Güneş gökyüzündeki yerini iyice sağlamlaştırıp, etrafındaki bulutları sayısız sarı kollarıyla ittirirken bir rüzgar güneşten rahatsız olup üstünde dinlendiği buluttan aşağı atladı. Toprağa doğru yaklaşarak bir kayın ağacının, dalından ayrılmış ve düşmekte olan yeşil yaprağını tekrar havalandırarak bir süre onunla şakalaştı. Yaprağı az ötede sessizce akan dereye düşürünce heyecanlanıp tekrar inişe geçti. Derenin üstünde gezen başka bir rüzgarla karşılaşınca yaprağı unuttu ve dost rüzgarla kol kola uçmaya devam etti. Derken dere yatağından ve dostundan ayrılıp, üst üste yığılı taş blokların olduğu bir alana geldi. Kapkara bir duman görünce ortasına dalıp dumanı korkuttu ve etrafa dağılmasına sebep oldu. Arkasına bakıp uğultuyla gülerken direğe asılı metal bir nesneye çarpıp çınlamasına ve kızgın sesler çıkarmasına sebep oldu. İrkilip tekrar yükseldikten sonra aşağı bakınca ve üst üste yığılı insan hayvanı bedenlerini görünce oradan uzaklaşmaya karar verdi. Hareket eden insanların arasından geçerken insanlar pelerinlerine iyice sarındılar. Bellerinden sarkan keskin metallerden uzak durmaya çalışarak tekrar yükseldi ve denize yöneldi. Denizde salınan dev ahşap aletlerin arasından içerken, direklere gerilmiş bezleri şişirdi ve yoluna devam etti. Özgürce gökyüzünde süzülürken devasa bir taş yapı gördü ve yapının üstünden içine dalarak yine devasa olan başka bir taş bloğunun açıklığından tüm hızıyla içeri girdi.
Kral Leo, rüzgarın aniden odaya doluşuyla uykusunda ürpererek üstüne yorganını çekti. Kapısı sertçe çalınınca homurdanarak kafasını yastığın altına soktu. Fakat kapının diğer tarafındaki münasebetsiz çok ısrarcıydı ve kapıyı üst üste bir kaç kez daha yumrukladı. Kral, şişman gövdesini hareket ettirmeye tenezzül bile etmeden, sıkıntıyla seslendi: “Ne var be?”
“Majesteleri acil bir durum var.” diyen, eskiden sadık uşağı olan Moren’in sesini duydu. Hala uşağıydı ama yeterince sadık olamayacak kadar şişmandı. Çoğu zaman şişmanlığı yüzünden hareket bile edemiyor, kralın odasının dar kapısından geçemeyecek kadar iri olduğu için yemek servisini bile nizami bir şekilde yapamıyor, hatta ve hatta sanki bir mahkuma günlük pirinç lapasını getirmiş de kendisiyle münasebet kurmak istemiyormuş gibi kapının önüne bırakıp kaçıyordu. Ama Kral Leo yemeğinin hangi zamanlarda geldiğini tespit ettiğinden ötürü uşağı gelmeden hemen önce kapısını açıyor ve adamı adeta kapıda karşılıyordu.
“Acil mi? Sen benimle dalga mı geçiyorsun be adam? Bırak da uyuyayım daha öğlen bile olmadı.” Kral Leo öfkeyle tekrar uykuya dönmeye çalıştı. Yıllardır aciliyetle ve önemle hiçbir şeyin yapılmadığı Leonard Krallığı’nda bir anda acil bir şey çıkmış olamazdı. Muhtemelen mutfakta kekik veya karabiber bitmişti ve bu durumun ne kadar aciliyet gerektirdiği sadece aşçının iştahıyla ölçülebilecek bir durumdu.
“Majesteleri kapımızda koca bir donanma var. Ve ben erzak teslimatı yapmaya geldiklerini hiç sanmıyorum.” dedi Moren ürkekçe. Uşağının ağırlığını başka bir ayağına verdiğini açıklayan o patırtıyı duyunca, Kral Leo söylenerek yıllardır tek başına yattığı dört kişilik yatağından güç bela kalktı. Ayaklarını sürüyerek odasının denize bakan penceresine yürürken bir yandan da oflayıp pufluyordu.
Pencerenin taşlarına yaslanıp başını dışarı uzatınca koca yüreği iç organlarının bir kısmıyla yer değiştirerek ağzına doğru harekete geçti. Karşısında 100’lerce gemili bir donanma vardı demirlemişti. Kafasını sağa sola çevirince dev kalesinin bulunduğu adanın etrafının sarılmış olduğunu fark etti. Yutkunarak koca bir tükürük vasıtasıyla yüreğini yerine geri oturttuktan sonra kapıya doğru koşmaya yeltendi. Ama sadece ağır adımlarla yürümeyi başarabildi. Kapıyı açınca elinde iri bir kızarmış tavuk tutan ve gözündeki yaşlar ağzının kenarındaki yağlara karışmış olan uşağı Moren’i gördü. “Bu da ne demek oluyor Moren? Kim bu kayıkçılar?” diye en bas sesiyle bağırdı. Eskiden olsa bu bağırışı karşısındaki herkesi titretir ve diz çöktürürdü. Ama şimdilerde krallığında kimse diz çökemiyordu. Yüzü koyun yere yatabiliyorlardı ama sonra kalkmalarına yardım etmesi gerekiyordu ve bu bir krala yakışan hareketler sıralamasında ilk 1000’e bile giremezdi.
“Majesteleri az önce bir ulak bize donanmanın komutanının mektubunu iletti. Altında Kral Dongizos’un mührü vardı.” dedi Moren heyecanla. Bir yandan da elindeki yağlı tavuğu kralına doğru sallıyordu.
“Ver bakayım şu mektubu bana.” dedi kral elini uşağına uzatarak. Moren tuttuğu tavuğu kralın avucuna bırakıp elini yeleğinin içine daldırdı. İç cepleri karıştırırken kral gözlerini devirip tiksintiyle eline tutuşturulan tavuğa baktı. Moren sonunda cebinden bir kağıt parçası çıkardı ama yüzü kül rengine döndü. Mektup buruşturulmuş ve yağ içindeydi.
“Şey… Ağzımı silecek bir şey bulamayınca mektuba silmişim sanırım.” dedi esefle. Kral Leo elindeki tavuğu uşağına fırlatmak istedi ama beyninin gönderdiği bu ileti, koluna ulaşana kadar epey bir yağ tabakasının arasından geçmek zorunda kaldığı için gittikçe ağırlaştı ve kral tavuğu ancak elinden düşürebildi.
“Çabuk halkı meydana çağır. Derhal herkes meydanda toplansın. 4-5 saat içinde balkona çıkıp konuşma yapacağım.” dedi gürleyerek. Özellikle araya 4-5 saat koymuştu çünkü insanların meydanda toparlanmaları ve toparlak vücutlarını oraya taşımaları için epey zaman gerekiyordu. Kendisinin hazırlanması da epey sürecekti tabii.
Leonard Krallığı uzun süren savaşlar ve atalarının büyük çabaları sayesinde topraklarını çok genişletmiş, dünyanın hemen hemen yarısına sahip olmuştu. Fakat dünyanın kalan yarısıyla savaşmaya üşenen genç Kral Leo, bir anlaşma yaparak dünyaya barış getirmişti. Atalarının zapt edilemez bir kale inşa ettirdikleri bu adaya yerleşerek güven içinde yaşamış ve adadaki ahalisine çok iyi bakmıştı. Biraz fazla iyi bakmış olsa gerek, ada ahalisi iyice semirmiş ve savaşamaz hale gelmişti. Mümkün değildi ama Dongizos’un askerleri kaleye girmeyi başarırlarsa, 10 dakika içinde Leo’nun odasına kadar gelirlerdi. Düşünceli bir ifadeyle gardırobuna baktı. Eğer kaleye girmeyi başaramazlarsa, o zaman kuşatma yıllar boyu sürecek demekti. Bu adanın kaynakları sınırlı, erzakları ise en fazla 1-2 yıl yetecek düzeydeydi. Zaten yıllardır hiçbir şey üretmemiş, krallıklarına bağlı olan diğer şehirlerden erzak almışlardı.
Açlıktan ölmek düşüncesiyle ürpererek üstünü değiştirmek üzere gardırobuna koştu. Yıllardır giymediği elbiselerini ortaya saçıp üzüntüyle hiçbirinin içine sığamayacağını fark etti. “Moreeeen! Çabuk terziyi buraya getir!”
Rüzgar odanın içinden çıkarak dalışa geçti. Taş bloğu aşarak deniz kıyısına indi ve en öndeki ahşap yapının açıklığından girip derinlerine indi. Tam o esnada gür bir ses duydu.
“Şu kapıyı kapat be adam! Buz gibi oldu içersi.” Ve kapı arkasından kapandı. İçeride hapsolan rüzgar tavana kaçtı.
“Affedersiniz majesteleri. Emirlerinizi dinlerken rüzgarın farkına varmadım.” dedi Alter. Bir asker gibi dik duran, atletik yapılı bir adamdı. Düzgün kesilmiş sakalı ve pırıl pırıl tüniği içinde, herhangi biri görse kral bile sanabilirdi. Oysa ki karşısında oturmakta olan Kral Dongizos ondan bile daha karizmatik ve etkileyiciydi. Omuzlarına dökülen kuzgun rengi saçları ve kulaklarını gıdıklayan gür bıyıkları vardı. Keskin bakışlarıyla karşısındaki uşağına delici bakışlar atıyordu.
“Özrün kabul edildi.” dedi sert bir sesle. “O şişko kraldan bir haber gelene kadar burada bekleyeceğiz. Tabii yağlı ve pis vücudunu yatağından kaldırmayı başarabilirse.” diye ekledi sıkılgan bir ifadeyle.
“Ya haber alamazsak majesteleri?” diye sordu adam ciddiyetle. Elini, belinde asılı duran kılıcının üzerinde gezdirirken gözlerinde hevesli bir bakış oluşmuştu.
Kral Dongizos uşağının hevesli bakışlarına aldırış göstermeden yerinden kalkarak adama arkasını döndü. Geride bıraktığı dev krallığına doğru bakarak düşüncelerini kafasında toparladı. Dünyanın tamamını ele geçirmeyi başarmış, geriye sadece bu ada kalmıştı. Bu adayı da alırsa, dünyanın imparatoru olacaktı. Bu büyük zaferle arasında birkaç bin tane şişko insan duruyordu ve onların yağlı vücutları arasından kendisine bir yol açmaya çalışıyordu.
“Eğer haber alamazsak… Burada epey vakit geçireceğiz demektir.” diyerek tekrar adamına döndü. “O kale zapt edilemezdir, Alter. O yükseklikte ve kalınlıkta surları geçmenin hiçbir yolu yok. Ayrıca içeriye gizlice sızmanın da bildiğimiz bir yolu yok. Adanın her yanını dolaştık ama en ufak bir gedik bile bulamadık. O yüzden onları açlıkla sınamaktan başka çaremiz kalmadı.” Yüzünde kötücül bir gülümsemeyle uşağına bakmayı sürdürdü. “Emrimi tüm gemilere ulaştır. O adaya hiçbir erzak kırıntısı girmeyecek. Üstünden kuş bile uçurmayın ki, vurup kuş etiyle beslenemesinler. Kaleyi terk eden olursa hemen yakalayıp öldürsünler. Söyle onlara, birazcık dinlenmeyi hak ettiler. Ta ki kapılar açılana kadar.” Ve kahkaha attı. Korkunç kahkahası kamaranın içini doldururken, dev kadırga dalgaların ve kahkahanın etkisiyle sağa sola sallanmaya başladı. Uşak başıyla keskin bir selam verip kapıyı aralayınca, rüzgar beklediği fırsatın bu olduğunu anlayıp açılan kapıdan dışarı fırladı.
Tekrar özgür olmanın verdiği mutlulukla bir süre gökyüzünde çılgınlar gibi uçuşan rüzgar, uzun zamandır görmediği pek çok dostuyla da muhabbet etme şansını yakaladı. Adanın etrafına uğrayan tüm dost rüzgarlarla çok iyi vakit geçirdi. Sonra yorulunca, korkunç adamın olduğu ahşap yapılara girmektense taş yapıya girmeyi tercih etti. Tüm gücüyle ilk taş yapıyı geçip insan hayvanların sallana sallana hareket ettiği toprağa iniş yaptı.
“Kralın dediğini sen de duydun Olaz. Daha az yemeliyiz, yoksa açlıktan telef olacağız.” dedi Azune arkadaşına. Adamı teselli etmek istercesine elini omzuna koymuştu. Ama daha ziyade omzuna vuruyor ve adamı damızlık inek gibi öne doğru sürüyordu.
“Kralın canının 17 cehenneme ve kendisinden önceki 17 kralın kıçına kadar yolu var Azune. Ben yemek yemek istiyorum. Bütün bir koyun yiyemediğim günler kendimi çok hasta hissediyorum. Eğer yaptığı tutumluluk planı, benim aç kalmam anlamına gelirse onun sağ budunu yemek zorunda kalırım ve bunda çok ciddiyim.” Ciddiyetini göstermek için kaşlarını iyice çatarak elleriyle hayali bir insan budunu sıkarak ağzına götürdü Olaz.
“Zaten nihayetinde birbirimizi yemek zorunda kalacağız gibi görünüyor. Şundan emin olmanı isterim ki Olaz, burada birini yiyecek olsam o kesinlikle sen olurdun. Çünkü gözüme öğün kaçırdığım günlerde hep iştah açıcı geliyorsun.” Azune’nin gözleri Olaz’ın kollarına bakarken açlıkla parlıyordu. Olaz bir adım geri çekilerek parmağını uyarı maksadıyla arkadaşına uzattı.
“O vampir dişlerini benden uzak tutmazsan, gözlerini suda haşlayıp mideye indiririm Azune!” diyerek adamı uyardı Olaz. Bir süre kıpırtısız kaldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeye başladılar. Son 3 gündür halka, yiyecekler sadece 2 öğün yetecek kadar veriliyordu. Kral balkondan yaptığı konuşmada önlemlerin daha radikal hale geleceğini ve önce günde 1 öğüne, sonra 2 günde 1 öğüne kadar düşürüleceğini açıkça belirtmişti. Önlemler sırf bununla da kalmıyor, halkı forma sokmak ve savaşa hazırlamak için hangi işte çalışıyor olurlarsa olsunlar tüm ahali kılıç ve ok eğitimlerine katılıyordu. Bu zorunlu savaş eğitimlerine sabah ve akşam sporları da dahildi. Tüm eğitimleri göbeği el verdiğince eski general Amadurillo veriyordu.
O günün ilk eğitimine katılmak üzere sallana sallana yürüyorlardı. Henüz 3 gün geçmiş olmasına rağmen kendilerini yorgun ve aç hissediyorlardı. Önlerindeki açıklıkta yüzlerce iri gövde hopluyor, zıplıyor ve yerinde koşar gibi hareketler yapıyorlardı. Bedenlerin arasından çıkarak karşılarında duran General Amadurillo dirseklerini yağlı göbeğine dayamış ve kollarını göğsünde birleştirmişti.
“Geç kaldınız beyler! Sabah sporundan kaytarmanın cezası, 50 metre koşu! Sağa dönün ve ben dur diyene kadar arkanıza bakmadan koşun! Marş marş!” diyince iki arkadaş aynı anda “of”ladılar. Eskiden olsa 50 metreyi 5 saniyede koşabilirlerdi ama şimdi o 50 metre kıtayı boydan boya koşmaya bedel geliyordu. Aynı anda biri sağa, biri sola doğru dönünce göbekleri birbirine çarptı ve yere devrildiler. General Amadurillo gözlerini devirerek yerde kaplumbağalar gibi sırt üstü debelenen adamlarına yardım etmek üzere o tarafa yöneldi.
Rüzgar bu komik manzara karşısında neşeyle uçuşmaya başlayarak tekrar yerden yükseldi. Birazcık deniz havası almak için taş yapıyı aştıktan sonra uzunca süre denizin üzerinde gezdi. Denizin yüzeyinden fırlayıp tekrar dibe dalan su hayvanlarına doğru hızlanıp onları korkuttu. Taş yapının önünde bekleyen ahşaplara kıyasla daha küçük olan bir ahşaba doğru dalışa geçerek üzerindeki insan hayvanının dengesini bozdu. İnsan hayvanı denize düşerken neredeyse kahkahaya benzeyen bir sesle uçuştu ve gezmeye devam etti. Yorulup taş yapının önüne döndüğünde, yapıyı aşmak zor geldiği için ahşaplardan en büyük olanına doğru inişe geçti.
“Kaç aydır buradayız majesteleri. Surların üzerinde bir kafa bile görmedik. Sizce açlıktan ölmüşler midir?” diye sordu geminin kaptanı Hagna. Kral Dongizos kaşlarını çatarak surlara doğru bakmaya devam ediyordu.
“Sanmıyorum. Erzakları bitmiş olsaydı, şimdiye bizi yemek için aç ayılar gibi buraya doğru koşuyor olurlardı. Ve muhtemelen denizde boğulurlardı.” diye ciddiyetle kaptanı cevapladı kral.
“O zaman bir süre daha bekleyeceğimizi çıkarıyorum buradan.” dedi kaptan üzüntüyle. “Yanlış anlamayın majesteleri ama adamlarım yağlanıyorlar. Aylardır bu koca taşın önünde bekliyoruz ve sürekli yiyip içiyoruz. Savaşmaya alışık bu adamlar için sadece talimler yeterli olmuyor.” Sıkıntıyla kıpırdanan Hagna ayak değiştirerek majestelerine bakmaya devam etti. “Yurtlarına ve evlerine dönmeyi düşünen askerler olduğunu duydum.”
“Görev yerini terk etmeye çalışan olursa idam edin, Kaptan Hagna.” diyerek adama döndü Kral Dongizos. Başka bir şey söylemeye gerek duymadan mührünü adama uzatarak kamarasına yöneldi. Hagna bir süre kralın arkasından baktıktan sonra askerlerinden birini yanına çağırdı.
“Git katibi buraya getir. Kralın, tüm kaptanları ve komutanları için bir emri var.” dedi Hagna ve dev surlara esefle baktı. Bu savaşın sonucunun onların istediği gibi olması için dua etti. Bir de az sonra verilecek yemekte kuyruk yağında pişmiş elmalı domuz rostosu olması için…
Rüzgar sıkılarak ahşap yapıdan ayrıldı ve özgürce uçmaya devam etti. Taş yapının üzerinden aşıp daha önce gördüğü iki insan hayvanının arasına daldı. Adamlar rüzgara, önceden sanki daha kalınlarmış gibi geldi. Ama çıkardıkları seslerden onlar olduğuna emindi.
“…ve bu akşam yemekte ne varmış biliyor musun Olaz?” diye sordu Azune. Gözünden ateşler, burnundan buharlar çıkarken bir yandan da gerilmiş vücuduyla badi badi yürüyordu.
“Dur tahmin edeyim!” dedi Olaz bir anda durarak. Bir elini beline koyup diğerini çenesine dayayarak gökyüzüne doğru kaşlarını çattı. Alaycı bir ifadeyle parmaklarını şıklatarak, dönmüş kendisine bakan arkadaşına doğru tekrar yürümeye başladı. “Balık! Kahrolasıca, nereden çıktığı bilinmeyen balık!”
“Bir duyum aldım ama, söylemeye çekiniyorum.” dedi onlara doğru yaklaşan demirci Luth. İkisi de durup adama döndüler ve beklentiyle bakmaya başladılar.
“Şöyle ki balık tutmak, kuşatma esnasında mümkün görünmüyor. Bu bir!” Luth, daha bir kaç ay öncesine kadar yağlı birer sosise benzeyen, şimdiyse silah dövmekten dolayı hala kalın ama nasırlı olan parmaklarından birini havaya kaldırdı. “Kuşatma başlayalı aylar oldu. Bütün erzaklarımız tükenmişken, birden bu balıklar ortaya çıktı. Tuzlanmış veya kurutulmuş değillerdi, aksine inek memesinden yeni sağılmış süt kadar tazeydiler. Bu iki!” İkinci nasırlı parmak diğerinin yanına yerleşti.
Luth iyice yaklaşarak adamların arasına girdi ve aylardır dövdüğü demir ve çelikler yüzünden yağları erimiş ve kas tutmuş kollarıyla adamları omuzlarından tutup kendisine doğru çekti.
“Ben de balıkların nereden geldiğini öğrenmek için Moren’in yanına gittim. Zor da olsa ağzından laf almayı başardım.” Ses tonu iyice fısıldamaya yaklaşarak adamları daha da kendine çekti.
“Neredeyse 2 aydır yediğimiz o balıklar, Kral Leo’nun kıçından çıkıyormuş.” Aynı anda hem Azune hem de Olaz adamın kollarından kurtularak adama bağırmaya başladılar. Geri zekalı, yalancı, aptal, ahmak ve sapık gibi hakaretleri eliyle bastıran Luth tekrar lafa girdi.
“Şaka yapmıyorum dostlar. Çok ciddiyim.” Yüzünde söylediklerini doğrular bir ciddiyetle tekrar adamlara yaklaştı. “Moren’in söylediğine göre kral, her akşam uyumak için gardırobuna giriyor ve girerken Moren’den iki büyük çuval alıyormuş. Sabah gardıroptan çıktığında ise iki çuval ağzına kadar balıkla dolu oluyormuş. Moren’in söylediğine göre kral ölmekten korkuyor ve geceleri dolapta uyumaya çalışıyormuş. Ama korkudan bir türlü uyuyamadığı gibi üstüne bir de altına sıçıyormuş. Ama kralın atalarının soyundan Lady Naoni’nin deniz tanrısı Sipeidon’dan çocuk peydahladığını daha önceden duymuş olan Moren, muhtemelen kralın dışkı olarak balık çıkardığını düşünüyor.”
Azune ve Olaz birbirlerine düşünceli ifadelerle baktılar. Eğer durum gerçekten buysa, iki aydan fazla süredir kralın kıçından çıkan balıklarla hayatta kalıyorlar demekti. Olaz öğürmek üzereyken General Amadurillo uzun adımlarla yanlarına geldi.
“Beyler neredeyse 1 yıldır eğitim yapıyoruz ve düzenli olarak tüm eğitimlere geç kalıyorsunuz.” Bir an sessizlik yaşanınca Olaz ve Azune, generalin soru sorup sormadığından emin olamayarak bir Amadurillo’ya bir birbirlerine baktılar.
“Cezalısınız beyler! 5 kilometre koşacaksınız. Ben dur diyene kadar durmak yok, bizzat arkanızda olacağım. Marş marş!” diyerek adamlara eliyle surları işaret etti.
Olaz ve Azune tekrar birbirlerine bakıp bıyık altından güldükten sonra son hız koşmaya başladılar. Öyle ki Amadurillo onları gözden kaybetmemek için aynı hızda koşmaya başladı. “Ben yaşlı bir adamım pis kokarcalar! Yavaş koşun!” diyerek onları kovalamaya devam etti.
Luth adamların arkasından gülümseyerek demirhanesine doğru yürümeye başladı. Rüzgar yerden toz kaldırarak yükselince, demirci gözlerini elleriyle perdeledi. Belinden çok uzun ve ancak iki elle kaldırılabilecek bir kılıç sarkıyordu.
Rüzgar gökyüzüne doğru yükselip ışıklı gök cismine doğru uçmaya başladı. Bazen canı sıkılınca ona ulaşmayı dener, ama bir yere kadar gidebilirdi. O noktadan daha ileri gitmeye kalkarsa dağılıp yok olacağını biliyordu. Yine de o noktaya kadar gitmeyi seviyor ve sık sık bunu eğlence amaçlı yapıyordu. Bir süre o noktadan gök cismini seyrettikten sonra başka rüzgar arkadaşlarıyla sohbet etti ve tekrar toprağa yöneldi. Bir gün o cisme ulaşmayı ve etrafında uçmayı hayal ederek taş yapının içine yöneldi. Bir çıkıntının üzerinde dimdik duran insan hayvanına doğru hızlıca uçarken, keskin bir demir onun göremeyeceği bir hızda kendisine çarptı ve rüzgarı dağıttı.
Kral Leo dev kılıcı tek eliyle tutmuş, karşısındaki kalabalığa bakıyordu. Kılıcı bir kaç kez daha seri hareketlerle savurduktan sonra kınına soktu. Geçen 2 yılda yağları tamamen gitmiş, kaslı ve dimdik bir vücudu olmuştu. Karşısında büyük bir kalabalık vardı ve her gün önlerine gelen o balıkların kaynağını öğrenmek istiyorlardı. Kralın kıçından çıkan balıkları yemekten bıkmışlardı. İçten içe gülerek kalabalığa döndü.
“Dostlarım. Kandırıldınız!” Yan gözle uşağı Moren’e bakarak konuşmaya devam etti. “Birisi size yanlış bilgi vermiş. O balıklar benim kıçımdan çıkmadı!”
“Ne yani, dolabın okyanusa mı açılıyor be adam?”
“Kıçından onca balığı çıkarmasan bu kadar zayıflayabilir miydin ha?”
“Bize yalan söyleme sakın! Biz senin o gardıropta ne haltlar karıştırdığını gayet iyi biliyoruz.!”
Kalabalıktan pek çok ses yükseliyor ve herkes kralı suçluyordu. Kral ellerini kaldırarak kalabalığı susturdu.
“Madem ki bana inanmıyorsunuz, o zaman aranızdan 3 gönüllü seçin. Onlara balıkların nereden geldiğini göstereyim.” dedi.
“Senin kıçını görmeye çok meraklı değiliz.” diye bağırdı bir kadın. Herkes kahkahalar atmaya başladı, hatta Kral Leo bile kasıla kasıla gülmeye başladı.
“Ben ve Azune gönüllüyüz.” diyerek kalabalığın arasından sıyrıldı Olaz. “Sonuçta bu olayı ilk duyanlar bizlerdik. İnsanlara da biz anlattık.” Azune de onun yanına gelip başıyla selam verdi.
“Eh… Onlara söyleyen kişi de ben olduğum için, sanırım benim de gönüllü olmam gerekiyor.” dedi demirci Luth.
“Ben de pek gönüllü olmasa da, tüm bu yaygarayı başlatan adam olarak Moren’i gönüllü yapıyorum. O da bizimle gelecek.” dedi Kral Leo. Tekrar göz ucuyla uşağına bakarak yüzünü ekşitti. Moren olduğu yerde büzülerek başıyla selam verdi. Dal gibi bir adam olduğu için kırılıverecek gibi görünüyordu.
Kral, gönüllüler ve zorunlu gönüllü Moren kralın odasına yürüdüler. Odaya girdiklerinde Olaz bir ıslık öttürdü ve Azune “Vay be!” demekten kendini alamadı. Sade ama şık eşyalarla döşenmiş dev odada koskoca bir yatak vardı. Sağ taraflarındaki duvara dayalı masada büyük bir harita ve üzerinde işaretler vardı. Hemen yanında ise bahsi geçen gardırop bulunuyordu.
Kral uzun adımlarla gardırobuna yürüyüp kapıyı açtı ve adamlara gösterdi. Adamlar boş gardıroba bir süre baktıktan sonra omuzlarını silktiler. Kral tekrar dolaba dönüp bir askıyı çekti ve dolabın arka kısmı açılarak gizli bir bölmeyi ortaya çıkardı.
“Beni takip edin.” diye emretti kral. Adamlar bu emre heyecanla uyarak krallarına yetiştiler. Bölmedeki merdivenler bir mahzene iniyor ve aşağı inildikçe bir uğultu sesi ve nem yükseliyordu. Nihayet merdivenler son bulduğunda karşılarında dev bir mağara buldular. Mağaranın önünde bir kayık ve nereye kadar uzandığından emin olamadıkları su vardı. Adamlar huşu içinde krallarına döndüler. Kral mağrur bir biçimde, dimdik duruyor ve adamlarına şefkatle bakıyordu.
“Atalarım, kalenin çok altındaki bir gedikten içeri dolan okyanusun hikayelerini gizli kayıtlara geçirmişler. Kimse bilmesin diye bu mahzene açılan geçidi, yine bu eski gardıropla gizlemişler. Size daha önce söylerdim ama, kalenin içinden birinin gizlice haber uçurması ihtimalini göze alamadım.”
4 adam da gözlerinden yaşlar boşalarak krallarının önünde diz çöktüler. Bu yüce adam onlar için her gün bu gardıroba girmiş ve mahzene inmişti. Tüm halkı için çuvallar dolusu balık tutmuş ve onların hayatta kalmalarını sağlamıştı.
Kral onlara doğru yürüyerek Azune ile Olaz’ın arasında durdu. Ellerini adamların omuzlarına koyarak hafifçe sıktı.
“Şimdi savaşma zamanı dostlarım. Kaybolan itibarımızı ve topraklarımızı geri alma zamanı.” Adamlar başlarını yerden kaldırarak, kırmızı gözlerle krallarına baktılar. “Doğrulun!” dedi Kral Leo kükreyerek. Adamlar hiç tereddüt etmeden, hevesli bir biçimde emre itaat ettiler. “Gidin ve dostlarınıza burada gördüklerinizi anlatın. Onlara savaşma vaktinin geldiğini söyleyin.”
Hep birlikte o mahzeni terk etmelerinin ve surlara dayanmış düşman donanması ile ordusunun karşısına çıkmalarının arasında sadece bir kaç saat vardı. Ne var ki karşılarında savaşmaya hazır bir düşman ordusu yerine, beklemekten ve sürekli yiyip içmekten iyice yağlanmış insanlar buldular. İri gövdeleri yüzünden hareket edemiyor, zırhlarını giyemiyorlardı. Ağır kılıçları kaldıramıyor, kaldırabilenler de kılıç kullanmayı unuttuklarından olsa gerek bir garip görünüyorlardı.
Sadece 1-2 saat içinde düşman ordusu teslim olmuş ve donanma yok edilmişti. Belinden sarkan kılıcı bacağına çarpmasın diye eliyle tutarak koşan Moren, kralının önünde diz çökerek selam verdi.
“Bana ne haber getirdin, Moren?” diye sordu kral, savaş toplantısı yaptığı Olaz, Azune ve Amadurillo’dan dikkatini ayırarak.
“Majesteleri! Aldığım habere göre Kral Dongizos, surların kapısı açılıp biz savaş naraları atar atmaz ordusunu bırakıp kaçmış. Kaptanlarından birinin söylediğine göre Uleant Kalesi’ne doğru gidiyormuş.”
Azune ve Olaz da krallarının iki yanına gelerek Moren’e baktılar. Kral iki adamına ve arkada bekleyen Amadurillo’ya baktıktan sonra Moren’e ayağa kalkmasını işaret etti.
“Uleant Kalesi’de en az bizim kalemiz kadar zorludur, majesteleri. Bugüne kadar orayı ele geçirebilen olmadı.” dedi Amadurillo.
“Kuşatıp onları açlığa mahkum edebiliriz.” diye devam etti Azune. Kral dudağını büküp, olabilir der gibi başını salladı.
Olaz konuşan adamlara sırayla baktıktan sonra ellerini beline koyarak ortaya konuştu: “Eh… Tabii Kral Dongizos’un da sizinki gibi bir gardırobu yoksa!”
SON
Şu ana kadar seçkide okuduğum öyküler arasında en çok beğendiğim buydu. Sanki bir filme giriş sahnesi olacak gibi bir anlatımla başlamanız çok hoşuma gitti. Rüzgarın hareketleriyle zamanın ve meakanın değişmesi gerçekten güzel fikir. Yazım hatası vardı bir iki tane ama okurken onları da unuttum gitti. Gerek temayı kullanışınız, gerek yazım tarzınız, gerek hikayenizin kurgusundan dolayı sizi tebrik ediyorum.
Yinede şunu sormama izin veriniz. Krallık bunca toprak kaybından haberi olmamış mı kuşatılana kadar? Dünyanın yarısına sahipken, ardından Kral Dongizos tüm dünyayı neredeyse fethetmiş. Sadece bu kafama takıldı, tabi bu sürede dış kaynaklardan alınan erzakların nasıl geldiği, savaşlar ile ilgili hiç haber alınamaması falan gibi teknik düşünceler rahatsız etti sadece.
Dediğim gibi bence okuduklarım arasında şeçkinin en iyi ve hakkı verilerek yazılmış olan tek öyküsü bu olmuş. Ellerinize sağlık.
Öncelikle güzel yorumun ve değerli düşüncelerin için teşekkür ederim. Kafana takılanlarla ilgili de 1-2 ufak şey söyleyeyim. Hikayeyi yazarken birkaç paragraf yer ayırdığım şeylerdi onlar. Özellikle posta güvercinlerini canı çok çektiği için kuşlar kuleye gelir gelmez pişirip yiyen yamakla ilgili genişçe bir kısım vardı. Neden son ana kadar haberleri olmadığından bahsetmek birden çok sıkıcı geldiği için çıkardım o bölümü. O ve daha pek çok detayı çıkardım =)
Ne kadar sade, o kadar iyi değil mi? =)
Ellerinize sağlık, mükemmel. Film izler gibi okudum, her şey gözümde canlandı,eğlenceliydi. 🙂 Tebrik ederim..
Okuduğun ve yorum yazdığın için çok teşekkür ederim =)