Onu son gördüğümde, kafasına bir silah dayamıştı ve gözlerini ölüme kapamak için kırpıştırıp duruyordu. Ben, onu herkesten daha iyi tanıyordum. Daha doğrusu o an, henüz hislerime güvenmekten vazgeçmemiştim. Ondaki yüreğin, o tetiği çekmesine asla yetmeyeceğine inanıyordum. Hayatı fazlasıyla seven, yaşamın her anına bir mucize gibi sarılan insanlar, ölümden korkarlar. Hayata tam ortasından bağlanan bu tür insanlar, ölüm kelimesini yaptıkları şakalarda bile kullanmazlar. Ben onu tanıyordum. İçgüdülerime olan güvenim, ona olan güvenimden bile fazlaydı. Ama o, tetiği çekmişti. Gözlerimin önünde… Kara mermi, ben daha gözlerimi kapayamadan onun kafatasından içeri dalmış ve kırmızıya boyanarak, onun canını bir saniyede alıp, kendini dışarı atmıştı. Canlılıkla parlayan mavi gözleri, o bir saniyenin içinde sönükleşmiş ve mavi rengini koyu bir yalnızlığa bırakmıştı. Daha önce ölen bir insanı hiç görmemiştim. Değer verdiğim, hayatımın bir dönemini paylaştığım birini yitirmemiştim. Dostluk benim için yeni bir kavramdı. Onun yaşamı önümden kayan bir yıldız gibi hızla geçip giderken, ben ayakta öylece bakakalmıştım. Çığlık atmış mıydım? Sanmıyorum. En az onun kadar korkmuştum. O korkusundan ölüme sığınarak kurtulmuştu. Ama son anda, içindeki zehri bana akıtmayı başarmıştı. Beni bu sırla -onun sır sandığı şeyle- baş başa, bir kan gölünün ortasında bırakıvermişti. Dehşete kapılmış gözlerim, onun yarı açık ve korkunun pençesindeki bakışlarıyla buluştuğunda, her şey değişmişti. Ona olan güvenim de kendime olanla birlikte uçup gitmişti. Bu insanı çıldırtan sırdan, ölerek kurtulan birine acımalı mıydım? Ölümüne üzülüp yasa mı boğulmalıydım? Hayır… Eğer bana anlattığı o delice şeyler olmasaydı, kendimi yerlere atıp kahrolabilirdim fakat şimdi, onun için ancak sevinebilirdim. O, kurtulmuştu. Onun ani ölümü yüzünden kederlenmek için bile vaktim yoktu. Kaçmalıydım… Çünkü birkaç dakika içinde, bu sırrı öğrendiğimi anlayacaklardı. Belki de zaten öğrendiğimi biliyorlardı ve umursamıyorlardı. Artık fark etmezdi! Ölmeden, kendini gözlerimin önünde vurmadan önce, öyle demişti bana. “Kaçmak için yalnızca beş dakikan olacak. Sonra gelecekler, bu sefer senin için gelecekler. Bu sırrı seninle birlikte, gömmek için…” Ağzımı açıp itiraz etmeme fırsat bile vermeden tetiği çekivermişti. Önce beni öldüreceğini sanmıştım. Sonra onun bir insanı öldürmek için fazla korkak olduğuna karar vererek rahatlamıştım. Aslında hayal edebileceğim son şey, onun beyninde patlayacak bir silah olabilirdi. Zaten hayal gücüm, hiçbir zaman yeterince verimli olmamıştı. Ne onun gibi, gece gördüğüm garip düşlerim, kabuslarım vardı, ne de evrenin sırlarıyla ilgili ilginç teorilerim. Doğrusu böyle saçmalıklarla kaybedecek vaktim de yoktu. Şans eseri can bulmuş, bir dişinin rahminde yaşama kavuşmuş bir varlık olarak, hayatı fazla ciddiye almıyordum. O güne kadar, ölümle burun buruna geldiğim o dakikaya kadar; ölümü de önemsemediğimi sanıyordum. Oysa bildiğimi iddia ettiğim her şeyde yanıldığım gibi, bunda da yanılmıştım. Neden bunları düşünerek vakit kaybediyordum. Geliyorlardı. Herhalde kaçmak için en fazla iki dakikam kalmıştı. Peki, onlardan kaçmak mümkün müydü? Öyle olsa, genç dostum kendini öldürür müydü? Onun gibi bir korkak, çözümü ölümün içinde aramak zorunda kaldıysa, hiçbir yer yeterince güvenli değil, demekti. Geçide ulaşmamı söylemişti. Onların bu dünyaya ulaşmak için kullandıkları geçide… Bu, onun tanımlamasıydı. Ben, durumun ne kadar farklı olduğunu biliyordum. Bunu ona anlatsaydım, kendini öldürmekten vazgeçer miydi? Sanmıyordum. Çünkü bazen gerçek, hayal edilenden bile daha ötedir. İnkâr, kabullenmekten daha kolaydır böylesi durumlarda.
“Geçit, rıhtımda… Yüz yıl önce oraya demirlemiş bir korsan gemisinin içinde,” demişti. Sonra çıldırmanın eşiğindeki mavi gözlerini yüzümde gezdirerek, “Sen benden daha güçlüsün. Dayanırsan, onları geldikleri yere, cehenneme geri gönderebilirsin. Onlardan benim intikamımı alabilirsin,” diye haykırmıştı. O zaman, almam gereken intikamın onun ölümü olacağını tahmin etmem mümkün değildi. Korkuyordum ama başarısız olmaktan değil, birilerini öldürmekten! Çünkü tam yüz yıl önce, hiçbir varlığı öldürmeyeceğime ant içmiştim. Eski bir tapınak şövalyesinin yemini, kutsal metinlerden bile daha yücedir. Bu yemini bozarsam ve kılıcımı birilerine doğrultursam, yok etmem gereken son kişi, kendim olacağım. Bu işin sonunda, her koşulda, bana gözüken ölmek! İşte bu yüzden, kalbim delicesine atıyor, avuçlarım terliyor. Her genç şövalyeyi, bilge ve kutsanmış bir şövalye eğitir. Ölmeden önce, her birimizin en az beş şövalyeyi yetiştirmemiz ve onu erişkinliğe, yaşamda belli bir olgunluğa ulaştırmamız gerekir. Oysa ben, ustama ve bana emanet edilen kılıcıma ihanet ettim. İkisini de, yetiştiğim o uzak diyarlarda bırakıp bu şehre kaçtım. Kaçarak geçmişimden kurtulacağımı sanmıştım. Yine yanıldım! Ustama, “Kimseyi öldürmek istemiyorum. Yaşamayı öğrenmek yerine neden öldürmeyi öğreniyoruz?” diye sorduğum gün, içimde farklı bir kıpırtı olmuştu. İlk kez, bir seçeneğim olabileceğimi fark etmiştim. Ben, yaşamayı ve yaşatmayı seçmiştim. Yaşlı ustam, “Hayat, bazı seçimleri sana bırakmaz. Her şey olacağına varır. Kılıcın keskin yüzeyinin kime denk geleceği, kimin hayatta kalacağı bizim seçimlerimize bağlı değildir. Bizden yüce bir varlığın var olduğunu unutma. Kimse, kendi gerçeğinden kaçamaz. Sen de kaçamayacaksın,” diyerek uyarmıştı beni. Onu dinlemek yerine, ertesi sabah köyümü geride bırakıp; bir gemiyle buraya gelmiştim. Kullandığım gemi, rıhtıma yaklaşır yaklaşmaz, ahşap direklerini ateşe vermiştim. Bir daha kimsenin o gemiye binmesini ve geldiğim diyarlara ulaşmasını istemiyordum. Geminin yalnızca gövdesi ayakta kalmayı başarmıştı. Halk, gemiyle ilgili kendi aralarında efsaneler üretmişti. Onun bir korsan gemisi olduğu da, o efsanelerden yalnızca biriydi. Onları gemiden uzak tutacağını düşündüğüm için, bu efsanelerin yayılmasında bir sakınca görmemiştim. Ta ki birileri, geminin içinde hazinelerin saklı olduğunu iddia edene ve tüm halk buna inanana kadar! Oysa artık her gece, birileri gemiye binmeyi deniyor, anlamadıkları bir güç onları geri püskürtüyor, güverteye ulaşmalarına izin vermiyordu. Büyü! Bunu her şövalye yapabilir. Doğuştan gelen bu yeteneği, mecbur kalmadıkça kullanmayız. Gemiye sahip olmalarına izin veremezdim çünkü bir şövalyenin gemisi tıpkı bir insan gibidir. Onların da duyguları vardır. En gelişmiş duyguları da aidiyettir. Var oldukları topraklara duydukları hasret, bu sebeple çok kuvvetlidir. Benim gemim de evine dönmek istiyordu. İhtiyacı olan tek şey, bir kaptandı. İşte, genç dostumu ölüme sürükleyen macera böyle başlamıştı. O da, gemimin büyüsüne kapılmış, ona sahip olarak dünyanın tüm hazinelerine kavuşacağını sanmıştı. Her gece, başka yollar deneyerek rıhtıma gitmiş, geminin güvertesine girmek için her yolu denemişti. Elbette başarılı olamamıştı. Benim büyülerim, sıradan insanların başa çıkamayacağı kadar güçlüdür. Ama bu denemeler başımıza başka işler açmıştı. Gemim, bir şekilde evine sesini duyurmayı başarmıştı. Yaşlı ustalarım, onu kurtarmak ve beni geri götürmek için, bu şehre gelmişlerdi. İşte, genç dostumun aklının sınırlarını zorlayan onların gelişiydi! Daha doğrusu onların görünüşleri… Ben, buraya gelir gelmez, kendimi dönüştürmüştüm. Her kış, bunu yapabilirdim yani kabuk değiştirir gibi beden değiştirebilirdim. Bu sebeple, her yıl başka bir bedenle halkın arasına karışıyordum. Bu, yakalanmamı da zorlaştırıyordu. Ama daha fazla saklanamazdım. Ya onlarla savaşacak ve kazanırsam yeminime ihanet edip, burada yaşamaya devam edecektim ya da teslim olup beni götürmelerine izin verecektim.
İşte, geliyorlar… Seslerini duyuyorum, yalnızca iki kişiler fakat yüzlerce askerin çığlığını dillendiriyorlar. Hırıltılı solumaları kulaklarımı tırmalıyor ve kırmızı salyaları midemi bulandırıyor. Oysa ben de onlar gibiyim. Vahşi hayvanların tüm içgüdülerine ve yabani bir tilkinin tüm sinsiliğine sahibim. Onlarla savaşmak için dönüşmek zorundayım. Bunu istemiyorum. Yüz yıldır insan bedenindeyim ve bu yapıyı seviyorum. Görünüşümü seviyorum. Bu şehirde nefes almayı, sokaklarda özgürce dolaşmayı ve kendi kararlarımı almayı seviyorum. Evet, yüz yıl önce buraya geldiğimde, şehir daha güzel, doğa daha cömertti. Hatta insanların sahip oldukları değerler de daha güçlüydü. Zamanla doğa asileşip insanlarla kavga etmeye başladı, seller, depremler, kasırgalar… Bu isimler, insanların onlara verdiği adlar. Oysa hepsi, doğanın öfkesinin birer yansıması. Tüm bu değişime ve evrilmeye rağmen bu şehri ve içinde nefes alan canlıları seviyorum. Bunlar olmadan, yaşamamın anlamı yok. İnsanları hayvanlardan ayıran en büyük özelliğin, düşünen bir varlık olması olduğunu söylüyorlar ama bu doğru değil. İnsanları tüm diğer varlıklardan ayıran şey, sevgiyi tanımaları, bir şeye bağlanabilmeleri. Bağlılıklarının kölesi olmadan yaşamlarına devam etmeyi becerme yetileri… Kaderlerini kendi seçimleriyle yaşamayı seçmeleri! Bir de hata yapma kapasiteleri. Evrendeki hiçbir varlık, bu kadar hataya rağmen, yaşamını sürdüremez. Biz şövalyeler en küçük hatamızı hayatımızla öderiz. Oysa insanlar, her gün onlarca hata yapıp onları telafi etme gücüne sahipler. En ilginç yanı da, bu gücün onlara verdiği doğaüstü niteliğin farkında bile değiller!
Onları farklı kılan, seçim yapabilmeleri. İnanmayı veya inanmamayı seçebilmek… Yaşamayı veya ölmeyi seçebilmek! Hangi hayvan kendini öldürebilir? Genç dostumu ancak şimdi anlayabiliyorum. Artık korkmuyorum. İnsanlar gibi, kendi irademle yaşamayı ve vakti gelince ölmeyi seçiyorum. Bu sefer yanılan ben değilim, ustam… “Hayat bazı seçimleri sana bırakmaz,” demişti bana. İşte şimdi, ona yanıldığını kanıtlayacağım!
Merhaba Gülşah Hanım,
Beni farklı düşüncelere sürükleyen bir öyküydü bu. İnsanı farklı kılan özelliklerden birisinin de ‘ölümü seçebilişi’ olması gerçekten çok düşündürücü.
Akıcı ve keyifli bir öyküydü. Yanılanın biz olmamamız dileğiyle, elinize sağlık diyorum.
(Böyle kısa öyküleri daha çok yazsanız ya, belki bir öykü kitabı?) 🙂
Tek diyebileceğim şey, keşke biraz daha uzatsaydınız da sona benzeyen bir şey olsaydı. Çok güzel bir başlangıcı var öykünün. Ellerinize sağlık. Kolaylıklar dilerim.
Teşekkür ederim:) Öykü yazmak gerçekten zor bir iş bence. Bu da benim ilk öykü denemem zaten. Bana kalsa, bunu oturur roman olarak yazardım:)
Kas geliştirmek gibi bir şey bence de öykü yazmak. İlk deneyime göre süper olmuş o zaman kesinlikle.
Tekrar kolay gelsin.
Sevgili Eylem,motive edici yorumun için çok teşekkürler:)
kahramanı kadın olabilirdi belkide, tapınak şövalyesi yerine amazonvari bir karakter. Elinize sağlık
Bugüne kadar hep kadın karakterleri yazdım,bu da farklı olsun:)
Merhabalar,
Farklı, düşündürücü ve güzel bir yazı olmuş. İlk yazı denemeniz olmasına rağmen okurken çok zevk aldım. Romanlarınızın iyiliği zaten tasdiklenmiş durumda, böyle güzel öyküler yazmaya da devam etmenizi dilerim.
Ellerinize sağlık, başarılar.
Sevgili galaxie, çok teşekkürler… İlk öykümün sizler tarafından beğenilmesi benim için önemliydi. O zaman yazmaya devam:)
Ben iyi bir okuyucu sayılmam. Ama sanki bu bir şövalye hikayesi değil, yani bir erkek kahraman konuşmuyor. Bir kadının kendisine verilen (ya da kendisine biçtiği) erkeksi görevi reddedip anne olmayı seçmesi ya da yarıştan çekilmesi ile ilgili galiba. Belki de metnin anlamını aşan bir yorumdur bu.