Öykü

Solak

“Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?”

Üçünün de aklından geçen buydu. Önce haki kazaklı ayıldı. Şu an nerede olduğunu, en son nerede olduğunu, neden ve nasıl elleri arkadan bağlanmış bir vaziyette olduğunu anlayamıyordu. “Gerçek olamayacak kadar mantıksız, rüyada olmalıyım,” diye düşündü. Kafasını kaşındıran çuvalın kısıtladığı görüşüne rağmen bulunduğu ortamda yapay ışık olduğunu seziyordu. İki yanından baygın insan nefesleri geliyordu. Derin ve sakin nefeslerle bedeninin kontrolünü sağladı. “İki kişiyle bir sorgu odası paylaşıyorum, Rüya falan yok.”

* * *

Hâlâ açık olan duyularına yoğunlaştı. Etrafı dinledi, kokladı, hissetti. Aldığı sayısız eğitimin ve en kanlı terör örgütleri tarafından üç defa bu duruma düşürülmüş olmanın tecrübesiyle soğukkanlılığını muhafaza ediyordu. Acemice bağlanmış plastik kelepçeyi doğru pozisyona getirip yumruk yaptığı ellerini dışa doğru büktü. Sessizlikte devleşen bir sesle parçalanan kelepçe, kan yürümüş bileklerinden ayrıldı. Gerilmiş plastiğin patlamasına uyanan diğer iki mahkumu görmek için kafasındaki çuvalı hızlıca çıkardı.

Alışık olmadığı ışıklandırmalar odanın duvarları olmadığı hissini uyandırıyordu. Alüminyum sandalyeler ve o sandalyelere bağlı iki tutsak dışında görünürde hiçbir şey yoktu. Gözü yormayan parlak led ışıkların ortasında sonsuz bir beyazlık içindeydi. Gözleri ışığa alışınca yüzlerce metre uzakta koyu ahşap cisimler gördü. Çevre analizi tutsakların sesleriyle

bölündü. Sağındakinin çırpınışlarından bir an sonra solundakinin öksürükleri başladı.

Klasik sorgu numaralarından biri,” diye düşündü asker. “Zorla ağzından laf alamayacağını bildiğin birinin yanına dostlar yerleştirsin.” Bunu bilecek kadar tecrübeli olduğundan ağzını sıkı tutmaması için bir sebep kalmamıştı. Sakin ama çabukça diğer ikisinin bağlarını çözdü. Kalan bir avuç saçı ağarmış, vücudundan hiç kas ve yağ yokmuş gibi duran kendi yaşlarında adamın gözlerine bakınca tüm şüpheleri ortadan kalktı. Askerlerin hislerine de güvenmek zorunda olduğunu defalarca tatbik etmişti. Bu adamın bakışları tanıdıktı. Neredeyse benimle aynı.

* * *

Dışarıdan baksa zibidiye benzeteceği siyahlar içinde, uzun saçlı ve yakışıklı yüzlü diğer tutsağa da aynı hisleri duydu. Bana yakın.

* * *

Diğerlerinin şoku atlatmasını hızlandırmak için, “kaçırıldık,” diye söze girdi asker. “Ya birazdan sorguya gelirler, ya da burada ölmemizi beklerler.”

Diğer ikisi askerin birkaç dakika önce yaşadığı duygu durumuyla başa çıkmakta zorlanıyordu. Panik bedenlerinde yayılıyor, derileri yanıyor, kafaları zonkluyordu.

Asker durumu kontrol altına almak için yılların şekillendirdiği tok sesiyle konuşmaya devam etti. Kader ortaklarının ilgisini üstünde topladı. Göz teması kurarak diğer acemi tutsakların yatışmasını sağlamaya çalışıyordu.

“Ama neden?” diyebildi beyaz giysili olan. Sesi beklediğinden daha az titremişti.

Tam olarak bilemiyorum. Aklıma benimle ilgili bir şeyler geliyor ama siz kimsiniz onu bile bilmiyorum, birazdan öğreniriz,” dedi Asker.

“Burası ne biçim yer? Hem bizi öldürmek isteseler neden buraya getirme zahmetinde bulunsunlar?” diye ekledi beyazlı. Konuşmaya başladıktan sonra tekrar bedeninin kontrolünü sağlamayı başarmıştı. Beyni yoğun bir mesaideydi.

“Bizimle oynamak için,” dedi siyahlı. Dehşetini kendi içinde yaşamış, kusmamak için kendini zorlamış ve diğerlerinin arasına katılmayı başarmıştı.

Derinlik duygusunu yok ederek perspektif algısını bozan oda yüzünden karşılarındaki koyu kahverengi cisimleri yüzlerce metre ötede sandılar. Sınırsız bir kapanda tek bir yem vardı. Yemi hiçliğe tercih ettiler.

Üçü aynı ağır ritimle, ses çıkarmamaya özen göstererek ve etraflarını izleyerek ilerlediler. Yedi sandık gördüler. Beşi bel, ikisi diz hizasında muazzam işçilik ürünü yedi kilitli kutu. Birkaç dakika sessizce sandıkları incelediler. Sağlam ahşaptan yapılma birbirine ve yere sabitlenmiş, birbirine fevkalade benzeyen yedi gizem.

Sinirlerine ilk yenik düşen siyahlı oldu. Sandıklardan birine tekme atıp ayağını yaraladı. İnleyerek yere çöktü.

“Senin dediğin gibi, bir oyunun içindeyiz,” dedi Asker. Bu oyun bu sandıklarla alakalı, elimizde başka bir şey yok.”

“Var,” dedi beyazlı “Biz.”

Siyahlı ağrıyan ayağını yere uzatmış diğerlerine bakıyordu. Beyazlı sandıklara dönüktü, eliyle çenesini ovuyordu. Asker sandıkların etrafında turluyordu.

“Biz kimiz?” diye sordu göz altlarının karanlığını belirginleştiren beyaz kıyafetli. Zihni yeni problemlerle karşılaşmaya hazırdı. “Ben profesörüm, kırk beş yaşındayım, yirmi yıldan fazladır virüsler üzerine çalışıyorum. Ulaştığım ya da ulaşmak üzere olduğum şeylerden rahatsız olanlar olabilir.”

“Ben askerim, aynı yaştayız, tüm gençliğim gizli görevlerde geçti. Çok kişiyi rahatsız ettiğim kesin, peşimde ölüler bile olabilir. Mezarsız ölüler rahat edemez derdi komutanım,” diye ekledi Asker hiç beklemeden.

“Ben şarkıcıyım, kimseyi rahatsız falan etmedim. Belki kalbini kırdığım kadınlar olmuştur, biraz da param var. Hepsi bu. Büyük bir komplonun falan içinde değilim.” Ağrıyan ayağını ovup kendi kendine küfür ettikten sonra, “bu arada internette otuz sekiz yazıyor ama ben de kırk beş yaşındayım,” dedi.

Asker’in etrafında dönmesinin, Profesör’ün çenesini sıvazlamasının, Müzisyen’in ayağını ovmasının sesleri dahi duyuluyordu. Bu derin sessizlik içinde kaynağı belirsiz ışıkların altında düşünmeye çalışıyorlardı.

“Böyle bir yere varamayız,” dedi asker.

“Vardık bile,” dedi profesör. Sandıkları işaret etti. Üçü de aynı şeyi gördüklerinden emin oldukları için birbirlerini ikna etmeleri gerekmedi. Sandıkların üzerinde yazılar belirmişti.

Basit bir sihirbazlık numarası. Biz konuşmaya başlayınca bizi dinleyen birileri düğmeye basıp.

* * *

Sandıklara en yakın olan, Asker, yazıların üstüne eğildi. Elleriyle yoklayarak nereden çıktıklarını anlamaya çalıştı. Çelikle tahtaya kazınmış gibi görünüyorlardı.

Profesör eli belinde tüm yazıları içinden okudu. Yüksek sesle okumadan önce doğrulup ağrıyan belini gerdi.

Ab uno disce Omnes. Bofa Fide. Citius, Altius, Fortius. Deus ex machina. Errara humanum est . Fiat Lux. Grammatici certant.

* * *

İkisi bakışlarını profesöre çevirdi. “İşimde lazım olan kadar Latince biliyorum, o yüzden her şeyi anladığımı söyleyemem. Bu ilki mesela, bir şey her şeydir gibi bir anlama geliyor olabilir. Bağlamını ve hikâyesini bilmiyorum.”

“Sandıkta bir şifre mekanizması var gördüğünüz gibi,” dedi asker. İki eliyle sandığa yaslanmıştı. “Bir sayı bulmamız gerekiyor.”

“Ne diyeceğimi bilemiyorum,” dedi Profesör.

Asker eliyle şakaklarını ovdu. Kaçırılmadan önce başına bir darbe almış olduğunu düşündüğünden sahici olmayan bir ağrıyla mücadele ediyordu.

“Bulduk ya zaten,” diye araya girdi Müzisyen. Ayağını ovmayı bırakmış, ama ayağa kalkmamıştı. “Bir şey her şeyse, bir aynı zamanda şifredir. Yaz gitsin ne kaybederiz.”

“Ya bir hakkımız varsa?” diye sordu Asker. “Ölür gideriz en fazla.”

“Doğru,” dedi profesör.

Asker düşünmeden şifreyi girdi. “Bir ortak noktamız daha var,” diye aklında geçirerek,

üçümüz de ölümden korkmuyoruz.

Klik sesinin verdiği keyifle yüzleri güldü. Şifre gerçekten 1’di.

Sandığın içindekini ilk asker gördü ve suratındaki gergin ifade diğer ikisine bulaştı. Bir eliyle antika tabancayı, diğeriyle demir bilyeyi kaldırdı.

Mutlak sessizlik odayı doldurdu.

“Korkmayın sizi vurmayacağım,” dedi asker. Vurmak zorunda kalsa şüphe etmeyeceğini diğer ikisi de onun kadar iyi biliyordu. “Hem sizi öldürmemi isteseler silah olmadan da yapabileceğimi bilirler.”

Müzisyen güldü. “O zaman kafana sıkmanı istiyorlardır,” dedi.

“Birilerinin bizden bir şey istediği aşikar,” dedi profesör. “Ama birbirimizi öldürmemize gerek yok. İkinci sandıkta Bona Fide yazıyor. Bona bildiğiniz gibi iyi demek, fide de amaç gibi bir şeydi sanırım.”

“Şiddet iyi amaçlar için de kullanılabilir, askerliğin kurallarından biridir,” dedi asker. Elindeki en az yüz yaşındaki ağızdan dolmalı silahı incelerken. Kabzasının pürüzsüzlüğünden, namlusunun parlaklığından, horozunun yumuşaklığından silahın çok iyi korunmuş hatta neredeyse yeni üretilmiş olduğunu anladı.

“İyi o zaman centilmence ateşle silahını,” dedi müzisyen. Tavandan çelik halatlarla yavaşça inen hedefi göstererek.

Hedefte bir çocuğu rehin almış silahlı bir adam resmi vardı. Hareket eden hedefe doğru silahını doğrulttu asker. Derin nefes aldı. Nefesini tuttu. Tetiği ezdi. Hedefteki resim tam silahın olduğu yerden yırtıldı. Katili öldürmeden, rehine kurtarılmış, oldu. Klik sesi duyuldu. İkinci sandıktan demir bir çubuk çıktı.

Eğleniyor gibi görünüyorlardı. Adrenalinin etkisi ve bilinmezliğin inkarı kamçılayan gücüyle sakin kalıyorlardı. Demir çubuğu muzaffer gladyatörler gibi kaldırdı Asker. Başlarındaki belanın büyüklüğünden, bilinmezliğin korkunç baskısından kopmuşlardı. Boşlukta asılı kalmış, sinir bozucu ışık, ürpertici sessizlik ve ahşabını bile tanımadıkları kilitli sandıkların arasında kendilerini oyuna kaptırmışlardı.

Üçüncü sandık diğer ikisinin yarısı kadardı ve üstünde citius, altius, fortius yazıyordu.

Müzisyen, profesörün yüzündeki ifadeyi tanıdı. Kendini çaresiz hissettiği zamanlarda böyle görünürdü. Alkola başvurmanın işareti şu an tanımadığı bu adamın yüzünde gördüğü şeyin aynısıydı.

“Fortius, güç, güçlü demek ama diğer ikisini anlamadım, bilmiyorum,” dedi Profesör.

“Ben biliyorum,” dedi asker. Olimpik sporlarla aram iyidir. Daha hızlı, daha yukarı, daha güçlü, demek bu.”

“Buyrunuz o zaman,” dedi Müzisyen. Ayağa kalkarken zorlandı. “Ben her zamankinden daha yavaş, daha aşağı, daha güçsüzüm.” Tonlamada gizli suçlamayı hissetti diğer ikisi.

Profesörün içine de kurt düştü. Askerin oyunun içinde olduğu fikri, hayatı boyunca asla

karşılaşmak istemeyeceği züppe bir şarkıcıya yakınlık duymasını sağladı. Kendime geldiğimde Asker ayaktaydı. Hedef neden ben olmayayım?

* * *

“Bilmeceleri çözdüğüm için özür mü dilemeliyim?” dedi Asker.

Müzisyen Asker’in tepkisine şaşırmadı. Burnundan nefes vererek güldü. Aklımı okuyor pezevenk.

* * *

Tartışmayı sandıklardan iki adım uzakta yerden yükselen çelik direkler sonlandırdı. Yaklaşık iki insan boyunda iki direğin mesafesi askerin elindeki çubuk kadardı. Çubuk iki çeliğe konduğunda yapı tamamlanacaktı. İş yine askere kalmıştı. Sessizce yaklaşıp soğuk çeliğe dokundu. Hesaplamalar yaptı.

“Bu kadar yükseğe sıçramam imkansız, sandıkların üstünden belki,” diye sesli düşündü ve ikinci sandığın üstüne tek sıçrayışta çıktı. Oradan da çeliklere. Beklediğinden daha kolay olmuştu. İlk denemesinde çubuğu yerleştirdi ama beklediği sesi duyamadı. Oyunu kuralına göre oynamadan kazanamayacağını anladı. Üçüncü sandık bu yüzden diğerlerinden küçüktü. Daha alçaktan, daha hızlı, daha yukarı, daha güçlü zıplamalıydı.

Oda ne sıcak ne soğuktu. Asker terliyordu. Üstündekini çıkarıp diri ve gergin kaslarını esnetmeye başladı. Üçüncü oyunu üçüncü denemesinde kendini sakatlama pahasına kazandı.

Üçüncü sandıktan birbirine mıknatısla tutunmuş yirmi yedi adet her yüzü farklı renk küp çıktı. Parçalanmış bir rubik küpü andırıyordu. Asker ve müzisyen küplere elini bile sürmedi.

Doktor’un kendinden emin çalışmasını izlemekle yetindiler.

“Lisedeyken zeka küplerini çözmeye bayılırdım. Dörtlü, prizma vesair versiyonlarını bile bir dakika içinde çözerdim. Bu türünü ilk defa görüyorum ama mantık aynı. Küpleri bir araya getirip aynı renkleri aynı yüzeyde toplamak gerek. Çok uzun sürmez,” dedi profesör.

Profesörün odaklandığında gayri ihtiyarı kısık bir ıslık çaldığını fark eden müzisyen irkildi. En sevilen albümlerinden birini yaparken çekilen belgeselde kendini bu halde izlemişti. Aynı dudak büzüşü, aynı dikkat, aynı ses.

Profesör on beş dakika sonra küpü tamamladı. Deus ex machina yazan dördüncü sandığın kapağındaki boşluğa yerleştirdi. İçinden çıkan bronz iskelet anahtarı havaya kaldırdı.

“Bunu ben bile anladım,” dedi Müzisyen. Makinadan çıkan tanrı. Bu anahtar kalan tüm kilitleri açıyordur.”

Dördüncü sandıktan çıkan anahtar beşinci sandığı gerçekten açtı fakat sandık boştu. Doktor elini sandığın üzerine kazınmış yazıda gezdirdi. Errara humanum est.

* * *

“İnsan hata yapar gibi bir şey demek bu. Ya da hata insana mahsustur.”

Ellerinde anahtar olduğu halde açamadıkları kilit asaplarını bozuyordu. En kolay görünen bilmece çözülmesi en uzun süren olmuştu. Asker kilidi aklına gelen tüm yollardan zorluyordu. Doktor sandıkta başka delik arıyordu.

Müzisyen içinden Errara humanum est sözünü tekrarlamakla yetiniyordu. Sözleri melodilerle mırıldanıyordu. Bu sözü sert İskandinav rockçılarından yahut ortaçağ konseptli alternatif grupların şarkılarından hatırladığını sanıyordu. Her türden şarkı arasında henüz yapay

zekanın bile erişemeyeceği bir hızla dolanıyordu. Sekiz yaşında dinlediği okul marşından, ilk aşkını hatırlatan şarkıya, ilk konserinde çaldığı şarkıdan ilk bestesine geçiyordu. Sonsuza yakın ihtimal arasında savruluyordu.

Birden ayaklandı ve sekerek sandığa yaklaştı. Askere anahtarı bırakması için avucunu uzattı.

“İnsan hata yapar değil, insan hata yapmalıdır,” dedi ve anahtarı deliğe ters soktu. Klik. Altıncı sandığın içinden mum çıktı.

Fiat lux yazan altıncı sandığın açılması için mumun yakılması yeterliydi. İş yine askere düşmüştü. Açık sandıklardan koparmayı başardığı parçaları bir araya getirip küçük sandığın üstüne koydu. Bir diğer sandıktan ince uzun bir çubuk elde etmeyi başardı ve bağcığını çubuğa sardı. Çok hızlı döndürebildiği odun, daha küçük odunlara sürtünerek gerekli ısıyı oluşturdu. Işık oldu.

* * *

Altıncı sandığın içinden çıkan, Müzisyeni kahkahalara boğdu. Minyatür gitarı neşeyle çalmaya başlayınca diğerleri de ona katıldılar.

Yedinci ve son sandık küçük olan ikinci sandıktı. Diğer sandıkla birebir aynıydı ve Grammatici certant ipucunu taşıyordu.

“Ne demek olduğunu bilmiyorum, gramer ve kesinlik ve netlik gibi bir şey anlıyorum ama bu anlama gelmediği açık. Açıkçası hapı yuttuk,” dedi Profesör.

Böylece üç bilgin bir tam gün boyunca tartıştılar ve bir karara varamadılar. Açlık ve susuzluk bastırıyor, sinirler geriliyor, panik baş gösteriyordu. En başa dönüyor, yaptıklarını tekrar ediyor, birbirlerini tanıyorlardı.

Müzisyen gitara bakarken aklına ilk ünlü olduğu zamanlardaki hâli geldi. Dünyayı

güzelleştirmek isteyen naif bir süper yetenekti. Kendine itiraf edemese de çürüme ilk sarhoş çıktığı konseriyle başlamıştı. İlk defa gitar parçaladığı konser.

Profesör, “konuşmalarımız da oyunun bir parçası, kendimizden bahsetmeye devam etmeliyiz,” dese de ilk buluşmada müstakbel sevgililerine söyleyebilecekleri kadarını ifşa etmekten öteye geçemiyorlardı.

Müzisyen, “bu gitar ters,” dedi iki karışlık akustik gitarı göstererek. “Yani solaklar için üretilmiş. Tabii ki siz de solaksınız!”

“Evet öyleyim,” dedi Profesör. “Daha doğrusu öyleydim. Sağ elimi de sol elim kadar iyi kullanmak zorunda kaldım. Laboratuvarlardaki aletler genelde çok hassas oldukları için pahalı olurlar ve tabii ki solaklar için ayrıca üretilmezler. Yazı yazma işi de artık klavyeyle oluyor. Elle en son ne zaman imza attığımı bile hatırlamıyorum. Bir yemek yerken solak olduğumu hatırlıyorum, o da solumda sağ eliyle yemek yiyen biri varsa.”

“Bu bütün solakların kaderi hocam, dedi Müzisyen. Ben ilk solak gitarımı zengin olduktan sonra aldım. Sağ elli gitarı çoktan öğrendikten sonra.”

Asker iki elini açıp, “askerlik yapmışsınızdır herhalde. Tüfekler,” dedi ve gülmeye başladı. Diğer ikisi de iştirak etti. Sessiz boşlukta burundan verilen nefesler yankılandı.

“Sıkıldım bu işten, kıralım gitsin, en fazla en başa döneriz,” dedi Müzisyen ve diğerlerinin tepkisini beklemeden davrandı. Minyatür gitarın sapını kılıç kabzasını kavrar gibi kavrayıp, kasasını sandığa kelle alır gibi savurdu.

Sandık kırıldı, gitar sağlam kaldı. Yedinci ve son sandığın içinden yumruk büyüklüğünde radyoyu andıran bir cihaz çıktı. Geriye son sır kalmıştı.

Profesör sandıkları ölçtü, oranladı. Bir formül, son bir şifre kırıcı aradı. Yazıları sayılara, sayıları açılara dönüştürdü. Mekan algısını bozan odada zaman algısını da kaybetti. Bir gündür bu odadaydılar ve odada en ufak değişiklik olmuyordu. Yedi sandığı da açınca işin biteceğini sanmışlardı. Ne bilgisi, ne zekası, ne şansı yeterli oldu.

Asker sonsuz odada başka nesneler aradı. Bağlandıkları sandalyeleri inceledi, kelepçeleri kurcaladı, çuvalları karıştırdı. Boş ellerini yumruk yaptı, yumruklarını boşluğa savurdu.

Müzisyen sandıkların karşısında, önünde radyoya benzeyen aletle oturuyor, gitarla oynuyordu. Bir çok ezgi çaldı, söyledi. İlk öğrendiği akorlardan, ustalık dönemi eserlerine kadar aklına ne geliyorsa çaldı. Nasırlarından kurtulmak üzere olan sağ elinin parmakları yanıyordu. En gerilere, ilk gitar aldığı günlere döndü. İlk gitar dersini hatırladı. Profesör ve Asker de yılmış, cihazın etrafina çökmüşlerdi.

İki arkadaşına ilk marifetlerini gösterdiği uzaklardaki sahile gitti Müzisyen. İki yabancı iki dosta, aralarındaki lanet makina yaz günü ateşine dönüştü. İlk akoru çaldıktan sonra sandıklara dönüp bu sefer boğazdan bir kahkaha koyverdi.

Sandıklar büyük-büyük-küçük-büyük-büyük-büyük-küçük şeklinde sıralanmışlardı. İlk yazı Ab uno disce Omnes, ikinci bona fide idi.

“Tam-tam-yarım-tam-tam-tam-yarım. A-B-C-D-E-F-G. Yani La Si Do Re Mi Fa Sol. La Majör gamı,” diye sesli düşündü Müzisyen. Üç yetişkin adam çocuklar gibi sevindiler. Cihaza gamı çaldı ve son kilk sesi duyuldu.

Sandıkların üstüne ince çelik halatlara asılı dev bir akvaryum indi. İnsan boyutundaki fanusun içindeki turuncu jöle kıvamındaki varlık ses cihazı vasıtasıyla konuştu. “Tebrik ederim. Oyunu kazandınız Eski hayatlarınıza döneceksiniz. Kafa karışıklığınıza gelince, hepinizin bir soru hakkı var.”

“Sen kimsin?” diye çıkıştı Asker. Bir an önce merakını beslemeyi, akıllı olup daha fazlasına sahip olmaya yeğledi.

“Zor soru? Her yerde ve her zaman zordur bunun cevabını vermek. Ve herkes için. Benim için de. İnsanım demekle yetinmek zorundayım.”

“Bu formda insan olmaz. Konuşanın sen olduğunu bile sanmıyorum. Bir çeşit mekanik heykel falansın. Kim olduğunun sorusunu da geçiştirdin. Doğruyu söylediğine inanmıyorum,” dedi Profesör.

“En az sizin kadar insanım.” Akvaryumdaki jöle kıpırdadı ve kabarcıklar yükseldi. “Ne demek istiyorsun?” diye ekledi Profesör.

“Bunu soru olarak kabul etmek zorundayım. Şu an olduğum kişi olmasam nasıl biri olurdum diye düşünmeyi seven hayalperest biriyim. Mesela müzisyen olsam en iyisi olabilir miydim? Zekamı ve hırsımı şöhret ve para için harcamaktan memnun olur muydum? Yahut bir asker.

Komutan. Can alan ve cankurtaran bir kahraman. Geceleri yastığa başımı rahat koyabilir miydim? Ya da bilim adamı. Çok çalışıp az takdir görmeyi kendime yedirebilir miydim?” Boğuk bir ses eşliğinde fanustan kabarcıklarla birlikte bir ses yükseldi.

Diğer üçünün kendilerine bile itiraf edemedikleri gerçekleri nasıl bilebiliyordu? “Biz senin hayal ürünlerin miyiz?” diye sordu Profesör.

Fanusun içindeki cisim hareket etti. İlk defa insana benzedi. Ele benzeyen kitleyi kafasına götürdü. Ağzını kapatma işareti yapmaya çalıştığı anlaşılıyordu.

Müzisyen güldü. Sıvının içindeki şey biraz hayal gücüyle elleri, ayakları kafası olan bir insana benzetilebilirdi. “En başından anlamıştım,” dedi. İlk göz göze geldiğimizde. Asker ve Profesöre döndü. “Siz o kadar akıllısınız ki bunu fark edemediniz. Biz aynı kişiyiz. Nasılını siz anlatın.

Belki simülasyondayız, belki başka evrenlerden bu yaratığın evrenine getirildik. Bence sorulması gereken soru şu: “solak mısın?” dedi akvaryuma dönüp.

Kabarcıklardan gelen sese hafif bir kahkaha eşlik etti. “Evet, tıpkı bu hikâyeyi yazan gibi.”

Soner Taşkan

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Aremas Aremas says:

    Masala yakınsak bir öykü olmuş. Karakterleri ayrı ayrı duyumsayamadım. Daha ziyade hepsini tek bir ağız konuşuyor gibiydi. Belki bu yönde iyileştirmeler yapabilirsiniz. Elinize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for Aremas

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *