Öykü

Sınav

ilham aldığı eser

Örümcek Adam

“Şimdi yatıp uyuyayım, sabah erkenden kalkar çalışırım,” şeklinde kendimi kandırdığım ve akabininde hiç çalışmadan sınavın yapılacağı derslikte gözlerimi açtığım, öğrencilik hayatımın klasikleşmiş anlarından birisi tekrardan yaşanıyordu. Yönetmeni belli, artisti bilindik, sonu sıkıcı, aynı monoton filmdi bu. Ben bu yapımı birçok kez izlemiştim, neden tekrar katlanmak zorundaydım ki? İleri saramıyor muyduk bu filmi?

Önümdeki sınav kağıdı, turkuvaz renkli denizin karayla birleştiği altın rengi kum taneleriyle dolu sahilde tüm şehvetiyle sereserpe uzanmış “Hadi ama yeter bu kadar sınavla uğraştığın. Gel denize girelim aşkım,” şeklinde seslenen hayallerimde yaşayan sevgilimle aramdaki tek engele dönüşmüştü. Bu sınavı hayatımdan bir çırpıda atmayı ve sevgilimle el ele serin sulara atlamayı düşlüyordum. Şu sınavdan kurtulduktan sonra ilk yapacağım şey bu olacaktı. Kulağımdaki Holo’ma ufak bir dokunuşta bulunacak ve bu doyumsuz dakikaların keyfini sürecektim. Kim takardı sınavı, dersi… Önemli olan mutlu bir yaşam sürmek ve toplum faydasına yararlı eylemlerde bulunmak değil miydi? Zaten eğitim sistemi denilen safsata, kafası çalışan bireyleri etkisiz hale getirmek ve beyinlerini uyuşturmak için devletler tarafından uydurulmuş bir araçtı benim gözümde.

Aşağıdaki üç soruyu döneminin koşullarını göz önünde bulundurarak, günümüz etik ve kültürel değerleri çerçevesinde cevaplandırınız.

Sıramın üzerindeki sınav kağıdının en üstünde, kısa bir süre içerisinde cevaplamaya başlamam gereken soruları özetleyen bu cümle vardı. Gel gör ki, ben ders hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim.

2117 yılında neden hala sınav kâğıdı kullanıldığını da anlayamıyordum. Holo’nun icat edildiği, isteyen herkesin gözünün önünde gerçekten farksız sanal bir dünya yaratabilen teknolojik aletlere sahip olduğu bir devirde, sınav kağıdına elle yazı yazmak gibi Nuh Nebi’den kalmış bir sistemle başarı ölçmek de neydi böyle? Bizi bu rahatsız sandalyelerde oturtmak yerine, Holo’larımızı birbiri ile eşleştirip, muhteşem dalga sesleri eşliğinde bir sahilde ya da denize karşı püfür püfür esen bir balkonda sınav oluyormuş gibi hissettirme şansı varken, bu antika binada sınava girmek kimin kararıydı? Yetkili kimdi buralarda?

Kafamdan bunlar geçerken, sınıfın geri kalanı soruları cevaplamaya başlamıştı bile. “Madem sınava girdim bari soruları okuyayım,” diyerek gözlerimi doldurulmayı bekleyen kâğıdın alt kısımlarına doğru kaydırdım.

  1. 1989 yılında yayımlanmaya başlanan ve 2045 yılında izleyicisine veda eden The Simpsons dizisinin karakterlerinin onca yıl boyunca hiç yaşlandırılmamış olmalarının nedenlerini değerlendiriniz. Yapımcı ekibi neden bu yolu seçmiştir yorumlayınız.
  2. 1939 yılında Detective Comics çizgi romanları ile okuyucusuyla buluşan Batman karakteri, süper güçleri olmayan bir süper kahraman olarak bu kadar sevilmeyi nasıl başarmıştır? Batman bugün hayatta olsaydı nasıl bir süper kahraman olurdu değerlendiriniz.
  3. 1999 yapımı The Matrix filminin ortaya koyduğu “simülasyon dünya” fikrini değerlendiriniz ve günümüz Holo teknolojisi ile kıyaslayınız.

Soruları gördükten sonra kendimi Slumdog Millionaire filminin başrolünde gibi hissetmiştim. Tüm sorular için bir şeyler karalayabileceğimi düşünüyordum. Bunu fark etmemden de garip olan ise bu soruların hangi dersin soruları olduğunu hâlâ anlayamamış olmamdı. Bu kadar mı kopmuştum ben derslerimden? Eh, akşamları giriştiğim gizli görevlerimin sonuçlarına katlanmak durumunda olacağımı biliyordum.

Kafamı kaldırdım ve derslikteki kara tahtanın yanında yer alan ahşap öğretmen masasının arkasındaki sandalyeye oturmuş ve yüzünü de okumakta olduğu gazetenin arkasına saklamış gözetmene baktım. Çizmelerini masanın üzerindeki birleştirmiş, son derece rahat ve vurdumduymaz bir görünümü vardı. Ne gözetmenlik yaptığı sınav, ne ders, ne de öğrencilerin birbirinden kopya çekebileceği konusu umurunda görünüyordu. Gazetesinin arkasında, hiç istemeyerek yapmakta olduğu gözetmenlik eziyeti çabucak biter diye dua ediyor olmalıydı.

Tekrar kafamı önüme eğdim ve üzerine birşeyler yazmamı bekleyen sınav kağıdına baktım. Ardından da şöyle bir etrafıma göz gezdirdim. Benim dışımda sınava girmiş olan herkes harıl harıl kağıtlarını dolduruyordu.

“Herkes kendi kağıdıyla ilgilensin. Yazacak bir şey bulamıyorsanız, etrafa sataşmak yerine uslu birer çocuk gibi kıpırdamadan sınavın bitmesini bekleyin,” dedi kalın bir ses, gömüldüğü gazetenin ardından. Gayet otoriter ve kesin bir dil kullanmıştı. Görüş açısını kapatan gazeteye rağmen bizleri nasıl görebildiğini anlayamamıştım.

Kafamı toparlayıp sorulara cevaplar yazmanın en doğru hareket olacağına kanaat getirdim ve bu işe koyuldum.

Simpsons’ların hiç yaşlanmaması bir dönem benim de kafamı kurcalayan bir konuydu. Onca yıldır devam etmiş, her sezonunda adından söz ettirmiş bu kadar başarılı bir animasyon nasıl olur da kendi evrensel bütünlüğünü bozmadan ve zaman dilimini genişletmeden işleyecek konu bulabilirdi? Zaten işin sırrının da tam burada yattığını anlamam fazla sürmemişti. Karakterler o kadar net çizilmişti ki, onları biraz olsun değiştirirseniz işin tüm sırrı bozuluyordu. The Simpsons her bölümüyle sanki “yarın”ı farklı paralel evrenlerde yaşatıyor ve bize farklı bir “yarın” izletiyordu. Her bölümde karakterler aynı fiziksel özelliklere sahiplerdi ve aynı yaştaydılar ama olaylar bambaşkaydı. Elbette bazı bölümlerde karakterlerin yaşlılıkları da işlenmişti ama bu karakterlerin değişim geçirmelerine neden olacak bir biçimde yerleştirilmemişti.

Tabii yapımcılara bu gücü veren en önemli unsur The Simpsons’ın bir animasyon oluşu ve gerçek oyuncular tarafından canlandırılmıyor oluşuydu. Filmlerde belirli karakterlere hayat veren aktörler ve aktrisler yaşlandıkça, karakterler de yaşlanır ve bir noktadan sonra o rolü başka bir oyuncuya devretmek zorunda kalırlardı. Bu yöntemle, karakterin ve hikayelerin devamlılığı sağlanmış oluyordu. Lakin, The Simpsons buna hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştı. Çünkü bir animasyondu. Karakterlerin artık benimsenmiş yaşları, davranışları, fiziksel özellikleri olduğu gibi kalmalıydı. Hikâye, karakterlerin değişimleri üzerine değil, yaşanan olaylar üzerine gelişiyordu. Onu diğer animasyonlardan ayıran en büyük özelliği işte bunlardı. Yapımcıların net bir kesinlikle çizdiği bu çizgilere seslendirme sanatçılarının kattığı değer de yok sayılamazdı elbette. Zaten The Simpsons’ın eski popülerliğini kaybetmesi, seslendirme sanatçılarının teker teker hayatlarını kaybetmelerinin sonrasına denk gelmişti. Ana bileşenlerden birisi eksilince, diğer parçalar da hata vermeye başlamış ve sonunda sistem tıkanmıştı. Tüm bunlara rağmen, gerek işlediği konuların özgünlüğü olsun, gerekse de onları işleyiş biçimi olsun The Simpsons döneminin en başarılı animasyonlarından birisiydi. Aldığı ödüller de bunun göstergesiydi.

İlk sorunun cevabını bu şekilde vermiştim. İkinci soruya geçmeden önce kalan süremi kontrol etmek için duvardaki saate baktım. Daha vaktim vardı. Kağıdıma dönmeden, bir anlığına gözüm öğretmen masasına takılmıştı. Masadaki kalın sesli adam gitmiş, yerine kızıl saçlı bir kadın oturmuştu. Kadının kendine güvenen bir duruşu ve nerden geldiğini çözemediğim karizmatik bir havası vardı. Daha önce bu kadını okulda görmemiş olmama şaşırmıştım. Yeni gelmiş olmalıydı. Yoksa mutlaka dikkatimi çekerdi.

Gözetmen değişikliğinin üzerinde fazla durmadım ve ikinci soruya cevap vermek üzere kalemimi tekrar elime aldım.

Doğruyu söylemek gerekirse, Batman benim empati kurabildiğim yegâne süper kahramandı. Benim gibi o da ailesini erken yaşta kaybetmiş ve kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kalmıştı. Evet, belki ben onun kadar zengin değildim ama onun motivasyonunu anlayabiliyordum. Onun adalet arayışını, hırsını, düşmanlarını en beklemedikleri anda kapana kıstırma yetisini görmeye bayılıyordum. Kullandığı teknolojik aletler günümüz teknolojisi ile kıyaslandığında pek bir şey ifade etmiyor olsa da, zamanının çok ilerisindeydi. Çoğu ekipmanının geliştirilmesinde kendi keskin zekasının, fizik, kimya ve matematik bilgisinin başrolde oluşuna imreniyordum.

Ben de kendi ihtiyaçlarımı gidermek için bir şeyler icat etmeye çalışırken onun bu kararlılığını ve zekasını örnek almaya çalışıyordum. Henüz büyük bir ilerleme kaydedememiştim ama pes etmeyecektim. Yeteneklerimi baskılamak yerine, insanlığın iyiliği için kullanmaya karar verdiğimden beri doğru yolda olduğumu düşünüyordum. Bu fikre sahip olmamda Batman’in ciddi katkısı vardı.

Batman bugün hayatta olsaydı süper kahraman olarak anılamazdı. Çünkü hiç bir süper yeteneği yoktu. Zengin olmak dışında elbette, eğer onu bir süper yetenek olarak görürsek. Batman’e yapılan bu gönderme, bundan tam 100 yıl önce 2017 yılında yayımlanan Justice League filminde Flash tarafından da kullanılmıştı. Üzerinden bir asır geçmiş olsa da, hâlâ geçerli bir argümandı. Herkes uçup kaçarken Batman gösterişli arabası ve ağır silahları ile savaşa katılır ve ilgiyi üzerine çekmeyi başarırdı. 22. yüzyıl gerçekliği ile düşündüğümüzde, Batman’in oyuncaklarının ne kadar manasız olduğunu görmek de üzücüydü. Süper yeteneğin artık anne karnında bebeğe verilebileceği bir dönemde yaşıyorduk. Evet, yasal değildi ve yapılması çok ağır bir suçtu ama gizli gizli uygulandığı biliniyordu. 2117 yılında, zengin olmak, süper kahraman olarak kabul görmek için yeterli bir vasıf değildi. Daha fazlası şarttı.

İkinci soruya verdiğim cevabı da beğenmiştim. Dersin hocası her kimse, umarım o da beğenirdi. Üçüncü ve son soruya geçmeden karizmatik kızılın ne yapmakta olduğunu görmek için masaya doğru bir bakış attım. Yerinde olmadığını fark ettim.

Akabinde, “Bana mı bakmıştın?” diye bir soru geldi arkamdaki sıradan. Kafamı geriye doğru çevirdiğimde, kadının gözlerini bana dikmiş bir şekilde arkamdaki sırada bacak bacak üstüne atmış olduğu gerçeği ile yüzleşmiştim.

“Şey, ben saate bakmak istemiştim,” diye bir yalan uydurdum.

“Peki öyleyse. Ben yardımcı olayım. Neredeyse zamanınız tükendi. Daha fazla vakit kaybetmeden sorularını bitirmeye odaklanmanı öneririm. Kaybedecek pek vaktimiz kalmadı anlayacağın.”

Sözlerinde eğer bir ima varsa ben onu anlayamamıştım ama kalan zamanı iyi değerlendirmem gerektiği konusunda haklıydı. Bana göstermiş olduğu yaklaşımın ve verdiği cevapların garipliğini unutup son soruya yoğunlaşmalıydım. Öyle de yaptım.

The Matrix en sevdiğim filmlerden birisiydi. Hani, izlemekten asla bıkmayacağınız filmler vardır ya, koyar koyar izlersiniz, her repliği, her sahneyi ezbere bilirsiniz. The Matrix o filmlerden birisiydi benim için. Filmin ortaya koyduğu gelecek tasviri o kadar gerçekçiydi ki bugün içinde yaşadığımız dünyanın The Matrix’ten parçalar barındırıyor oluşuna şaşırmıyordum. Canlıların biyoenerji olarak kullanılması ve birçok gündelik işin yapay zekaya sahip makineler tarafından yapılması ve Holo teknolojisi sayesinde gerçek olmayan sanal dünyaların içerisinde yaşayabilmemiz bunlardan sadece bir kaçıydı.

The Matrix’in teknolojik temelinin ötesinde, felsefi derinliği de inanılmazdı. Dünyanın ve tüm insanlığın bir simülasyondan ibaret olabileceği gerçeği çok vurucu bir iddiaydı. Bir grup insanın gerçek hayat yerine The Matrix’i, yani sanal dünyayı tercih etmesinin insan doğasında ne kadar sıkıntılı bir noktaya evrilebileceğini düşününce, The Matrix’in milenyuma bir kala çekilmiş basit bir bilimkurgu filmi olmaktan öte, felsefi bir duruşu temsil ettiğini düşünmeye başlamıştım.

2090 yılında piyasaya sürülmeye başlayan ve sanal gerçekliği ve arttırılmış gerçekliği bir dokunuş kadar bize yakınlaştıran Holo teknolojisi, insanlar için sıkıntılar içerisindeki dünyadan bir kaçış anlamına gelmeye başlamıştı. Holo’larımıza bir dokunarak problemlerle dolu hayatımızdan uzaklaşabilir ve o an olmayı arzu ettiğimiz yere, gerçeğe eş değer bir deneyim ile gidebilir olmuştuk. Makinelerin The Matrix’i kurmuş olmalarının nedeninin, insanların biyoenerjileri tüketilirken beyin aktivitelerini devam ettirebilmek ve özgür bir hayat yaşadıkları yalanı içerisinde yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlamak olduğunu görüyorduk. Holo ise bizi sıkıcı yaşantımızdan kopartıp, ulaşamayacağımız arzularımızla doyurabiliyordu. Asırlar geçtikte tatminsizleşen insanlığın yeni bir oyuncağı olmuştu Holo. Sanal hayatlar, gerçeğin önüne geçmişti. The Matrix, gerçek olmuştu. İnsanlar simülasyonlarda yaşıyordu.

Bu cevabımı da noktaladıktan sonra kalemi masaya koydum. Sorulara verdiğim cevaplar hoşuma gitmişti. Her ne kadar bu sınavın hangi dersin sınavı olduğunu henüz hatırlayamamış olsam da, bana hitap eden bir içeriği olduğunu görmüştüm. Derslerine girmiş olsam eminim keyif alacaktım.

Sınav kağıdımı elime aldığım gibi yerimden kalktım. Kağıdımı gözetmene vermem gerektiğini düşünmüştüm. Gözlerim onu arıyordu. Masasının başında değildi. Arkamdaki sırada da yoktu. Neredeydi bu kadın?

“Ah pardon, bitirdiğini görmemişim Peter. Kağıdını bana verebilirsin.”

Az önce kimseyi göremediğim öğretmen masasının önünden kırmızı pelerinli, boynunda büyükçe bir kolye bulunduran, top sakallı, son derece mistik bir görünümü olan bir adam belirmişti ve birkaç seri adımda yanıma gelivermişti. Daha önce karşılaştığım hiçbir öğretmene benzemiyordu.

Son derece şaşkındım. “Siz az önce orada değildiniz. Hangi ara öğretmen masasının yanına geçtiniz? Adımı nereden biliyorsunuz? Niye gözetmenler değişip duruyor?” diye sorularımı sıraladım.

“Gerçekten sormak istediğin bu mu Peter? Yoksa, neden şu an patlamakta olan bir yanardağın zirvesinde olduğumuzu mu sormak istersin?”

Dehşet içinde kalmıştım. Kelebeğin bir kanat çırpışı kadar bir süre önce okuldaki derslikte sınava giriyordum. Şimdi ise binlerce metre yükseklikteki bir yanardağın tepesinde, fokurdamakta olan lavlara bakıyordum. Yanardağ patladı patlayacaktı.

Büyük bir gürültü duydum ve ayaklarımın altındaki yüzeyin çekildiğini hissettim. Üzerinde durduğum yanardağ, bir kara deliğe girmiş gibi uzaklaşıyordu benden. Yüksekten düşme hissinin tüm bedenimi sardığını hissettim. Artık boşluktaydım ve serbest düşüş yapıyordum.

Kulağımdaki Holo’mu kontrol ettim. Aktif değildi. Şu an yaşadığım deneyim gerçek olamazdı ama bir Holo tarafından da yaratılmamıştı. Neler oluyordu?

“Bu kadar yeter!” dedi birisi.

Serbest düşüşün son bulmakta olduğunu ve yere yaklaştığımı anlamıştım. Ayaklarımın yere değmesine birkaç metre kala vücudumu büküp, ellerimi ayaklarım ile aynı hizaya getirdim ve yüksekten düşen bir kedi ya da tavandan düşen bir örümcek gibi tüm uzuvlarım ile yere tutundum.

Ellerime değen çimleri hissedebiliyordum. İnsanüstü duyularım devreye girmişti. Kuş seslerini duyabiliyor ve yeni kesilmiş çim kokusunu alabiliyordum.

Az önce konuşan adam tekrar konuşmaya başladı:

“Merhaba Peter. Ya da Örümcek Adam mı demeliyim sana?”

Ellerimi yerden kaldırdım, belimi doğrulttum ve konuşan kişi ile göz göze geldim.

“Siz de kimsiniz? Ben neredeyim?” diye sordum karşımdaki gizemli adama.

“Doktor Strange’in mizah anlayışı biraz farklıdır. Lütfen takılma ona.” diye cevap verdi yabancı.

Nerede ve kimlerle karşı karşıya olduğumu bilmediğimden temkinli hareket etmeye çalışıyordum. Konuşan adamın pek ani bir hareket yapacak görünümü yoktu ama kısa sürede olan biteni göz önüne alınca tedbir almaktan bir zarar çıkmazdı.

“Benim adım Charles. Profesör Charles Xavier. Senin gibi yetenekli gençleri buluşturduğumuz ve onlara yeteneklerini geliştirmeleri ve doğru yönde kullanmaları için eğitimler verdiğimiz bir okulu yönetiyorum.”

Charles Xavier, yerden bir karış yukarıda, havada süzülen bir tekerlekli sandalyede oturuyordu. Bir yanında isimlerini daha sonra öğreneceğim, kurmaca sınav sırasında bana gözetmenlik yapmış olan Wolverine ve Jean Grey, diğer yanında da son gözetmen ve tüm bu sınav tiyatrosunun mimarı Doktor Strange vardı.

O an aklımda geçenleri tanımlayabilmek imkansızdı. İnsanüstü yeteneklerimi keşfedeli henüz birkaç yıl olmuştu. Örümcek gibi duvarda ve tavanda yürüyebiliyor, imkânsız atletik hareketleri hiç zorlanmadan yapabiliyor ve süper hassas algı yeteneğim ile etrafımdaki her sesi duyabiliyor ve her kokuyu alabiliyordum. Bir uçak kazasında kaybettiğim annem ve babamın benim gibi yetenekleri var mıydı bilmiyordum. Ben kendimi bildi bileli May Hala ve Ben Amca ile birlikte yaşıyordum. Onlar da benim gördüğüm kadarıyla normal, özel yetenekleri olmayan insanlardı. Yeteneklerimi keşfetmemin ardından, onları hırsızları ve katilleri yakalayıp adalete teslim etmek için kullanmaya başlamıştım. Kendime Örümcek Adam takma ismini vermiştim. Anladığım kadarıyla, şu an karşımda duran bu dört kişi en az benim kadar özeldi ve beni aralarına katmak istiyorlardı.

“Sen sınavda değildin Peter. Kimse sana 20. yüzyılın süper kahramanlarını ya da bilimkurgu filmleri hakkında ne düşündüğünü sormadı. Öyle bir ders yok. Sen kendini rahat hisset ve aklını bir noktaya odakla diye uydurduğumuz bir oyun alanıydı bu. Seni uzun zamandır takip ediyorduk ve artık seninle temasa geçmemiz için uygun zamanın geldiği sonucuna varmıştık. Logan, Jean, Doktor ve ben böyle bir sürpriz yapmak istedik. İçinde büyük bir potansiyel var Peter. Onu ortaya çıkartmana yardım etmek için buradayız. Ne dersin? İlgilenir misin?”

Profesörün konuşmasından etkilenmiştim. Sanki konuşmuyor, her sözcüğü kendi elleri ile aklıma yerleştiriyordu. Gerginliğim ve tedirginliğim azalmaya başlamıştı. Karşımdaki kişilerin niyetlerinin iyi olduğunu görebiliyordum. Eğer isteseler beni rahatlıkla alt edebilecek yetenekleri olduğundan da şüphem yoktu.

“Sizin şu okuldan biraz bahsetsenize,” dediğim anda, bu ekibin bir parçası olmanın beni ne gibi maceralara sürükleyeceğinden elbette haberdar değildim. Anlaşılan, Neo’nun, The Matrix’te Morpheus’tan aldığı kırımızı hapı ben de Profesör Xavier’den işte tam o an almıştım.

Ufuk Yasin Yurtbil

Hikaye anlatıcısı, okur-yazar-inceler, sinemasever, birincilik ödüllü amatör bir öykü yazarı, hayatı dolu dolu yaşamaya hevesli, öğrenmeye aç bir ruh. Meslekten inşaat mühendisi, doğuştan hayalperest, bir tutam bilimkurgu/fantastik kurmaca. Hepsi ve daha fazlası www.duslerdengercege.com adresindeki blogunda…

Sınav” için 21 Yorum Var

  1. Söz verdiğim gibi buradayım, pek uzun sürmeyecek olsa da başlıyorum yüksek izninle Ufuk.

    Üslûbun yine yağ gibi, takıldığım tek bir nokta, “bu neymiş ya?” diyerek dönüp baştan okuduğum tek bir cümle dahi olmadı. Gözümü cümlelerden bir tek sayfayı aşağı çekerken ayırdım, onda da kaldığım yeri bulmakta zorlanmadım.

    Örümcek Adam, Batman’e kıyasla pek ilgimin olduğu bir karakter değil, lâkin bu topraklarda büyümüş her çocuk gibi biz de zamanında “Olm burada sıpaydırmen olsan n’olcak ki? Üç katlı binaya ağ mı atacaksın?” dedik, pek yabancı değiliz yani. İlgimi çeken esas nokta Holo ve onun temelinde yarattığın dünya oldu. Bilmiyorum Jean Baudrillard’a selâm mı çaktın fakat, Matrix Üçlemesi benim için tüm zamanların en iyi üçlemesidir ve öyküde yazdığın gibi her sahnesini ve repliğini ezbere bilirim. Fakat yazdığın öykü, Matrix’in aksine teknoşovenizm içermiyor ki bu mükemmel bir nokta. Hele hele değindiğin simülasyon beni mest etti. Son da çok güzeldi.

    Sabırla bekledim öykünü ve yanılmadım. Eleştireceğim bir nokta da bulunmuyor, sonlandırıyorum yorumu o yüzden.

    Tekrardan görüşmek üzere Ufuk ^^

  2. Merhaba İhsan,

    Yorum yazacağını biliyordum. Ben de senin yorumunu okumak için geldim buraya 😛

    Şaka bir yana, yorumun için çok teşekkür ederim. Batman ve Örümcek Adam benim en sevdiğim iki süper kahramandır. Aynı evrenin parçası olsalar, ya da “birisinin gerçek diğerinin kurmaca olduğu bir evren olsa nasıl olurdu?” fikrinden yola çıkıp, işin içine bir kaç başka eser daha katarak gerçek ile kurmaca bir gelecek arasında gidip gelmek istedim. Bunu Matrix evreninde, DC evreninde ya da Marvel evreninde yapmak konusunda kısa bir süre düşündüm ve bir anda Örümcek Adam geldi gözümün önüne. Kişiliğini bulmaya çalışırken Batman’dan esinlense nasıl olur diye sorguladım ve bu şekilde gelişti öykü. İşin içine 100 yıl gibi bir zaman dilimi girdiğinden ufak bir gelecek tasvirinin de hoş olacağını düşündüm.

    Öyküde değindiğim Holo teknolojisinin çıkış noktası, Playstation 4 için özel olarak çıkmış olan Horizon Zero Dawn oyununda kullanılan Focus isimli aygıttır. Büyük keyif alarak oynadığım bir oyundu, öyküdeki gelecek tasvirimdeki gerçek-simülasyon-düş karmaşasına farklı bir bakış katacağını görüp bu teknolojiyi ekledim.

    Matrix serisini bugüne kadar kaç kere izledim hatırlamıyorum. Bıkmadan oturup izleyebileceğim bir kaç filmden birisidir ve benim hayatımdaki yeri başkadır, aynı senin için olduğunu söylediğin gibi. Aynı şeyi Christopher Nolan Batman’leri için de söyleyebilirim. En sevdiğim Batman Begins’tir, genel fikrin aksine (Herkes The Dark Knight’cı). Bir de Yüzüklerin Efendisi elbette. Bu 3 seriyi bıkmadan usanmadan tekrar tekrar izlerim hiç sıkılmadan.

    Güzel ve içten yorumun için tekrardan teşekkür ederim. Ben de gün içinde senin öykünü okuyup görüşlerimi belirteceğim. Şimdiden merak içindeyim 🙂

  3. Merhaba,
    Önceki öyküleriniz gibi yine keyifle okunan bir öyküydü. Öykünün başlarında daha çok Batman ve Simpsons muhabbeti olduğu için öykü nerede Örümcek Adam’a bağlanacak diye merak ettim açıkçası ama öykü ilerledikçe taşlar yerine oturdu. Sanırım sizin yorumunuzdu öykülerin üzerine ilham alınan eserlerin yazılmasının başta spoiler vermek gibi olduğu… Bir bakıma öyle, ee okur da öyle olunca ister istemez esin kaynağını arıyor öyküde.
    Öykü yine yaratıcıydı, espriliydi ve akıcıydı. Mizahı sevdiğim için öyküyü de sevdim.
    Kaleminize kuvvet.

  4. Merhaba,

    Önceki öykülerimden aldığınız tadı bu öykümden de almış olmanıza sevindim. Belirli seviyede düzenli bir tutarlılık göstermek önemlidir diye düşünüyorum. 🙂

    Seçki ana sayfasındaki yorumum ile ne kastettiğimi sanırım benim öykümü okurken daha iyi anlamışsınızdır. İlham alınan eserin öykünün başına yazılmış olması benim öyküm gibi öykülerde spoiler etkisi yaratıyor maalesef. 🙂 Olumlu tarafından bakarsan, okuyucuda “Nerede bu Örümcek Adam?” merakı oluşturuyor, sizin de belirttiğiniz gibi.

    “Yaratıcı, esprili ve akıcı” tam da olmak istediğim yeri tarif ediyor. Umarım bunu geliştirerek daha keyifli öyküler yazabilirim.

    Vakit ayırıp öykümü okuyup yorum yazdığınız için teşekkür ederim.

  5. Merhaba Ufuk,
    Öykü üslup işleyiş ve kurgu olarak hoştu. Geleceğe dair fikirler de güzeldi ancak ben 100 sonra olayı ile bağdaştıramadım. Örümcek adam yüz yıl sonra mı diğer kahramanlar tarafından fark edilip kabul ediliyor. Ha gelecekteki bir örümcek adam ise bu keşke adı Peter olmasaymış diye düşündüm.
    Sınavı beğendim keşke gerçek sınavlar da hep böyle olsa.
    Simpsons ı 2045 e kadar sürdürmen hoş bir detaydı. Kalemine sağlık.

    1. Merhaba Erdoğan,

      Öykümü okuyup görüş bildirdiğin için teşekkür ederim.

      Hemen açıklayayım;

      Paralel bir Marvel evrenindeyiz. Batman, Simpsons, Matrix gibi bizim evrenimizden parçalar bu evrende de varlar. Bu paralel Marvel evrende 2117 yılındayız (5. paragrafın başı). Günümüzden tam 100 yıl sonrası. Örümcek Adam, yani Peter Parker bu paralel evrende 2117 yılında Charles Xavier ve ekibi tarafından keşfediliyor. Öykü, bu paralel evrendeki Peter Parker’ın keşfediliş hikayesini hafif bir gelecek tasviri ile birlikte anlatıyor.

      Eğer öykünün tepesinde ilham alınan eser belirtilmemiş olsaydı, Peter Parker ismini okuyunca daha fazla etkilenecek ve taşların yerine oturduğunu hissedecektik. Maalesef, ilham alınan eser bilgisi öykünün temel dayanaklarından biri olan baş karakterin gizemini daha en başta baltaladğı için öykünün okuyucuda bırakmayı umduğu etkisi azaldı. Bu açıdan Peter Parker hakkındaki görüşüne saygı duyuyorum ve seni anlayabiliyorum. 🙁

      İşlenişi ve kurguyu beğenmiş olmandan memnun oldum.

      İlerleyen seçkilerde görüşebilmek dileğimle…

  6. Merhabalar. Yine eğlenceli, akıcı, sıkmadan ilerleyen bir öykü. İlham alınan eser şanssızlık olmuş biraz 🙂 Ben yine de keyifli vakit geçirdim, finali gayet güzel bağlanmış. Örümcek adamın o kadar çok versiyonu var ki sizinkinin yüz yıl sonraki ismi de Peter olabilir; bu da bende herhangi bir sıkıntı yaratmadı. Sınav ortamı güzel resmedilmiş, normalde sıkıcı olabilecek sahneleri ustaca yerleştirmişsiniz. Tebrikler.
    Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de görüşebilme ümidiyle.

    1. Merhaba, hiç aksatmadan her öyküme eklediğiniz yorumunuz için çok teşekkür ederim. Öykümden eğlenmiş olmanıza sevindim. Moderasyon, ilham alınan eseri belirterek öykümün başında çok fena spoiler vermiş oldu ama olsun. 🙂

      Sınav ortamı konusundaki görüşünüz çok doğru. Çok monoton ve sıkıcı bir sahne olabilirdi. Farklı karakterleri sorulara verilen cevapların arasına sıkıştırarak tempoyu her seferinde yükseltmeye çalıştım. Umarım başarılı olabilmişimdir.

      Selamlar,

  7. Merhaba,
    Tüm yorumlarda belirtilen üçlemeye ben de katılıyorum: yaratıcı, akıcı ve eğlenceli. Ancak değinmek istediğim birkaç husus da bulunuyor. Tamam, bize yüz yıl sonrali haliyle Spiderman’i sunmuşsunuz ama ne olarak? Spiderman’in “çeteye” katılması dışında hikaye bize ne anlatıyor? Her ne kadar değerlendirmelerine katılsam da sınavın, hikayedeki rolü nedir? Holo yaratıcı bir kurgu ama öyküde neden yer verildi? Sanki bu ve benzeri sorular biraz havada kalıyor. Yine de okuması zevkli bir öyküydü.
    Elinize sağlık.

    1. Merhabalar,

      Vakit ayırıp öykümü okuduğunuz ve yorumda bulunduğunuz için sağ olun. Hemen sorularınıza cevap vereyim;

      Erdoğan Bey’in yorumuna yazdığım cevapta belirttiğim gibi paralel bir Marvel çizgi roman evreninde, belirli bir kaç saati yaşıyoruz bu öyküde. 10 serilik bir çizgi roman hikayesinin ilk sayısı gibi düşünebilirsiniz. İlerleyen bölümlerde geriye gidip Peter’ın çocukluk yılları ve tasvir edilen evren işlenebilir, geleceğe gidilip Peter’ın Xavier okulundaki öğrencilik yaşamı ve X-Men ekibi ile yaşadıkları incelenebilir. Anlayacağınız, bu öyküde tüm sorulara cevap vermek çizgi roman kültürüne ters bir durum olurdu. Ben cımbızla çıkardığım bu dönemi işlemeyi seçtim ve hem geçmişe hem de geleceğe dair bir sürü soru işareti bıraktım ki bunlar merak edilsin, sizin de sorguladığınız gibi.

      Sınav konsepti Peter’ı Xavier’in okulundaki öğretmenlerine, okul ortamına, gerçek/düş/simülasyon gibi kavramlara ve uzay/zaman manipülasyonlarına hazırlanması ve başına neler geleceğine dair bir ipucu vermesi açısından bence yerinde bir tercih. Sonuçta, okula yeni başlayacak birisine okul ortamını gösteriyor Doktor Strange kendi mizah anlayışıyla. 🙂

      Holo da aynı şekilde, bu paralel Marvel evreninin bizim bildiğimizden farklılıkları olduğunu belirtmek için bir araç aslında. İnsan soruyor, başka ne gibi teknolojik ekipmanlar vardır acaba bu evrende? Arabalar uçuyor mu? Uzaya çıkıldı mı?

      Bir de, maalesef ilham alınan eserin öykünün başında belirtilmesi benim öykümün vuruculuğunu biraz etkiledi. Öyküyü hem yaşayan hem anlatan ana karakterin kimliğinin son ana kadar açık olmaması gerekirdi ki ilgi ve merak oraya odaklansın. Sağlık olsun ne diyelim. 🙂

      İlginiz ve yorumlarınız için tekrardan teşekkür ederim.

      1. Geniş bir serinin, küçük bir parçası olarak değerlendirildğinde gayet başarılı. Tekrar elinize sağlık.

  8. Soruları ve Peter’ın bu sorulara verdiği cevapları çok sevdim. 20. yüzyılın süper kahramanlarına ya da bilim kurgu filmlerine 22. yüzyılın gözünden bakman epey yaratıcıydı. Ama 2117’de Matrix, Dark City falan hâlâ anılıyor olur mu, olsa bile şimdiki popülerlikleri kült kitlesi bile kalmayacağından Sinema TV bölümündekiler dahi bu soruları cevaplamakta senin gibi başarılı olurlar mı diye düşünmeden edemedim. Sonra yeni bir sekme açıp 1917 filmlerinin listesine şöyle bir baktım, içlerinde müthiş filmler olmasına rağmen çoğunu en sinefil geçinen bile izlememiştir. Derken içime yersiz bir hüzün çöktü: İnsan unutmaya ve unutulmaya nasıl da yazgılı. Ardından sinema tarihine bir kez daha minnet duydum ve listede en ilgimi çeken filmi (The Devil’s Assistant) bulup izlemeye koyuldum. Okuru sadece geleceğe değil, gelecek üzerinden geçmişe -ve benim gibi bir yüzyıl daha geçmişe- tarihsel bir yolculuğa çıkarmış olman öykünü övmeye yeter. Ellerine sağlık…

    1. Merhaba Onur,

      Öykümde, bir araç görevi gören ve genel olay örgüsüne doğrudan katkı vermese de hikayenin atmosferine ve bu ayın Seçki temasına bizi bağlayan sınav soruları hakkında düşüncelerini paylaşmış olmandan oldukça keyif aldım.

      Tam olarak düşünülmesini istediğim konulara dair beyin jimnastiği yapmış ve hatta etkin davranıp araştırma yapmışsın. Gelecekten geçmişe (yani bugüne) bakmak bu öykünün içerisindeki malzemelerden birisiydi. Senin bunu cımbızla yakalaman nefis.

      Seninde belirttiğin gibi, bundan yüzyıl sonra ne Matrix kalır, ne Simpsons kalır deyip kestirip atabiliriz. Lakin, öyle mi gerçekten? Bugün bir çok esere esin kaynağı olan masallar, efsaneler, hikayeler en az 100-200 yaşlarındalar. Geçen ayın seçkisindeki öykümde (http://oykuseckisi.com/veba-temali-bir-oyku-yaziniz/) ucundan değindiğim Güzel ve Çirkin ilk olarak 1740’ta yayımlanmışa mesela. Bıkmadan yeniden yorumluyoruz bunca yüzyıldır. Bence Matrix, Batman, The Simpsons da o kategorideler. Bundan yüz yıl sonra da konuşulacaklar, eğer nükleer bir savaş sonucu soyumuzu kurutmazsak…

      Yorumun için çok teşekkür ederim. Görülmesini arzu ettiğim bir açıdan bakmışsın öyküme.

      Sağlıcakla kal, kurmacayla kal…

  9. Elbette kestirip atamayız, söz konusu eserleri küçümseyerek değil, kişisel bir kaygıyla dile getirdim bunu. Matrix’i ailenin sefih küçük kardeşi olarak görsem de, bir Beyoğlu sinemasında tanıştığım günden bu yana büyük saygı duyduğum bir yaş büyük ağabeyi Dark City’nin hatırı için tüm kusurlarını, hatta Kuyudaki Adam’dan tut birçok Doğu hikâyesine kadar tüm hırsızlıklarını görmezden gelebilirim. 🙂 Ama kendi zamanında alıcı bulmuş her eserin geleceğe kalmadığı tarihten tecrübeyle sabit. Bu konuda da rastlantının (İnançlı arkadaşlar için “kader” diyeyim) rolü büyük. Mesela nice antik oyun hâlen kayıp, bugüne kalanların ise tüm o kayıp metinler arasındaki yeri tam olarak kestirilememekte. Dünün kaydıyla bugünkü bir mi diyebilirsin, tabii değil. Ama yarını kim tam olarak bilebilir? Bak, nükleer bir savaş sonucu soyumuzu kurutmak olasılığına değinmişsin. Öte yandan en iyi ihtimalle bile değişim kaçınılmaz. Düzenle birlikte insanlar değişmekte, dolayısıyla bakışlar da öyle. Güzel ile Çirkin’e kendi zamanındaki bakış ile bugünkü bakış bir değil (İlk fırsatta bağlantıdaki öykünü de merakla okuyacağım). “Öyküde bir araç görevi gören ve genel olay örgüsüne doğrudan katkı vermese de hikâyenin atmosferine ve bu ayın seçki temasına bizi bağlayan sınav soruları” ve 100’lük cevapları için tekrar ellerine sağlık. İyi bir hafta dileğiyle…

    1. Tekrar Merhaba Onur,

      Ben genel olarak beyin jimnastiği manasında sormuştum şahsına bir eleştiri değildi söylediğim, yanlış anlama lütfen. Şeytanın avukatlığını yapmak hoşuma gider. 🙂

      Söylediklerinde çok haklısın. Her eserin zamanının konjonktüründe değerlendirilmesi en doğrusu olacaktır. Bugünkü bakış açımızla bambaşka eserler olarak görüyoruz onları. George Orwell’in 1984’ü mesela buna güzel bir örnek. Ya da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı. Bugünün insanı için çok üst noktadalar ama zamanında bakış açıları farklıydı mutlaka. Güzel ve Çirkin’in Disney’in ellerinde ne hale geldiğini görüyoruz. Kötüdür, iyidir ayrı ama günümüzün popüler kültürüne uyarlanıyor doğal olarak. Değişim geçiriyor.

      Ama Matrix’i, Dark City’yi bugün bile konuşabiliyor olmamız, bence onların zamanlarının ötesinde eserler olduğu ve bizden sonraki nesillerde bile değerlendirileceğinin işaretidir. İçlerinde bir şeytan tüyü var, ruhumuza dokunuyorlar. 🙂

      Öykümdeki soruların ve cevapların üzerinde böyle fikir tartışmalarına girebilmek büyük keyif. Seçki’nin güzelliklerinden birisi bu.

      Bir önceki seçkideki öyküme ilişkin görüşlerini de duymak isterim. 🙂

      Selamlar, saygılar…

      1. Katılıyorum, seçkinin güzelliklerinden biri de bu fikir tartışmaları. Hem niye yanlış anlayayım, adabıyla tartışıyoruz sonuçta. Ve bu tür tartışmalar hem okur hem de yazarlar için cidden büyük bir keyif.
        Bir önceki seçkideki öykün üzerine de ilk fırsatta okuduktan sonra seve seve yorum yapmayı isterim. Ama sen mevcut seçkideki benim öyküme bir yorum yap önce (Dayatmanın böylesi). Özellikle Orta Doğu’yu çoğu okurdan/yazardan daha yakından tanıyan bir kalem olarak. 🙂
        Ben de selamlar, saygılar…

          1. Yok, Hz. Google sağ olsun. 🙂 Merakla bekleyeceğim…

  10. Merhaba Ufuk.
    Çok keyifli bir öyküydü. Simpsons, Batman, Matrix ile ilgili detaylar ve açıklamalar çok güzel ve yerindeydi. Özellikle de Matrix’ ile Holo bağlantısı da güzel bir detaydı. Tek söyleyebileceğim paralel evrenler arasındaki geçiş biraz törpülü kaldı. Benim için en azından. Bütün olay 2017 deki Parker’ın başından farklı bir gerçeklikte geçiyor diye düşündüm. Sanırım Dr. Strange bu şekilde düşünmeme sebep oldu. 2117 de ki kısımları paralel bir evrenden ziyade Strange’in yarattığı sahte bir gerçeklik gibi algıladım. Bu tamamen kişisel takıntımdan kaynaklanıyor olabilir. Bu yüzden çok da önemseme 😀 X-Men’i de görmek ayrıca keyifliydi. Ellerine yüreğine sağlık 😀

    1. Merhaba Umut, işin içinde Doctor Strange varsa neyin gerçek, neyin illüzyon olduğunu bilmek neredeyse imkansız olacaktır. Bu yüzden canın öykünün zaman dilimini nasıl görmek istiyorsa öyle görmekte özgürsün. Bu ulaşmayı arzuladığım bir noktaydı, senden teyit almak beni keyiflendirdi. 🙂

      Öykümü ve değindiğim alt metinleri beğenmene sevindim. Öyküye biraz çeşitlilik katmak ve lezzetini arttırmak istemiştim. 🙂

      Yorumun için teşekkür ederim. İlerleyen seçkilerde görüşmek üzere…

Burak Yüksel için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *