. Mağaranın girişindekini andıran koyu renkli bir duman aşağı süzülerek Oğuz Bey’in çevresini sardı; fakat bu kez onu uyutmadı. Kara duman kanatlarını açıp kapatan küçük kuşlar gibi adamın etrafında uçuştu; kuşlar görünmez gagaları ve pençeleriyle onu didiklemeye, üstünü başını aramaya başladılar. Hiçbir şey bulamayınca tiz çığlıklar eşliğinde havalanarak geldiklere yere döndüler. Ağzını kapatıp yutkunan Urazmatun vaziyeti anlayınca kocaman açtığı beş gözünü de Azkarsalun’a çevirdi, “Yok!”
Kurtuluş umudu içinde bekleyen cin şaşkındı, “Nasıl olur? Tılsımı üzerinden hiç çıkarmaz. Yanındadır, iyi bak!”
“Yok dedim ya! Bir daha düşün, başka bir yere saklamıştır belki?”
“Ha-hayır… O…” Azkarsalun şekil değiştirmesine rağmen sarı sarı parlamayı sürdüren lanetli gözlerini Oğuz Bey’e dikti. Hevesi kursağında kalmıştı ve bu düş kırıklığının acısını ondan çıkarmaya kararlıydı. “Tılsım nerede, hüddamcı?!”
Cevap gelmeyince hepten çıldırdı cin, kükreyerek ayaklarının altındaki kafataslarını dövmeye başladı. Kemikler tepesine düşerken Oğuz Bey bir yandan kollarını başına siper ederek kendini korumaya, bir yandan da aynı sorunun cevabını bulmaya çalışıyordu. Her ne olursa olsun, tılsımın nerede olduğunu bilmediğini bu yaratıklara belli etmemeliydi. Belki o zaman eline bir koz geçerdi.
Yaratık iyice kendini kaybetmeden önce arkadaşı onu teskin etti, “Tamam, sakin ol. Belli ki senin çoraman yine bir oyun peşinde. Burada olmadığına göre tılsımı kendi âleminde bırakmış demektir.”
“O zaman nasıl alacağız? Onların dünyasına geçemeyiz, en azından ben tılsım olmadan yapamam bunu…”
Yaratıkların sözlerinden kendince bir anlam çıkarmaya çalışan Oğuz Bey’i büyük bir şok bekliyordu; çünkü daha önce hiç aklına getirmediği bir ihtimal şimdi gün yüzüne çıkmıştı. Artık kendi dünyasında, insanların boyutunda değildi. Yaptığı ayin cinlerin boyutuna geçiş için bir kapı açmıştı. Büyünün içeriğinden, özellikle de yolculuk ve geçiş ayinini temsil eden uruz runundan bunu anlamalıydı.
“Sabır, kardeşim… Belki de tılsıma ihtiyacımız yoktur… Eğer kuklacıyı ortadan kaldırırsak kuklanın iplerini de serbest bırakmış olmaz mıyız sence?”
İki devasa ve korkunç yaratık sırıtarak birbirlerine baktılar, sonra da uğursuz bakışlarını kuyunun dibindeki adama çevirdiler. Oğuz Bey’inse başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Eğer hemen bir çare düşünmezse bu zalim mahlûkların son ziyafeti olacaktı. Gayri ihtiyari geri adım atınca sırtı kafataslarından oluşan duvara çarptı. Zaten etrafı yerden göğe kadar kemiklerle kaplıydı, insanı korkunç bir kâbustaymış gibi sarıveren ve üzerine gelen ölü duvarlar… İnsan, hayvan ve kim bilir daha ne çeşit yaratıkların iskeletleri, kafaları… Elinde ya da üzerinde silah namına kullanabileceği hiçbir şeyi olmayan Oğuz Bey’in belki de tek umudu olabilirdi.
“O iş öyle basit değil, gafiller!”
Kendisinden beklemediği kadar gür ve kararlı bir sesle çıkış yapınca yaratıkların dikkatini çekmişti. Hazır fırsatı yakalamışken devam etti, “Hadi bana tuzak kurup bir şekilde buraya getirdiniz ama sonunu düşündünüz mü hiç? Bu adam avlayıp yediğimiz o zavallı hayvanlara, insanlara benzemez, bize kolay lokma olmaz demediniz mi? Hadi onu akıl edemediniz; karşınızda koskoca hüddamcı şaman var! Bu herif ne yapar eder bir yolunu bulur, bizi pişmiş tavuktan beter eder de mi diyemediniz?!”
İstediği etkiyi yaratmıştı, bu lafları duyan cinler neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Kemikten kuyunun tepesindeki kendileri, içindeki de Oğuz Bey olmasa hakikaten korkup çekineceklerdi söylediklerinden. Yine de bozuntuya vermedi Urazmatun. “Ne geveliyor bu şaşkın yahu? Korkusundan deli çıktı herhalde, sayıklayıp duruyor!”
Oğuz Bey bağırarak cevap verdi, “Ne delirdim, ne de korktum! Yanındakine sor, beni iyi tanır o. Neler yapabileceğimi bilir ama dikkat et, onun bilmediği maharetlerim de var. Onlar açığa çıkarsa işte o zaman siz korkun, deli zebaniler!”
“Saçma sapan konuşup beni iyice kızdırma Oğuz Efendi! Boşa çırpınışlar bunlar, yorma kendini!”
Azkarsalun’a güldü efendisi, “Peki, sen bilirsin. Ama uyarmadı demeyin, beni buraya kapatmakla iyi etmediniz. Şekerci dükkânına çocuk bırakılır mı hiç?”
“Ne diyor bu be?!”
Bu sefer dönüp yanındaki cine sormuştu Urazmatun sinirle. Oğuz Bey hiç bozuntuya vermeden sürdürdü blöfünü, “Sizin zamanınızda şamanlar ne yapardı, hatırlayın bakalım. Ölülerle, ruhlarla bağlantı kurmazlar mıydı? Eh siz de aldınız beni, ölülerin kemikleriyle dolu bu deliğe attınız. Kimi insan, kimi değil ama hepsinin ruhu burada, yanımda. Bir şamanın onları uyandırması için bekliyorlar!”
Cinlerin birer çiftten fazla olan gözleri yarı şaşkınlık, yarı inanmazlıkla açıldı, Oğuz Bey’in istediği kıvama gelmişlerdi. Son vuruş için biraz daha bekledi hüddamcı ve ekledi, “Onlar uyanıp dirildiği zaman kimin emrinde olacaklar sanıyorsunuz?!”
Hayatta kalmak için söylediği bu yalan işe yaramış, karşısındaki cinlerin ondan ve kendilerinden şüpheye düşmelerini sağlamıştı. Fakat onları daha ne kadar oyalayabileceğinden emin değildi. Zaman burada normalden hızlı akıyordu ve her geçen saniye Oğuz Bey’in aleyhineydi.
Geride bıraktığı dünyada ise günler geceler geçmişti. Ailesi ve dostları emniyet güçlerinin de yardımıyla Oğuz Bey’i aramaya devam ediyorlardı. Yapılan kapsamlı aramalar sonucunda mağaranın içinde diğer yedi adama ait giysiler ve iskeletler bulunmuştu. Üzerlerinden çıkan kimlikler hepsini doğruluyordu; henüz birkaç gün olmasına rağmen cesetlerin üzerinde tek dirhem et bile olmaması cin avcılarını teyakkuza geçirmişti. Herkes gözünü kulağını dört açmış, en ufak bir ipucu bulabilmek için uğraşıyordu. Ancak bir türlü Oğuz Bey’e ya da ona ait bir ize ulaşamadılar. Yedi arkadaşlarının kaybı ekip içinde büyük bir üzüntüye sebep olmuştu. Bayramı kara haberle geçirmiş olan cin avcılarının tek tesellisi, durumu belirsiz olan Oğuz Bey için ufak da olsa hâlâ bir ümidin var olmasıydı. Elbette en çok Şevval sarılmıştı bu umuda; babasının yaşadığına da, onu bulacağına da aynı kuvvetle inanıyordu ve bu kuvvet onu dik tutuyordu.
Yedi adamın kemiklerinin defnedildiği cenaze sonrası annesi Nurdan Hanım’ın fenalık geçirmesine, ağabeylerinin ikazlarına ama en çok da İmam Efendi’nin ters bakışlarına aldırmadan soluğu Ziya’nın yanında aldı. Yirmi birindeki esmer, çelimsiz delikanlı kalabalığın içinden kendisine doğru yaklaşan Şevval’i görünce bir an ne yapacağını şaşırmıştı. İnce zarif vücudu, tatlı gülüşlü güzel yüzü ve bakışlarında kaybolduğu deniz yeşili gözleriyle daha ilk görüşte tutulmuştu genç kıza. Onun Oğuz Bey’in kızı olması da işleri daha karmaşık bir hale sokuyordu. Bir yandan örnek aldığı, hocası ve önderi olarak gördüğü adamın kızı olmasından dolayı Şevval’e daha çok hayran oluyor, öte yandan bu durum kızı onun için ulaşılmaz kıldığından kendi kendine hayıflanıyordu. Ancak heyecanının tek nedeni bu değildi; onu himayesine alıp eğiten İmam Efendi’nin Şevval’e karşı olan tutumu Ziya’yı iki arada bir derede bırakıyordu. Yine de o yeşil gözler kendisine bir kez baktı mı kilitlenip kalıyor, ona hayır diyecek gücü kendine bulamıyordu. Şimdiyse herkesin içinde, özellikle ağabeylerinin ve İmam Efendi’nin olduğu bir ortamda kalkıp yanına gelmiş, onu yine zor durumda bırakmıştı. Fakat her zaman olduğu gibi tek bir bakışıyla Ziya’ya dünyaları unutturuyordu.
“Konuşmamız lazım, Ziya. Yardımına ihtiyacım var.”
Sanki bir efsunu harekete geçiren sihirli sözleri söylemiş gibi Ziya’nın bütün savunmalarını delip iradesinin iplerini eline almıştı genç kız. Onun ardından yürüyerek kalabalığın içinden sıyrıldığında Ziya’nın aklında ne İmam Efendi, ne liyakat eğitimi, ne de kızın ağabeyleri kalmıştı. Tamamen onun emrindeydi ve Şevval’in isteği de buydu.
“Diğerlerinin ne dediği umurumda değil, babamı bulacağım. O mağaraya tekrar gideceğim, gerekirse yerin yedi kat dibine ineceğim ama onu geri getireceğim, anladın mı beni? Bunun için sana ihtiyacım var, Ziya. Bana yardım etmeni istiyorum ama kabul edemem dersen de seni anlarım. Sonuçta hiçbir şey için zorunlu değilsin, seçim senin…”
Kızın heyecan içinde ardı ardına sıraladığı lafları dinlememişti bile Ziya. O konuşurken sadece belli belirsiz, yamuk bir tebessüm yerleşti yüzüne, bitirince de tebessümü belirginleşti. “Elbette sana yardım ederim, Şevval. Sormana bile gerek yok.”
Delikanlının kendisine olan hayranlığının farkında olan ama bazen hoşuna gitse de, bu ilginin açığa çıkmaması için görmezden gelen Şevval bu cevabı bekliyordu. “Sağ ol, gerçekten.”
İlgi ve hayranlığının meydana çıkmaması için kızdan daha büyük bir çaba sarf eden Ziya kendini toparladı, “Lafını bile etme, sonuçta Oğuz Bey benim de babam sayılır…” Kırdığı potun Oğuz Bey’e damat olma hayallerini çağrıştırması ihtimaline karşın hemen düzeltmeye çalıştı, “Yani o hepimizin babası, liderimiz bizim… O yüzden…”
Son anda kurtarmıştı ama zaten Şevval’in bunları fark edecek hali yoktu. Daha fazla zaman kaybetmeden iş koyuldular ve gerekli hazırlıkları ekipten gizli olarak yapıp mağaranın yolunu tuttular. Kuyunun başına geldiklerinde Ziya’nın bazı çekinceleri vardı.
“Şevval, bak doğru bir şey yapmıyorsun. Jandarma da, itfaiye de baktı; baban o kuyunun içinde değil!”
Şevval yeşil bir alevle yanan gözlerini inatla ona dikti, “Biliyorum ama ondan bir iz, bir ipucu kalmış olabilir. O cini bulmak için işareti bu kuyunun duvarına çizmiş, demek ki bir alakası var.”
“Tamam ama bu git de kuyunun içine atla demek olmuyor. En azından bırak ben bakayım.”
“Sen şunu sıkıca bir yere bağla yeter,” diyerek lafı Ziya’nın ağzına tıktı Şevval, sonra da ona uzunca bir halat uzatıp gerisini kuyunun içine sarkıttı. Teçhizatı tamam, kendisiyse kararlıydı. Değil Ziya, şu an babası bile çıkıp gelse onu kararından vazgeçiremezdi.
Ziya halatı irice bir ağacın gövdesine bağladıktan sonra kuyunun başında bekleyen Şevval’in yanına geldi. Kızın daha kısa başka bir halatı beline bağlamasına yardımcı oldu ve ipin diğer ucundaki çengeli kendi belindeki kayışa takarak sağlamlığını kontrol etti. O an Şevval’le birbirlerine bağlanmış oldukları fikri onu heyecanlandırsa da, hemen aklını başına toplayıp kızın duvara çıkmasına, ardından da kuyunun içine girmesine yardım etti. Gündüz gözü olmasına rağmen içinde bulundukları orman da, hemen ilerideki tekinsiz mağara da onu tedirgin ediyordu. Üstelik o mağarada yedi adamın etlerinin kemiklerinden sıyrılarak öldürüldükleri gerçeği de durumu düzeltmiyordu. Yine de bu düşünceleri zihninden uzaklaştırarak dikkatini halatın ucunda kuyunun derinliklerine inmekte olan Şevval’e verdi.
Genç kız kuyunun duvarındaki çentik ve gediklerden yararlanarak kolayca aşağı inmişti. Yaklaşık on beş dakikalık bir uğraşın sonunda botları çamurlu su dolu zemine basınca doğruldu. Halat fazlasıyla yetmişti, sarkan kısımları kenara çekti ve kafasındaki kaskın fenerini yaktı. Yukarıdan çok az gün ışığı alan kuyunun içi onun her başını oynatışında aydınlanıyordu. Önce etrafını kolaçan etti, şüpheli ya da dikkatini çeken bir şey yoktu. Zaten jandarma ve itfaiye ekipleri de aramalarında hiçbir ize rastlamamışlardı. Fakat bir iz olmalıydı; Şevval bu ümide o kadar inanmıştı ki, hiç oyalanmadan kendi araştırmasına başladı. Kuyunun duvarlarındaki taşları, dibinde dize kadar gelen çamurlu suyu, her yeri üşenmeden didik didik etti. Fakat hayvan pisliklerinden, leşlerinden, bitki artıklarından ve yosunlaşmış taşlardan başka hiçbir şey bulamadı.
Saatler geçmesine rağmen gelişme kaydedemeyince Ziya’ya seslendi ve yukarı çıkmaya hazır olduğunu söyledi. Şevval ağaca bağlı olan ipe tutunarak yukarı tırmanırken Ziya da kendi beline bağlı olan halatla onu yukarı çekiyordu. Ancak ikisi de ağaçtaki ipin işgüzar bir sincap tarafından kemirildiğinin farkında değildi. Tam yolu yarılamışken kız tekrar asılınca tutunduğu halat birden koptu. Şevval kendini bir an boşlukta, sonra da gerisin geri kuyunun içine düşerken buldu. Belinden bağlı olduğu Ziya bir anlık gafletle boş bulunmuştu, neredeyse onunla birlikte aşağı düşecekti. Fakat hemen toparlandı ve kuyunun duvarına tutunarak kendini frenledi. Beline baskı yapan ağırlıkla mücadele ederken kıza seslendi, “Şevval, iyi misin?!”
Genç kız, Ziya’nın halatı onu tutmadan önce kuyunun duvarına çarparak biraz hırpalanmıştı ama taşlardaki çıkıntılardan birini yakalamayı başardı. Kan ter içinde duvara yapışmış halde, Ziya’nın onu tutacağından emin olarak derin bir nefes aldı.
“İyiyim. Ne oldu öyle?!”
“Bilmiyorum, ip koptu. Öteki bende, seni çekeceğim, merak etme. Bir şeyin yok, değil mi?”
“Tamam, bir şeyim yok. Sen ipi sıkı tut, ben çıkarım.”
Şevval’in başının çaresine bakabileceğine dair inancını ve inadını artık çok iyi öğrenen Ziya, biraz da ipin kopmasından kendini sorumlu tuttuğu için fazla üstelemedi. Halatı ağır ağır yukarı çekerken kıza zaman tanıdı, deminki telaştan sonra artık daha temkinli davranıyordu. Şevval ise aldığı darbelere rağmen iyiydi; hatta biraz sarsılmak iyi gelmiş, duyularını ve algısını açmıştı. Yukarı doğru tırmanırken duvardaki oyuklardan birinin içinde eli soğuk bir metale değdi. Başta parmakları metalin ıslak yüzeyini kavrayamayınca tutunduğu taş elinin altından kayar gibi oldu. İkinci bir düşme tehlikesine karşı hemen başka bir çıkıntıyı yakalayan kız, kendini sağlama alınca kafasını çevirip neye dokunduğuna baktı. Kaskındaki fenerin aydınlattığı oyukta parlayan metal tabaka gözlerini kamaştırmış ama aynı zamanda yüreğini de hop ettirmişti. Kendisini yukarı çekmeye çalışan Ziya’ya bağırdı, “Ziya, dur! Buldum!”
Durumdan bihaber Ziya şaşkın bakışlarla onu izlerken Şevval ayaklarını duvardaki çıkıntılara dayayarak kendini sağlama aldı. Sonra da boştaki elini oyuğun içine götürerek metal parçasını aldı. Avuç içi kadar gümüş plaka ıslanıp kararmıştı ama üzerindeki sembollerle yazılar hâlâ belirgindi. Genç kız ne olduğunu okuyamıyordu ama belki daha önce görmüş olduğundan, belki de metalin efsununu hissettiğinden, onun babasıyla bağlantılı olduğunu anlamıştı. Hiç de yanılmıyordu; Ziya kendisini yukarı çekerken avucunda sıkı sıkı tuttuğu şey Oğuz Bey’in Azkarsalun’u bağlamak için kullandığı tılsımdı.
Kuyudaki talihli keşfin ardından Ziya ile Şevval tüm dikkatlerini tılsıma verdiler. Ancak ne olur ne olmaz diye ekiptekilere henüz haber vermemişlerdi. Havas eğitiminin sonuna yaklaşan Ziya tılsımın üzerindeki sembol ve yazılardan bir şeyler çıkarmıştı; ancak sonuca varabilmek için daha deneyimli ve bilgili birinin yardımına ihtiyaçları vardı. Bu nedenle Şevval durumu Mehmet Bey’e açmaya ikna oldu; hem babasının yakın dostuydu, hem de Şevval’e karşı her zaman çok iyi ve anlayışlı bir amca olmuştu. Genç kızın ekip içinde en çok güvendiği kişiydi, tabii babası ve Ziya’dan sonra.
Mehmet Bey daha en başından gençlerin bir şeylerin peşinde olduğunu anlamış ama onları zor durumda bırakmamak için pek kurcalamamıştı. O yüzden yardım için kendisine geldiklerinde çok memnun olmuş ve yardım etmeyi hemen kabul etmişti. Hatta dostuna olan bağlılığından, genç kızın durumu herkesten saklama ricasına bile evet demişti. Ona gelmekle en iyisini yapmışlardı; çünkü Mehmet Bey ilmiyle Ziya’nın kaç gündür uğraşıp da çözemediği yazı ve sembolleri anında çıkarmış, kalan birkaç noktayı da kısa sürede aydınlığa kavuşturarak sonuca ulaşmıştı. Fakat bu sonuç üçünü de mutlu etmemişti. Tılsımın Azkarsalun adında bir cini bağlamak ve ona hükmetmek için yapıldığını öğrendiklerinde, Oğuz Bey’le ilgili hep şüphelendikleri bir gerçeği kabullenmek zorunda kaldılar. Üstelik bu acı gerçeği gizlemek zorundaydılar. Mehmet Bey yanlış bir şey yapmış olsa da dostuna ihanet etmek istemiyordu. Ziya için durum biraz daha karışıktı; gözünde o kadar yücelttiği adam aslında sandığından çok daha güçlüydü ama bu onu aynı zamanda günahkâr da yaptığı için Ziya’nın gözünde küçültüyordu. Şevval ise tüm bunları şimdilik göz ardı etmeyi seçmişti; şu an önemli olan babasına ulaşmaktı ve ellerindeki tılsım da bunun tek yoluydu.
Cinin ismini öğrendikten sonra artık yapılması gereken belli olmuştu, bu doğrultuda çalışmaları büyük bir gizlilik içinde hızla tamamladılar. Kayboluşunun üzerinden neredeyse iki hafta geçmiş olan Oğuz Bey’i bulmak için dostu, kızı ve öğrencisi bir araya gelerek ayini başlattılar. Azkarsalun’u çağıracaklar ve neler olup bittiğini ondan öğreneceklerdi. Gerekirse zor kullanmak için lazım olacak her tür silahı getirmişti Şevval. Normalde de gözü pek olan genç kız, söz konusu babası olunca gözünü iyice karartmıştı. Bu iş için en uygun yer olarak mağaranın girişini seçtiler. Aslında geçen sefer Oğuz Bey ve adamlarının başına gelenler göz önüne alınınca epey riskli bir seçimdi; fakat kimselere görünmeden ayini yapabilecekleri başka bir yer yoktu. Üstelik olay mahallinde olmaları, öğrenecekleri bilgiler doğrultusunda yararlı bile olabilirdi.
Karanlık bastırınca kuyunun önündeki yerlerini aldılar. Mehmet Bey, Ziya’nın yardımıyla çağırma ayininin tüm detaylarını eksiksiz olarak tamamladı. Azkarsalun’un tılsımı ayinin odak noktası olarak çemberin ortasında duruyordu. Ancak ritüelin tamamlanmasına rağmen gelen giden yoktu. Ormanın en ıssız köşesinde, karanlık bir mağarayla ondan da karanlık bir kuyunun dibinde, kış soğuğu iliklerine işlerken ve garip yazılarla şekillerin etrafında otururken Mehmet Bey ile Ziya’nın içini bir ürperti sarmıştı. Şevval’inse korku ya da kuşkuyla kaybedecek zamanı yoktu; gözünü dört açmış, Azkarsalun denen yaratığı karşılamak için her an tetikte bekliyordu. Fakat beklediği şey gelmedikçe sabırsızlığı arttı. Sonunda dayanamayarak elini çemberin ortasına götürdü ve tılsımı hışımla kaptı. “Geleceksen gel artık be, yeter!”
Bu sözleri değil ama yoğun bir inançla elinde tuttuğu tılsım bir şeyleri harekete geçirmişti sonunda. Şevval bunun kendi gücü olduğunu düşünecekti; fakat asıl güç damarlarında akan kandaydı. Oğuz Bey cini kendine bağlamak için tılsımı yaparken kendi kanını kullanmıştı, böylece aynı kanı taşıyan kızı tılsımı eline aldığında efsunu canlandırabilmişti.
Bir anda ağaçların arasından kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr kısa sürede hortuma dönüştü ve kuyunun içine doğru akan bir girdap yarattı. Ancak bu girdabın çekim kuvveti içeri doğru değildi; aksine girdabın içinden bir şey çıkmıştı. Kocaman kanatlarıyla heybetli bir kuş gökyüzüne yükseldiğinde üçünün de nutku tutuldu, o uğultunun içinde gıklarını bile çıkaramadılar. Sonra tiz çığlıklar kapladı geceyi; kızıl tüylerle kaplı kanatlarını şimşek hızında çırpan şahin üzerlerine doğru pike yaptığında, Mehmet Bey ile Ziya kollarıyla başlarını korumaya çalıştılar. Şevval ise hazırlıklıydı, efsunlu yayını ve dökümlenmiş çelik uçlu oklarını çıkarıp çoktan nişan almıştı.
Azkarsalun, efendisi başka bir boyuttaki tuzağın içinde olduğundan, hiç beklemediği bu çağrı karşısında şaşkın ve öfkeliydi. Fakat aynı zamanda aradığı tılsımı bulmuş, hatta onu ele geçirme fırsatı yakalamıştı. Yakındaki bir kütüğün üzerine tünerken vahşi bir hırsla parlayan sarı gözlerini genç kıza dikti. Onun Oğuz Bey’in kızı olduğunu bilmeseydi bile, tılsımı harekete geçiren kan bağı yüzünden aralarındaki ilişkiyi çözerdi. Fakat asıl tılsımı ondan nasıl alacağını çözmeliydi.
Kızı kandırmak için türlü numaralar planlamakla öyle meşguldü ki; ne kızın elindeki yayı, ne de kendisine fırlattığı oku görebilmişti. Dökümlü ok hedefine ulaşarak şahini bir anda tepe taklak etti ve sağ kanadıyla birlikte ağaca saplandı. Yaratık acı çığlıklarla ortalığı inletiyordu ama Şevval aldırmadı. Vakit kaybetmeden ikinci oku gerdi ve kuşun diğer kanadını da başka bir ağaca çivileyerek onu kıskıvrak yakaladı. Azkarsalun iki ağaç arasına çarşaf gibi asılıp kalmıştı.
Ziya ile Mehmet Bey de şaşırmışlardı kızın bu ani hamlesine. Hiçbir şey yapamadan hayranlık dolu bakışlarla onu izliyorlardı. Şevval aynı kararlı ve sert tavrını sürdürerek yayını indirdi. Babasının cephanesinden ödünç aldığı, cinleri öldürmek için özel olarak okunmuş ve dökümlenmiş olan kamayı belindeki kılıftan çıkardı. Diğer elinde de tılsımı tutuyordu. Yaratığın acı dolu çığlıklarına aldırmadan ağır ağır yürüdü ve tam cinin karşısında durdu.
“Demek Azkarsalun sensin!”
Alıcı kuş kapana kısılmış ürkek bir serçe gibi çırpınırken kıza yalvarmaya başladı, “Aman diyeyim, Şevval Hatun! Ben ne ettim sana? Acı, merhamet et! Kulun kölen olayım!”
Şahinin kanatları dökümlü okların etkisiyle kıpırdamaz olmuş, yaralarından siyah küller dökülmeye başlamıştı. Fakat acıyla inlemesi, yakarması kızı etkilememiş gibiydi, “Bak sen, adımı da bilirmiş! Anlat bakalım, başka neler biliyorsun? Babam nerede, ona ne oldu, söyle!”
Cin bir viyaklama tutturdu, “Ben ne bilirim, zavallı biçarenin tekiyim, sal beni de gideyim!”
“Bırak palavrayı! Ya olanları anlatırsın ya da kelleni şuracıkta kesiveririm! Öt hadi, minik kuş!”
Genç kızın amansız tavrı her ne kadar onu korkutsa da, bu aşağılamaları ve tehdidi Azkarsalun’u sinirlendirmişti. Çektiği acıya rağmen kafasını toparlayıp ona son bir oyun etmeye karar verdi. Yalancı bir yakarış tutturarak anlatmaya başladı.
“Ben de efendimi arar dururum. Kamhanım gittiğinden beri kolum kanadım kopuk, ben onsuz yaşayamam ki! Ama sahibimi bulmam için o elindeki tılsım lazım bana. Önce şu zehirli okları bir çözüver, beni azat et. Sonra da tılsımı ver ki gidip Oğuz Bey’imi bulup getireyim!”
Bu sahici teklif diğerlerine inandırıcı görünse de, Şevval’i kandıracak değildi. Genç kız başını hafifçe yana yatırarak gözlerini şahinin üzerinde gezdirdi. Onun söylediğini düşünürmüş gibi bekledi, oysa aklında çok daha başka bir şey vardı. Bir anda elindeki kamayı hızla kaldırıp savurarak şahinin pençelerinden birine indirdi. Dökümlü çeliğin kopardığı ayağın acısıyla bağıran cinin çığlıkları tüm ormanı inletmişti. Ziya ve Mehmet Bey de irkilerek oldukları yerde donakalmışlardı. Oysa Şevval kendinden gayet emindi; ateş saçan bakışlarını yaratıktan ayırmadan, bir elinde kanlı kama, diğerinde tılsımla birlikte ona iyice yaklaştı.
“Bana bütün bildiklerini anlatacaksın, Azkarsalun! Yoksa bütün uzuvlarını tek tek koparır, acı çekesin diye seni sağ bırakırım! Sakın yalan söylemeye de kalkma, eğer gerçeği saklamaya çalışırsan o dilini keser sana yediririm. Anladın mı?!”
Sadece cin değil, arkasında duran iki adam bile korkmuşlardı kızın bu amansız halinden. Hele Ziya hem çekinmiş, hem de bir kez daha âşık olmuştu Şevval’e. Mehmet Bey ise İmam Efendi’nin Şevval’i ekibe almamakta niye direttiğini anlamıyordu; şu haline bakılırsa genç kız gelmiş geçmiş en yaman cin avcılarından biri olmaya adaydı.
Azkarsalun da bunu anlamış olmalıydı; hem korkudan, hem de kızın ismini söyleyerek doğrudan emir vermesi yüzünden her şeyi anlattı. Gerçeğin en azından bir kısmını saklamak onun hayrına olurdu belki; fakat tılsımın hükmü ona seçim şansı bırakmıyordu.
Korkunç gerçeği ve cinin babasına oynadığı hain oyunu öğrenince Şevval’in öfkeden gözü dönmüştü. Elindeki kamayı yaratığın kafasına saplamak üzere havaya kaldırdı ama Ziya ile Mehmet Bey yetişip onu durdurdular. Oğuz Bey’e ne olduğunu nihayet öğrenmişlerdi ama iş burada bitmiyordu. Şevval pek kabul etmek istemese de, onu kurtarabilmek için bu adi yaratığa ihtiyaçları olabilirdi.
Onlar bu konuyu tartışırken, burada daha fazla kalırsa akıbetinin hiç iyi olmayacağını anlayan Azkarsalun atağa geçti. Dökümlü oklardan kurtulmak için kanatlarının yırtılmasını, hatta kopmasını göze alarak ileri doğru atıldı ve tek ayağının üzerinde hoplaya hoplaya kuyuya kadar gitti. Şevval ve diğerleri daha ne olduğunu anlayamadan, perişan olmuş kanatları ve tek sağlam pençesiyle kendini kuyudan içeri bırakmayı başarmıştı. Hemen koşup arkasından baktılar ama kuyunun içinde cinden hiçbir iz yoktu; Şevval’in elinde kalan kopuk, yanık bir pençe dışında.
Pençenin sahibi son anda kendi boyutuna dönmeyi başarmıştı ama hali haraptı. Yaralı kanatları ortalarındaki kocaman deliklerle küle dönmüş, iş görmez hale gelmişti. Kesilen pençesi yüzünden bir ayağı kor halinde yanmaya devam ediyordu. Urazmatun’un yanına döndüğünde bitkin haldeydi; fakat aklı hâlâ yerindeydi. Kuyunun dibinden onları dinlemekte olan Oğuz Bey’in anlamaması için dostuyla kendi dilinde konuştu ve başına gelenleri anlattı. Gerçekleri öğrenen cin avcılarının harekete geçmesi an meselesiydi, o yüzden ellerini çabuk tutmaları gerekiyordu. Azkarsalun arkadaşından son bir iyilik istedi.
Urazmatun korkunç gözlerini kuyunun içine çevirdiğinde Oğuz Bey korku dolu bakışlarını ondan gizlemeye çalıştı. Azkarsalun’un birden ortadan kaybolup şimdi bu halde geri gelmesi ve Urazmatun’la yaptıkları gizli konuşma hayra alamet olamazdı. Bir şeyler olduğu aşikârdı ama her ihtimale karşı başladığı oyunu sürdürmeye kararlıydı. Ancak cinlerin onun için başka planları vardı.
Diller ve dişlerle dolu korkunç ağız kuyunun başına yaklaştı, “Eee Oooz efendi, hadi yine iyisin! Bana kalsa hiç düşünmez, senin gibi bir hüddamcı bozmasını anında lime lime ederdim ama şu yiğit kardeşime dua et. Senden öcünü bileğinin hakkıyla almak ister. Er meydanına çıkıp dövüşeceksiniz, sadece ikiniz! Tılsım olmadan, ölü diriltme palavraları sıkmadan… Bakalım yine böbürlenebilecek misin? Görelim oğuzluğunu, hadi!”
Bu sözler Oğuz Bey’i ürküttü; fakat onu asıl korkutan Urazmatun’un bir üfleyişiyle kuyunun duvarlarının yıkılmaya başlamasıydı. Etrafını saran kemikler, kafatasları tepesine düşerken kendini zor korudu hüddamcı. Fakat birebir dövüşte kendisini Azkarsalun’a karşı nasıl korurdu, işte onu hiç bilmiyordu. Dökümlü silahları, muskaları, tılsımları olmadan yaralı bile olsa bir cinin karşısında, üstelik de onun boyutunda hiç şansı yoktu. Ancak işini şansa bıraktığı için geçmemişti koca cin avcıları ekibinin başına, bunca zaman onu Oğuz Bey yapan şey her neyse hâlâ içindeydi. Etrafına dökülen iskelet parçalarından uzun, sivri uçlu bir kemik buldu ve tepesindeki cinlere çaktırmadan alıp sakladı, sonra da usul usul okuyup üflemeye başladı. Belki elinde malzemeleri olmadan kemiği dökümlü bir silah haline getiremezdi ama denemeye değerdi. Ekipteki silahların çoğunu kendisi dökümlediği için işlemi iyi biliyordu; eksik kısımlar için kendiliğinden uydurma ve eklemeler yaparak sonunu Allah’a havale etti.
Kemikten kuyu tamamen çökünce ortalık aydınlanmış, Oğuz Bey kendini koskoca bir çölün ortasında, kafataslarıyla dolu bir tepenin üstünde bulmuştu. Kapkara gökyüzünde güneş ya da herhangi bir ışık kaynağı yoktu, kıpkızıl kumlardan yayılan ışık her yeri aydınlatıyordu. İçine çektiği hava kuyudakinden daha temiz ama yine de ağır ve yoğundu. Bedeninin bu yeni ortama uyum sağlaması için soluklarını düzenlemeye, dövüşe hazırlanmaya çalıştı. Rakibi ise çoktan hazırdı. Azkarsalun şahin formundan çıkmış, daha öncekinden farklı ama bir o kadar kocaman ve korkunç bir bedene bürünmüştü. Yine de halinden yaralı olduğu anlaşılıyordu. Eğer Oğuz Bey tek şansını akıllıca kullanırsa belki bir kurtuluşu olabilirdi.
Toyun ile çora, çölün ortasında karşı karşıya geldiler. Urazmatun kenara çekilmiş, dostunun şerefini kurtarması ve sahibiyle hesaplaşması için işine karışmamıştı. Azkarsalun böyle olmasını özellikle istemişti. Ağır yarasına rağmen elinde yıllardır esir olduğu adamla yüzleşmek, ismini kurtaramasa da en azından kendisini ondan kurtarmak istiyordu. Üstelik silahlarından ve tılsımlarından arındığında o sadece bir insandı. Zavallı, zayıf bir adam…
Cinle insanın mücadelesi başlamak üzereyken ortalık sessizdi. Yalnızca Oğuz Bey’in dudakları kımıldıyordu; içinde bulunduğu âlemde olduğundan da yaşlı görünen adam aynı duaları tekrarlayarak doğru zamanı bekliyordu. Artık özgürlük zamanının geldiğini düşünen Azkarsalun olanca heybetiyle üzerine hücum ettiğinde yerinden kıpırdamadı. Korkusuna ve öfkesine rağmen dimdik durarak inancına sığındı. Yaratık yıkılan bir bina gibi üstüne geliyordu, yine de bekledi ve arkasına sakladığı uzun kemik parçasını hazırladı. Allah’a yakaran sesi gittikçe yükseliyordu. Cin tam üzerine çullanacakken bağırarak son bir Besmele çekti ve okunmuş kemiği mızrak gibi tutarak yaratığın böğrüne sapladı.
Bu hamleyi hiç beklemeyen Azkarsalun şaşkınlıkla acı bir feryat kopardı. Geri çekilmeye çalıştı ama ağırlığı yüzünden yere kapaklandı. Oğuz Bey son anda yana çekilerek onun altında kalmaktan kurtulmuştu. Fakat gerçekten kurtulup kurtulmadığından henüz emin değildi. Can havliyle dönüp yaratığa bakmaya cesaret edebildiğinde, Azkarsalun’un göğsündeki mızrakla yerde yatmakta olduğunu gördü. Kemiğin saplandığı yerde koca bir delik açılmıştı; içinden kara bir dumanla birlikte küller dökülüyordu. İşe yaramıştı; Oğuz Bey’in mutlak bir inanç ve tevekkülle okuyup üflediği kemik parçası tıpkı dökümlenmiş bir silah gibi cini öldürmüştü.
Aldığı yaradan yayılan korlar tüm vücudunu sararak kısa sürede Azkarsalun’un bin yıllık yaşamını sona erdirdi. Sonunda tamamen toza dönüşüp yok olduğunda Urazmatun da, Oğuz Bey kadar şaşkındı. Arkadaşını kaybetmenin acısı ve kızgınlığıyla yeri göğü inleterek kükredi. Onun korkunç haykırışıyla tepenin üzerindeki kemikler ve kafatasları havada uçuşmaya başladı, sonra da Oğuz Bey’in üzerine yığılarak adamı kemikten bir hücrenin içine hapsetti. Öfkeli cin, bu düzenbaz insanoğluyla ne yapacağına karar verene dek orada onu orada tutacaktı.
Şevval ise ne yapacağına çoktan karar vermişti; babasının kuyuya çizdiği sembolü ve ayini kullanarak öteki boyuta geçecek, onu kurtaracaktı. Oğuz Bey büyünün formülünü kimseye anlatmamıştı ama içeriğini unutmamak için not aldığı kağıt Şevval’in eline geçmişti. Kalan detayları da babasının çalışma odasındaki gizli bölmelerde saklı olan belgelerden eliyle koymuş gibi buldu. Bunca zaman boşuna babasının peşinde bir gölge gibi gezinip durmamıştı.
Mehmet Bey başta kızı bu çılgın plandan vazgeçirmeye çalıştı; cinlerin boyutuna geçse bile babasını bulabilecek miydi, onu oradan kurtarabilecek miydi, haydi kurtardı diyelim sonra nasıl geri döneceklerdi? Tüm bu sorular karşısında Şevval’in verdiği cevap kesin, önerdiği çözüm ise diğer boyuta geçme kararından daha çılgıncaydı. Fakat onu kararından döndüremeyeceğini anlayan Mehmet Bey’in kıza yardım etmekten başka çaresi yoktu. Hem dostunu, hem onun kızını yarı yolda bırakamazdı. Ziya’nınsa iknaya ya da kanıta ihtiyacı yoktu; Şevval’e körü körüne bağlıydı ve kızın peşinden değil dünyanın öteki ucuna, öteki dünyanın ucuna bile giderdi.
Zorlu seferin öncesinde Mehmet Bey artık durumu diğerlerine bildirmeleri konusunda ısrar etti. Ancak Şevval’in tek ricası vardı; İmam Efendi’nin hiçbir şeyden haberi olmamalıydı, yoksa hem kızın bu göreve gitmesini önlerdi, hem de gerçekleri öğrenirse babasının ekip içindeki konumu ve haysiyeti zarar görürdü. Mehmet Bey çaresiz kızın bu şartını da kabul etti; durumu güvendiği birkaç adamından başka kimseye anlatmadı. Onlar da yardım için ne gerekirse yapmaya gönüllü olmuştu zaten; hatta içlerinden yiğit ve güvenilir bir adam olan Kenan onlarla beraber gitmekte diretmiş, Oğuz Bey’i kurtarmak için aralarına katılmıştı.
Kısa süre sonra hazırlıkları tamamlamış olarak tekrar mağaranın girişindeydiler. Mehmet Bey’e sadık olan adamlar her ihtimale karşı geride kalıp bir sorun çıkarsa müdahale edecek ya da ekibin kalanına haber götürecekti. Mehmet Bey, Ziya, Kenan ve Şevval’den oluşan dört kişilik ekipse silahları, muskaları ve tılsımlarıyla göreve hazırdı. Mehmet Bey kuyunun duvarına yaklaşıp bir süre önce Oğuz Bey’in yaptığı ritüelin aynısını tekrarlarken kimseden çıt çıkmıyordu. Karşılarına ne çıkacağını bilmiyorlardı ama Şevval gibi onlar da amaca odaklanmışlardı.
Mehmet Bey ayini tamamladıktan sonra ormanı yine bir sessizlik sardı. Kurtpençesiyle yaban öküzü kanından yapılmış uruz sembolü duvardaki taşlar tarafından emilirken herkes nefesini tutmuştu. Ancak buna gerek kalmadı; çünkü geçen seferki boğucu kara sis ortalıkta görünmüyordu. Sadece kuyunun içinden parlak, beyaz bir ışık seli yukarı doğru aktı ve her yeri aydınlattı. Cinler âleminin kapısı açılmıştı; fakat bu kez cin avcılarını bekleyen bir tuzak yoktu. Urazmatun’un hem onlar, hem de Oğuz Bey için başka planları vardı.
Azkarsalun’un anlattıklarından, cin avcılarının liderlerini kurtarmak için boyut değiştirmeyi göze alacaklarını tahmin etmişti. Elinde olsa başına bunca dert açan adamı geldiği yere postalayıp ondan kurtulurdu; fakat geçidi kendisi açamazdı. Oğuz Bey’e verdikleri anahtar tek taraflıydı, kapı ancak insanlar tarafından açılabilirdi ve anahtarı kendi elleriyle onlara vermişti. Üstelik bu kez onları öldürecek ya da etkisiz hale getirecek bir tuzak hazırlamaya zamanı da yoktu. İnsanlar her an baskına gelebilirdi; onlardan korktuğundan değil ama Azkarsalun’un başına gelenlerden sonra daha dikkatli olması gerektiğini anlamıştı. Kafasını çalıştırdı; elinde böyle her an patlamaya bir silah varken, neden kendini ya da başka bir cin dostunu riske atsındı ki?
Urazmatun, sinsice sırıtarak kemikten hücrenin üzerine eğildi ve kafataslarıyla birlikte Oğuz Bey’i de titreten bir sesle konuştu, “Sana bir şans daha, hüddamcı! Zavallı Azkarsalun’u hileyle harcadın ama bakalım diğer dostlarımla başa çıkabilecek misin? Eğer kazanırsan ne âlâ, seni bırakırım evine dönersin. Ama kazanamazsan, işte o zaman benim akşam yemeğim olursun!”
Cinin teklifi Oğuz Bey’i hem korkutmuş, hem de içinde ufak bile olsa bir umut yeşertmişti. Özgür kalmak konusunda ona pek güvenemese de, her halükarda şu dostlarım dediği yaratıklara karşı kendini savunması gerekecekti. O yüzden etrafını çevreleyen hücreden koparabildiği kadar sivri, uzun kemik parçası toplayarak önüne serdi ve tüm inancıyla dua okumaya başladı. O sırada eskiden kemikten kuyunun bulunduğu yerde bir ışık patlaması oldu. Geçit açılıyordu. Zamanın geldiğini anlayan Urazmatun kendisini gizledi ve büyüsünü harekete geçirdi.
Kemikten kafes yıkıldığında ve ışıktan kapı tamamen açıldığında, parlayan kızıl kumların aydınlattığı çölde beş karanlık figür belirmişti. Kemik yığınının üzerinde, devamlı şekil değiştirerek hareket eden kocaman gölge bunlardan biriydi. Diğer dördü ışığın içinden çıkıp gelen cisimsiz, tekinsiz karaltılardı. Hiçbirinin ne olduğu tam olarak anlaşılmıyordu; ancak çölün ortasında karşı karşıya geldiklerinde mücadelenin dörde bir olacağı belliydi. Oğuz Bey bunun adil olmadığını düşündü içinden; fakat asıl adil olmayan şey Urazmatun’un büyüsü yüzünden kendi kızını, dostunu ve öğrencisini tanımayıp onları birer canavar olarak görmesiydi.
Şevval ve yanındakiler kuyudan içeri atlayıp da kendilerini cinlerin âleminde bulunca ufak bir bocalama anı yaşamışlardı. Bu ağır havada hareket etmek de, nefes almak da zordu. Ancak kendilerine geldiklerinde karşılarında kocaman, korkunç bir yaratık görünce hiç düşünmeden ateş etmeye başladılar. O yaratığın Oğuz Bey olduğunu bilmeden tetiğe asılmışlardı; neyse ki tüfek ve tabancalarının mekanizmaları bu boyutta çalışmıyordu. Silahlardan ne kurşun, ne de ateş sesi çıkmayınca birkaç kez sallayıp tekrar denediler ama işe yaramadığından başka bir yönteme başvurdular.
Oğuz Bey karşısındaki yaratıkların ne yapamaya çalıştığını anlamamıştı. Silah sesi duymadığı için karaltıların hareketleri ona anlamsız geliyordu. Onlar oyalanırken kendisini ve okunmuş kemik mızraklarını hazırladı. Gölge figürün saldırıya hazırlandığını fark eden Kenan cengâverlik göstererek kılıcını çekti ve ileri atıldı. Mehmet Bey’in emirlerini ya da Şevval’le Ziya’nın bağırışlarını dinlememiş, canavara doğru koşmaya başlamıştı.
Bağırarak üzerine gelen bu garip yaratığın ne dediğini anlamayan Oğuz Bey, yaklaştığı zaman onun kocaman bir ayı şeklini aldığını gördü. Mızrağını kaldırıp ayıyı karşılamak üzere harekete geçti. Ona ayı şeklinde görünen Kenan ise karşısında aslanla kaplan karışımı kocaman bir yaratık görünce bir an durup savunma pozisyonu aldı. İkisi de birbirini tanıyacak durumda değildi; her iki adam da azılı ve gözü dönmüş bir cinle mücadele ettiğini düşünerek hücuma geçmişti. Oğuz Bey Kenan’ın savurduğu kılıcı ayı pençesi olarak görüyor, Kenan ise reisinin havaya kaldırdığı mızrağı aslanın sivri dişlerle kaplı ağzı sanıyordu. Kendilerini sakınarak düşmanın açığını yakalamaya çalıştılar; ayı ile aslanın dövüşü bir müddet böyle devam etti. Sonunda Oğuz Bey bir yol bulup mızrağını ayının sol kolunun altına isabet ettirmeyi başardı. Kenan acı içinde bağırarak yere yığıldı. Aldığı yara ölümcül değildi ama onu etkisiz hale getirmişti.
Bunu gören Şevval koşarak Kenan Abisi’nin yardımına gitti. Ziya da üç zincirli gürzünü çıkarıp “Allah! Allah!” nidalarıyla karşısındaki cine saldırıya geçti. Oğuz Bey okunmuş kemiğin cinlerden birini hakladığını zannederek diğerini karşılamak üzere hazırlandı. Bu seferki yaratık kocaman, üç başlı bir yılandı. Gürzün zincirlerinin ucundaki her bir çivili top Oğuz Bey için yılanın başlarından biriydi. Gürzü sallayan Ziya’ya göreyse karşısındaki cin, kurtla köpek karışımı dehşet verici bir canavardı. Başka bir şey olsa belki bu kadar korkmazdı ama küçükken bir köpeğin saldırısına uğrayan Ziya’nın hayatta en korktuğu şey köpeklerdi. Bu nedenle savurduğu gürzü uzaktan canavara doğru fırlatmakla yetinerek geri çekildi. Gürzün çivili toplarından ikisi hedefi bularak kurdu başından yaraladı. Dev yılanın iki kafası tarafından aynı anda ısırılan Oğuz Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Toparlanarak yılana karşılık vermeye hazırlandı; fakat önüne döndüğünde yılanın uzaklaştığını, üç kafasının da yerde kopmuş halde durduğunu gördü. Daha dikkatli bakınca bunların yılan kafası değil, bir gürzün zincirli topları olduğunu fark etmişti. Urazmatun’un büyüsü buraya kadar dayanmıştı.
İşin içinde başka bir iş olduğunu anlayan Oğuz Bey henüz oyunu tam olarak çözememişti. Fakat durup düşünecek zamanı olmadı; Ziya’nın geri çekilmesiyle taarruza geçen Mehmet Bey iki elinde de çift taraflı birer baltayla Oğuz Bey’in üzerine hücum etti. Ancak onun karşısında gördüğü kaç yıllık dostu değil, etrafa alevler püskürten devasa bir ejderhaydı. Oğuz Bey ise bir anda hışmına uğradığı azgın boğanın kocaman boynuzlarından kaçmak için son anda yana atladı. Ama boğa hızını alamamıştı, dönüp saldırısına devam etti. Mehmet Bey’in baltaları boğanın sivri boynuzları, Oğuz Bey’in mızrakları ise ejderhanın pençeleri ve keskin dişleriydi birbirlerine göre. Vuruştular, dövüştüler; yenişemeyen iki dostun, azılı iki düşman olarak mücadelesi dakikalarca sürdü. Fakat Oğuz Bey ilk baştaki kadar azimli ve kararlı değildi dövüşürken. Yerde duran gürz kafasını karıştırmış, daha doğrusu aklını yerine getirmişti. Bu silah ekibe aitti, hatta Oğuz Bey bir zamanlar onu kendi elleriyle dökümlemişti. Öyleyse burada, üstelik de bir cinin elinde ne işi vardı?
Daha fazlasına kafa yoramadan boğa tekrar saldırdı. Bu kez Oğuz Bey onu öldürmeyi değil, sadece etkisiz hale getirmeyi amaçlayarak hamle etti. Mehmet Bey’in baltalarından korunması biraz zordu ama kemik mızraklar uzak mesafeden iyi iş görüyordu. Sadece o sırada kimin ya da neyin kemiklerini kullandığını düşünmemeye çalıştı cin avcılarının lideri. Sıkı ve sağlam darbelerle boğanın iki boynuzunu da işlemez hale getirdi; fakat aslında yaptığı Mehmet Bey’in baltalarını düşürmek olmuştu. Yerdeki boynuzların baltaya dönüştüğünü görünce artık hiç şüphesi kalmamıştı Oğuz Bey’in; bunlar cin avcılarının silahlarıydı ve karşısındakiler de gerçek cin değil, onu kurtarmaya gelmiş cin avcılarının ta kendileriydi. Beyaz ışığın içinden çıkıp geldiklerine göre geçidi açmanın bir yolunu bulmuşlardı. Bu aynı zamanda Azkarsalun’un o telaşlı halini de açıklıyordu; tıpkı onun gibi, Urazmatun da kendisine bir oyun etmişti belli ki.
Oğuz Bey sonunda gerçekleri görmüştü görmesine; fakat bu aydınlanmanın sonunu getiremeden korkunç bir acıyla sarsıldı bedeni. Omzuna saplanan okla yere yığıldı. Kenan’ın yarasıyla ilgilenip onu kenara çeken Şevval toparlanmış, yayını çıkararak karşısındaki cini oklarından biriyle vurmuştu. Amacı yaratığı öldürmek değildi; eğer geldikleri bu garip diyarda babasını bulmak istiyorsa birilerinden bilgi alması gerekiyordu ve etrafta şu kocaman, yedi kollu, korkunç ahtapotumsu yaratıktan başka kimse yoktu. Şevval sırtındaki sadaktan yeni bir dökümlü ok çıkararak yayına taktı, gerdi ve kendisine dev bir ahtapot olarak görünen babasının diğer koluna nişan aldı.
Urazmatun’un zihnine oynadığı oyunu çözünce gözündeki perde de kalkan Oğuz Bey kendisini yaralayanın korkunç bir hayvan görünümündeki herhangi bir cin değil de, kendi kızı olduğunu fark edince can havliyle ona seslendi. Ancak bağırışı Şevval’in kulaklarına ahtapotumsu cinin anlamsız böğürtüsü olarak ulaştı ve genç kız hiç oralı olmadan okunu fırlatmak üzere hazırlandı. Tam gerilen yayı serbest bırakacakken, cinin vantuzlu kollarından biriyle Mehmet Bey’in yere düşürdüğü baltayı almaya çalıştığını gördü. İlk başta bunu yaratığın karşı atağa geçmesi olarak yorumladı ve oku cinin kafasına doğru nişan aldı. Fakat son anda durdu; bir cin kendisine karşı okunmuş ve dökümlenmiş bir silaha dokunamazdı. Oysa bu yaratık baltayı eline almış, hiç de tehditkâr olmayan bir biçimde aşağı doğru sallıyordu.
Şevval’in yayı geren elleri yavaşça gevşedi, oku indirip cine doğru birkaç adım attı. Yaralanmış halde bir köşeye savrulan Mehmet Bey, Kenan ve korku dolu gözlerle olanları izleyen Ziya onu durdurmaya çalıştılar. Ama Şevval kararlı adımlarla canavara doğru ilerlemeye devam etti. Adamlar ona dikkatli olması için bağırıyorlardı ama buna gerek yoktu, cebindeki okunmuş Zemzem suyu dolu şişeyi çıkaran genç kız önlemini almıştı. Ahtapota yeterince yaklaşınca Besmele çekti ve şişenin kapağını açarak içindeki kutsal suyu cinin üzerine boca etti. Tahmin ettiği gibi yaratık yanmamış ya da kızarmamıştı; fakat okunmuş sudan etkilenmişti. Zemzem’in büyüyü ortadan kaldırmasıyla Oğuz Bey’i korkunç bir canavar olarak gösteren perde de yırtılmış, yaralı adamı gözler önüne sermişti.
Babasını o halde karşısında görünce hem acı, hem de sevinç dolu bir çığlık atan Şevval onun yanına koştu. Oğuz Bey’in işaretini tam zamanında görmüş ve ardındaki mesajı fark etmişti. Yoksa genç kızın baba katili olması işten bile değildi. Hemen oku kırıp babasının omzundan çıkardı, baba kız hasretle kucaklaştılar. Mehmet Bey ve diğerleri şaşkınlık içinde olan biteni izliyordu. Demin dövüştükleri korkunç yaratığın aslında Oğuz Bey olduğunu anlayınca hem bocalamışlar, hem de daha kötüsü olmadığı için dua etmişlerdi.
Ancak bu mutluluk fazla uzun sürmeyecekti. Oyununun açığa çıktığını ve planın bozulduğunu gören Urazmatun öfkeli bir kükreyişle meydana çıktı. Gökdelenleri andıran boyu ve akla hayale sığmayan korkunç cüssesiyle cin avcılarının şimdiye kadar karşılaştıkları tüm cinlerden daha güçlüydü. Onunla boy ölçüşemeyeceklerini anlayan Şevval hızlı bir kararla Ziya’ya döndü, “Ziya geçiş ayinini başlat! Mehmet Amca, sen de babamla Kenan Abi’ye yardım et! Ben sizi korur, cini oyalarım.”
Yayını tekrar eline alan Şevval ardı ardına çektiği okları Urazmatun’un üzerine yağdırırken, diğerleri genç kızın dediğini yaptılar. Mehmet Bey, Kenan ile Oğuz Bey’in koluna girip onlara yardım etti, Ziya ise yanında getirdiği malzemeleri çıkarıp geçidin ilk açıldığı yere yığdı. Köpek korkusu yüzünden bir kez Şevval’in önünde rezil olmuştu, aynı hatayı tekrarlamamaya kararlıydı. Bu yüzden gayet dikkatli bir biçimde, elini çabuk tutarak ayine başladı. Önce adamotu ve sedir ağacı tozlarına buladığı bir kurukafanın üzerine kurt kanına bulanmış yaban öküzü toynağıyla uruz rununu baş aşağı yazdı, sonra da bu boyuta geçerken tersten okuduğu cin çağırma efsununu düz olarak okudu. Şevval’in çılgın planı işe yarar ve öngörüsü tutarsa, dünyaya geri dönebilmeleri için boyutun kapısı açılacaktı. Fakat tek dertleri bu değildi. Yaralı, yorgun ve korkmuş adamlar tedirginlik içinde geçidin açılmasını beklerken genç kızın çığlığını duydular, “Acele edin! Geliyorlar!”
Oğuz Bey ile Mehmet Bey kafalarını çevirince kızıl çölde kızılca kıyametin kopmakta olduğunu gördüler. Urazmatun’un yardımına koşan cinler dört bir yandan üzerlerine geliyor, Şevval’in hız kesmeden gönderdiği oklar koskoca bir cin ordusu karşısında yetersiz kalıyordu. Yaralarına rağmen Mehmet Bey, Oğuz Bey ve Kenan genç kıza destek vermek için silahlarına davrandılar. Ziya kapının bir an önce açılması için ayine devam ediyordu, efsunun sözlerini tekrarlarken şaşırmamak için arkasındaki manzaraya bakmıyordu. İyi ki de bakmamıştı; çünkü üzerine doğru pike yapan altı kanatlı, yengeç kıskaçlı, dev sineğe karşı kendini savunamazdı.
Tam o sırada kasırgayı andıran kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı. İnsanlarla birlikte cinler de bu kasırgadan etkilenmiş, oradan oraya savrulmuşlardı. Bunu fırsat bilen Ziya yanına gelmeleri için diğerlerine bağırarak seslendi; çünkü rüzgârın ardından beyaz bir ışık patlaması her yeri aydınlatmıştı. Şevval’in planı tutmuş, Ziya’nın ayini işe yaramıştı. Boyutun kapısı gözlerinin önünde açıldı.
Vakit kaybetmeden genç kız babasının koluna girdi, Mehmet Bey ve Ziya da Kenan’ı tuttular. Acele adımlarla beyaz ışığın içine adım attılar. Peşlerindeki cinler onlara yetişmeden önce cin avcıları kendi boyutlarına geçmeyi başarmışlardı. Işıklı geçit tam arkalarından kapanıp onları zamanında kurtarmıştı. Buna rağmen tüm sorunları çözülmüş sayılmazdı; dünyaya döndüklerinde kendilerini daracık kuyunun dibinde bulmuşlardı. Yaralılarıyla birlikte buradan çıkmaları imkânsızdı. Mehmet Bey karanlık gecenin içinde sesini duyurabilmek için yukarı doğru seslendi. Neyse ki adamları onları mağaranın girişinde bekliyordu. Uzun uğraşlar sonucu hepsini kuyunun içinden çıkardıklarında hallerindeki tuhaflık Mehmet Bey’in dikkatini çekti. Ne olduğunu sorduğunda aldığı cevap ise daha da tuhaftı.
“Şükürler olsun döndünüz, Mehmet Bey! Sizi o kadar bekledik ki, biraz daha geç kalsaydınız diğerlerine haber verecektik. Çok endişelendik!”
“Sağ olun çocuklar da… Gideli daha bir saat ya olmuş ya olmamıştır, boşa telaş etmişsiniz.”
Adamlar birbirlerine baktılar, sonra şaşkın gözlerle Mehmet Bey’e döndüler. “Efendim, neredeyse bir gün oldu. Dün gece yarısı gitmiştiniz, bugün akşamüstü döndünüz.”
“Dün mü, nasıl olur?”
Hepsi şaşkın şaşkın bakışırken Oğuz Bey araya girdi, “Ben kaybolalı ne kadar oldu?”
“Bugünü de sayarsak yirmi gün, Ramazan’ın yirmi dokuzuydu gittiğinizde.”
Cinlerin âleminde bir gün bile geçirmemişken, dünyada bu kadar günün geçip gitmiş olmasına inanamayan Oğuz Bey yaşlı gözlerle kızına baktı. “Şevval… Şevval’in on dokuzu demek…”
Onca badirenin ardından babasına sağ salim kavuşmanın sevinciyle gülümsedi genç kız. Eğer o sene Şubat yirmi dokuz gün çekseydi, yarın doğum günü olacaktı. Şevval on dokuzuna girmişti.
Yaralılar ambulanslarla hastaneye taşındı ve tedavileri yapıldı. Kenan’ın karın boşluğuna dikiş atılmıştı, birkaç gün daha hastanede kalacaktı. Oğuz Bey’se alnındaki yaraya, omzundaki dikişlere ve askıya alınan koluna rağmen eve gitmekte diretmişti. Şevval ona pek karşı çıkamadı; annesi ve ağabeyleri üzüntüden helak olmuşlardı. Babasının dönmesiyle evde geç kalmış bir bayram havası esecekti.
Oğuz Bey’in dönüşü ekip içinde de büyük bir sevinç yarattı. İmam Efendi her ne kadar arkasından iş çevrildiği için kızsa ve hesap sorsa da, Oğuz Bey artık onun etkisi altında kalmamaya kararlıydı. Yaşadıkları onu değiştirmiş, hatalarından ders almıştı. Öncelikle başka bir diyara açılan kapıyı içinde barındıran kuyunun yıkılmasını ve kalıntıların dökümlenmiş mühürle kapatılmasını sağladı. Ardından ekip içinde genel bir toplantı düzenleyerek iki konuda oylama yapılmasını istedi. Bunlardan biri, Mehmet Bey’in eş başkan seçilerek ekibe kendisiyle birlikte liderlik etmesiydi ki, büyük çoğunlukla kabul edildi. Oğuz Bey çok şey borçlu olduğu eski dostunu ortak alarak hem kendini denetim altına alıyor, hem de ona olan vefasını gösteriyordu. İstanbul ve cin avcıları ekibi artık bu iki eski dosta emanetti.
Oğuz Bey’in oylamaya sunduğu ikinci konu ise kızı Şevval’in cin avcısı olarak ekibe kabul edilmesiydi. Asıl gürültü de burada koptu; başta İmam Efendi olmak üzere, bir kadının ekibe alınmasına karşı olan birkaç adam ortalığı ayağa kaldırdı. Fakat Oğuz Bey de, Mehmet Bey de geri adım atmadılar. Babasını kurtarmaktaki rolü ve başarısı bir yana, Şevval’in bir cin avcısı olarak yetenekleri, zekâsı ve gücü ortadaydı; ekipteki çoğu insan da bunun farkındaydı. O yüzden İmam Efendi ve yandaşlarının çırpınmalarına rağmen genç kızın oylamayı kazanması sürpriz olmadı. Yüzyıllardır ekibe ilk defa bir kadın kabul edilirken, Şevval de hayatındaki en güzel doğum günü hediyesini almış oldu. Elbette onunla artık rahatça görüşebileceği için Ziya da pek mutluydu.
Oylamadan birkaç gün sonra Oğuz Bey’i bahçelerindeki çardakta tek başına otururken gören Şevval usulca yanına gitti, babasının yanına oturdu. Söze ekibe alındığı için teşekkür ederek başladı ama konuştukça derdinin başka olduğu ortaya çıktı.
“Yaptığın şeyi biliyorum, baba… Bir süredir farkındaydım aslında ama bu son olayla işler iyice çığırından çıktı. Mehmet Amca sırrını kimseye söylemeyecek. Ziya da öyle, söz verdiler. Senin de bana söz vermeni istiyorum; bir daha hüddam yapmayacağına dair yemin edeceksin. Hem kızın, hem de ekibindeki bir avcı olarak istiyorum bunu senden…”
Şevval daha lafını bitirmeden babası ona döndü, yaşlı gözlerle gülümseyerek kızının elini ellerinin arasına aldı ve sıkıca tuttu. “Ben o kuyunun dibinde kaybolduğumda, senden ve ailemden ayrı düştüğümde pişman olup tövbe ettim zaten, kızım. Hele ki sen hayatını benim yüzümden tehlikeye attığın an… İşte o zaman Rabbim’e yemin ettim, şimdi bir kez de senin önünde söz veriyorum. Bir daha asla o illete bulaşmayacağım.”
Babasından bu sözleri duyan Şevval’in yeşil gözleri yaşlarla iyice yeşermişti. Birbirlerine sıkı sıkı sarılıp ayrıldıklarında, genç kız gözlerindeki yaşları silerek ayağa kalktı ve eski deli fişek haline büründü. “Hadi bakalım, Oğuz Bey! Bu kadar oyalanma yeter; daha yakalayacağımız bir cin, kurtaracağımız çocuklar var!”
Gülerek başını sallayan cin avcılarının lideri, kızının arkasından iftiharla baktı. Yıllar içinde ismi bir efsaneye dönüşecek olan Şevval, onu hep böyle gururlandıracak ve cin avcılığını seçen başka genç kızlara örnek olacaktı.
~
Dede Korkut’un “Salur Kazan’ın Tutsak Olup Oğlu Uruz’un Çıkarması” isimli hikayesinden esinlenilen bu öykü, “Ecel” isimli kitapta yer alan bazı karakterleri ve unsurları içermekle birlikte, romandan farklı bir zamanda geçen olayları konu edinmektedir. Seriye başlamış olanlar için keyifli bir ara sıcak, henüz okumamış olanlar içinse hoş bir aperatif olmasını diliyorum.
Çok, çok uzun bir öykü.
Tek seferde bitirebileceğimi sanmıyorum(yanlış saat ve dönemde okumaya başladım, çok geç oldu) ve olur da devamına bakamazsam diye bir şeyler yazma ihtiyacı hissediyorum.
Sanırım dörtte birlik kısmını okudum. Öykünün geneli(anlatım şekli dahil) klasikti fakat bu klasikliğin içerisinde “başka tarzda yazamamak” değil, “bunu tercih etmek ve tercih edilen alanda da çok iyi olmak” vardı. Keyifli bir macera oldu benim için. Teşekkür ederim.
Sanırım bir kitapla da bağlantılıymış öykü? Aperatif olarak işlevini yerine getireceğini düşünüyorum 🙂
Merhaba, ilk yorum için teşekkür ederim. Keyif verdiyse ne mutlu bana, vaktiniz olduğunda yorumun devamını da beklerim 🙂
Son derece uzun ve güzel bir öyküydü.
Dînî öğelerin öne çıktığı hikâyeler genelde pek bana hitab etmez; ancak bu hikâye gerçekten çok güzeldi.
Anlatımın çok yönlü olması ayrıca hoşuma gitti. Şevval karakteri belki fazla zeki gibi gelebilir bazı okuyucular için; ancak ben çok sevdim, okuduğum eserlerde bu tür karakterlerin ortaya çıkıp işleri düzeltmeleri hoşuma gidiyor. Keskin zekâlı karakterler farklı oluyor doğrusu. 🙂
Cin konusunu hiç bu şekilde düşünmemiştim.
Sonuç olarak benim için sıradışı ancak çok güzel bir deneğimdi. Ellerinize, emeğinize sağlık. Bu hikâye sayesinde kitap ilgimi çekti, bir ara mutlaka bakacağım.
Çok teşekkür ederim, beğenmenize çok memnun oldum. Özellikle internet standartlarında epey uzun bir öykü oldu, uyarlamadan ziyade romanla da bağlantılı olduğu için. O yüzden sabır gösterip okuduğunuz için ayrıca teşekkürler 🙂