Öykü

Sürgün

Sınırlarını kestiremediği ormanda saatlerdir yürüyordu. Birbirine geçmiş ağaç dallarının arasından ormanın küflü zeminine ulaşmaya çalışan güneş ışığı, tepesindeki yeşil yaprakların arasından göz kırparken, Gadrun’un düşünebildiği tek şey ormanın sonsuzluğa uzandığıydı. Çok sevdiği kuş sesleri bile bir değişik yankılanıyordu kulağında. Etrafındaki gölgeler kendi iradeleri varmış gibi hareket ediyorlar, sanki bir köşeden diğerine sıçrıyorlardı. Yine de Gadrun’un hissettiği şey korku değildi. Çünkü kendi çığlığının er veya geç bu ormanda yankılanacağını biliyordu. Narsus hikâyelerinde değişmeyen tek şey buydu: Bir Sürgün’ün korku dolu, tüyler ürperten bir çığlığının ardından ormana hâkim olan derin sessizlik.

Kalbi o kadar donmuştu ki, korkuyu umursamayan buzdan eller ruhunu yakalamaya çalışıyor, soğuğun yakıcı dokunuşunu ruhuna geçiriyorlardı. Sürgün olmayı kendi seçmemişti. Bu yaptığı bir hatadan veya yaptığı bir seçimden de kaynaklanmıyordu. O, olduğu şey yüzünden sürgün edilmişti. Kısaca, Narsus halkının mükemmel ölçülerine uymuyordu. Bu kadar basitti.

Artık ne üzülmenin ne de kafası şişip patlayana kadar düşünmenin ona bir yararı olmayacaktı. Sadece mümkün olabildiğince hayatta kalmalıydı.

Bacaklarının titrediğini hissederek asasına astığı çıkınını yere bırakıp çömeldi. Çıkınındaki yiyecekler ve deri matarasındaki su onu ancak bir veya iki gün idare ederdi. Ondan sonra yemeğini ve suyunu kendi bulmak zorundaydı; ta ki bilinmeyen son gelene kadar.

Kolay av olmayacaktı. Kendi kendine söz vermişti. Onu atalarının yanına gönderecek her ne ise, avına ulaşmadan önce canı iyice yanacaktı. Çizmesine sokuşturduğu kamayı yavaşça okşadı.

Yemeğini yedikten sonra sırtını dayadığı ağacın kenarında tedirgin bir uykuya daldı.

Rüyasında, karanlık bir suratın ona doğru eğilip cızırtılı bir sesle bir şeyler söylediğini gördü. Söyledikleri her ne ise, sürekli tekrarlıyor ve sesi gittikçe yükseliyordu. Silkinerek uyandı ve rüyasındaki o korkunç suratla yüz yüze geldi. Burnunun dibindeki yamuk yumuk surata gömülmüş gibi duran kapkara, tüyler ürpertici gözler, dikkatle ona bakıyordu.

Kimin daha çok bağırdığı bilmiyordu. Yaratık mı yoksa kendisi mi? Çığlıklar birbirine karışırken, Gadrun sersemliğinden sıyrılarak çıkınını kaptığı gibi ormanın içinde, nereye gittiğini bilmeden koşmaya başlamıştı. Sık çalılar ve ağaçlardan uzanan dallar yüzünü kesiyor, tokat gibi suratında patlıyordu. Kendi nefesi kulaklarında yankılanırken, o şeyin hala peşinden geldiğini duyabiliyordu. İzini kaybettirmek için sürekli farklı patikalara dalıyor, kurdun kovaladığı tavşan gibi, yönünü şaşırmış bir şekilde durmaksızın koşuyordu. Ne yazık ki, ne zaman izini kaybettirdiğini düşünse, yaratık izini şaşmaz bir rahatlıkla bulup takibine devam ediyordu.

Bir başka patikaya dalarken, arkasına bakıp aralarındaki mesafeyi ölçmeye çalıştığı anda adımını boşluğa attı. Dengesini kaybederek yardan aşağı yuvarlanmaya başladı. Havada taklalar atarak tutunacak bir yer aradı ancak yüzüne doğru hızla yükselen suya çakılıverdi. Bir an sonra buz gibi sularla boğuşuyor, nefes almak için yüzeye çıkmaya çalışıyordu.

Ayağını savurarak vücudunu yukarı itmeye çalıştığında zemine değdiğini hissederek kısa bir şaşkınlık geçirdi, hemen ardından toparlanarak ayağa kalktı ve ağzını ardına kadar açarak derin bir nefes aldı. Boğulmaya çok yaklaşmıştı…

Silkindi ve gözlerini kırpıştırarak parlak güneşin pırıl pırıl parladığı suyun yüzeyindeki kendi aksine baktı. Alnına düşen saçları iterek etrafında bakındı ve gördüğü şey karşısında bütün vücudu buz kesti: Ormanın içinde bir yerde, etrafı yüksek ve dimdik yarlarla çevrili, derin bir çukura benzeyen ıssız, küçük bir göletteydi. Ama kanının çekilmesine neden olan bu manzara değildi; onun şok eden, göl kıyısındaki kumlara oturmuş ve tüm dikkatiyle ona bakan devasa bembeyaz bir ejderhaydı. Narsus halkı tarafından bilinen beyaz ejderhaların tersine, bu ejderhanın pullu derisi, güneş ışığının altında renkten renge bürünüyor, ipeksi renkli ışık huzmelerini çevresine yansıtıyordu. Ejderha, büyüleyici güzelliğine rağmen, devasa bedeni ve arkada katlanmış haşmetli kanatlarıyla şüpheye yer bırakmayacak kadar ölümcül görünüyordu.

Gadrun ejderhaları sadece masal kitaplarından ve Narsus efsanelerinden biliyordu. Gizemli ve tehlikeliydiler. Büyüleri çıldırtıcı, nefesleri yakıcı ve sesleri acı vericiydi. Bir ejderha gözünü size diktiği anda, sonunuzun geldiği kesindi. Ölüm merhametsizce ve ışık hızıyla sizi alır, öteki diyara götürüverirdi.

Gadrun, gözleri ejderhanın gözlerine çakılı dururken bile düşünebilmesine şaştı. Sonra kendi kendine verdiği sözü hatırlayarak elindeki çıkını bıraktı ve suyun içine eğilerek çizmesinden hançerini çekti. Gözlerini canavarın yassı göz bebekli, altın rengi kocaman gözlerinden ayırmadan ona doğru suyun içinde ilerlemeye başladı. Elini havaya kaldırmış, dişlerini sıkmıştı. Kalbi kulaklarında atıyordu. Savaşarak ölecekti; bir yem gibi değil…

Yakınlaştıkça, ejderhanın hiç hareket etmemesi onu giderek daha da tedirgin ediyordu. Aralarında bir iki metre kala durdu, ejderha hala kıpırdamamıştı, sadece o kocaman gözleriyle, dikkatlice Gadrun’un yaklaşmasını izliyordu.

Gadrun, içine derin bir nefes çekti ve tam ölümüne doğru atılacakken canavarın gümbürtülü sesini duydu.

“Ne yani! Beni o şeyle mi öldürmeyi düşünüyorsun?”

Ejderhanın kaş gibi duran çıkıntıları yukarı doğru kalkmış, korkunç dişlerin sıralandığı ağzı tuhaf bir gülümsemeyle açılmıştı.

“Ben olsam bir daha düşünürdüm!”

Gadrun kararlığını kaybetmeye başladığını hissederek huysuzlandı. Duraksarsa korkunun onu teslim almasına izin verebilirdi ve bu, söz konusu bile değildi. Hançerli elini hiddetle havada sallayarak, “Beni o kadar kolay yiyemeyeceksin!” diye bağırdı.

Ejderha yılan gibi boynunu kıvırarak başını öne doğru uzattı.

“Seni yemek mi? O kadar zevksiz olduğumu da nerden çıkardın? Islaksın, kokuyorsun ve açıkçası dişimin kovuğuna bile gitmezsin.”

Onu şöyle bir süzerek garip bir pofurdu çıkardı.

“Belki biraz daha besili olsaydın düşünürdüm.”

Ejderha sözünü bitirir bitirmez boynunu yukarı doğru uzatarak korkunç bir kükreme çıkardı ve Gadrun sesin şiddetiyle sarsılan toprak altından kayınca dengesini kaybedip göletin sularına battı. Bir süre debelendikten sonra ayaklarını tekrar göletin zeminine basmayı başardığında yuttuğu suları öksürerek çıkarmaya çalışıyordu. Yarı sürünerek, yarı batıp çıkarak sahile doğru yürüyüp kendini kumların üzerine attı. Yüzme bilmiyordu ve su yutmak onu epeyce perişan etmişti. Ayrıca hançerini de suların içinde kaybetmişti. Ne salaklıktı!

Ona doğru ilerleyen ejderhayı görünce ellerinden destek alıp geri geri süründü. Arkasını dönüp ayağa kalktı ve saklanacak yer aradı ancak ne yazık ki kumsalda saklanacak hiçbir yer yoktu: Yarlarla çevrili bu küçük gölün etrafında ne bir ağaç, ne bir mağara ne de bir aralık vardı. Canavarın nefesini ensesinde hissederek sırtını dikleştirdi; Bir korkak gibi ölmeyecekti. Titreyerek arkasını döndü ve dik dik ejderhaya baktı.

“Hmmm… Korkunun kokusunu alabiliyorum. Lezzeti arttırır. Avın ödülü de budur zaten,” dedi ejderha ve ağzını açarak devasa boyutlarda, bıçak keskinliğindeki dişlerini sergiledi. Gadrun yaklaşan ağzı gördüğünde, sahte cesaretinin son kaleleri olan gözlerini kapadı ve dişlerini sıkarak acıyı bekledi.

“Sen ona aldırma, o sadece taş ve toprak yer.”

Arkasında duyduğu çocuksu ses üzerine Gadrun şaşkınlıkla gözlerini açtı. Ejderha ise bir an ağzı öylece açık kaldı ve ardından ağzını hızla kapayarak kızgınlıkla Gadrun’un arkasındaki bir noktaya bakıp kızgınlıkla kükredi.

“Eğlencemi bozuyorsun, Nimmip! Senin bu yaptığına terbiyesizlik denir. Görgü kurallarına biraz daha önem vermelisin.”

Gadrun’un yanında beliren küçük, kara giysiler içindeki yaratık, çarpık çurpuk kara suratında kibar diye adlandırılabilecek bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Bu, ormanda daldığı rüyada ve sonrasında gördüğü şeydi. Simsiyah ve minicik bir suratı vardı. Gözleri bembeyazdı ve minik bir burnun altındaki ağız yüzünün yarısını kaplıyordu. Sapsarı, çarpık, lekeli dişleri de bu feci görüntüyü daha da korkunç hale getiriyordu. Kafasında bir iki tutam beyaz saç vardı ve kulakları el büyüklüğünde iki kanat gibiydi. Feciydi, kesinlikle feciydi. Çirkinliği bir gorili bile ağlatabilirdi. Ama her şeye rağmen o kadar minikti ki, tuhaf bir şekilde şirindi sanki… Gadrun ormandayken aptal gibi bu garip görüntüden korkmuş, hiç düşünmeden ormanın içinde deliler gibi koşuşturmaya başlamıştı. Belki de uykudan uyanınca hiç görmediği bir yüzle karşılaşmanın şokuyla o kadar korkmuştu, kim bilir…

Gadrun, yaratığın nazik gülümsemesinin yüzünden silinmeye başladığını görünce yaptığı kabalığı fark etti. Korkusu silinmiş, yerini tedirginliğe bırakmıştı. Nazik bir kalbi kırmış olma düşüncesinin tedirginliğiydi bu. Daha önce ne gördüğü ne de duyduğu hiçbir şeye benzemeyen bu yaratıktan korkması gerekirken o, bu tuhaf minicik şeye karşı anlamsız bir yakınlık duymaya başlamıştı. Yine de unutmaması gereken bir şey vardı; Ejderha hâlâ oradaydı.

Gadrun hafifçe gülümseyip, “Özür dilerim, sadece senin gibi bir şeyi daha evvel hiç görmedim,” diyerek arkada duran ejderhaya tedirginlikle göz attı.

“Şanslıymışsın.” diyen yaratık kıkırdadı ve ardından minik kafasını eğerek hafif bir reverans yaptı.

“Ben Nimmip. Bu gördüğün koca bebeğin tesadüfî refakatçisiyim,” dedi ejderhayı işaret ederek.

Ejderha, kendine koca bebek denmesine bozularak arkasını döndü. Homurdanarak az evvel oturduğu yere giderken, kuyruğuyla, kazara olmadığı açıkça belli bir şekilde, hafifçe Nimmip’i iteledi. Nimmip ise hiç istifini bozmadan dengesini tekrar sağlayarak Gadrun’a bakmaya devam etti.

Gudrun başını eğerek onu selamladı ve kendini tanıttı. “Narsuslu Gadrun.”

Yaratık neşeyle elini çırparak oturmasını işaret etti ve kendi de Gadrun’un yanına oturdu.

“Ormanda seni korkuttuğum için özür dilerim. Tavşan avlayabilmek için çalıları kontrol ediyordum ve seni görünce öldüğünü düşünüp emin olmak istedim. Görüntümle seni şok etmek istememiştim. Bazen neye benzediğimi unutuyorum,” dedikten sonra utangaç bir ifadeyle gülümsedi.

Gadrun, yaratığın samimi özrünü kabul ettiğini belirtircesine hafifçe başını eğdi.

Onun kendi garip görünüşünden dolayı özür dilemesi Gadrun’u rahatsız etmişti. Ne de olsa o da kendi halkına göre çirkindi. Hatta belki de Nimmip ve ejderhaya göre de öyleydi.

Gadtrun, “Özür dilenecek bir şey yok, uyku sersemiydim, kimseyi beklemediğim için şaşırdım,” dedikten sonra göleti işaret ederek, “İyi de sen buraya nasıl indin?” dedi. Tekrar etrafına baktı. Ormandan bu çukura inmenin tek yolu sıkı bir düşüş olabilirdi ancak. “Buraya inmeni sağlayan gizli bir yol mu var?”

Nimmip ayağa kalkıp sırıtarak ellerini iki yana açtı ve Gadrun’un faltaşı gibi açılmış gözleri önünde yavaşça yerden havalandı. Havada süzülürcesine ilerledi ve tekrar dönerek Gadrun’un önünde yere indi.

“Bu, benim ırkıma tanrılardan ufak bir hediye,” diye kıkırdadı Nimmip ve dönüp ejderhaya göz kırptı. Ama ejderha ilerde oturmuş, bir kulağı onlarda olduğu belli olsa da, umursamaz bir tavırla gölün sularını izliyordu. Gadrun’un tedirginlikle ejderhaya baktığını hisseden Nimmip minik pençesini koluna koyarak çekiştirdi.

“Genelde daha dost canlısıdır, en azından beni ilk gördüğünde öyleydi. Birazdan merakına yenilecektir.” dedi Nimmip.

“Gerçekten sadece toprak mı yer?” diye sordu Gadrun merakla, bildiği kadarıyla ejderhalar et yerlerdi. Taş, toprak yiyenini hiç duymamıştı.

Nimmip omzunu silkip yeniden krem rengi kumlara oturdu ve yanındaki çantanın içinden genişçe, temiz bir örtü çıkararak Gadrun’a uzattı.

“O ıslak şeyleri çıkar ve kurulan. Giysilerin kuruyana kadar bununla örtünebilirsin.”

Gadrun teklifi kabul ederek bir gözü ejderhada soyundu ve kalın örtüye sarınarak tekrar oturdu. Nimmip’in ikram ettiği elmayı yerken dikkatle onu dinliyordu.

“Falazteresin, onun adı bu, en son et yemeğe çalıştığında her zamanki gibi günlerce hastalandı. Sadece toprak yiyebildiğini kabullenebilmesi için geçtiği çetin sınavlardan biriydi bu. Bir gün değişeceğini ve halkının arasına geri dönebileceğini umuyordu. Ancak artık bunun olamayacağını anlıyor. ”

Gadrun şaşkın gözlerle ejderhaya baktı ve Nimmip’e dönerek kafasındaki soruyu ne şekilde dile getireceğini düşündü. Nimmip, Gadrun’un sormasını beklemedi ve ne sormak istediğini anlayarak bir öğretmenin ciddi edasıyla açıkladı.

“Halkı onu buraya hapsetti çünkü o et yiyemiyor, ateş üfleyemiyor ve kesinlikle fazla yumuşak kalpli. Sadece toprak yiyebiliyor, taş kusuyor ve yemesi gereken avlarla dostluk kuruyor. Bir ejderha için alışılmadık ve kesinlikle garip,” lafını yarıda kesip yan gözle onları izleyen ejderhaya el salladı. Bunu gören ejderha, küçük mağaralar halindeki burun deliklerini kabartıp, başını diğer yana çevirdi ve umursamaz pozlarda başını havaya dikti.

“Gördün mü, sana dayanamayacağını söylemiştim. Neyse, sonuç olarak yıllardır burada. Zaman zaman değişmeyi deniyor ve her seferinde şiddetle hastalanıyor. Kabullenemediği sürece de hastalanmaya devam edecekti. Ama birkaç gün önce, en nihayetinde onu ikna ettim. Şimdi onu buradan çıkarmak an meselesi oldu. Sadece birazcık daha cesaretlenmeye ihtiyacı var.”

Gadrun, ejderhanın tıpkı kendine benzediğini düşündü. O da bir Sürgün’dü. Gadrun’un da kendini kanıtlayarak geri dönme şansı yoktu ve bu nedenle kaderin ona sunduğunu kabullenmek zorunda kalmıştı.

“Peki ya sen, Nimmip, senin ne işin var Gölgeli Orman’da?” diye sordu Gudrun.

Küçük yaratık minik pençelerini havada garip bir jestle sallayarak içini çekti.

“Ben bir gezginim, tıpkı halkımın geri kalanı gibi. O yüzden bize Yürüyenler denir. Bizler için yeryüzünün her köşesi evimizdir. Ömrümüz yollarda geçer, gördüğümüz ve duyduğumuz her şeyi kaydederiz. Bu bizim var olma amacımızdır. Gölgeli Orman da benim için keşfedilmesi gereken yerlerden biriydi. Falazteresin ile karşılaştığımda ormandan çıkmak üzereydim ancak onu bırakmaya gönlüm elvermedi ve kaldım. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama çok uzun bir süredir burada olduğum kesin. Pek çok şeye şahit olacak kadar.”

Gudrun, hissettirmemeye çalışarak onlara biraz daha yaklaşmış ve boynunu kıvırarak başını onlardan yana uzatmış olan ejderhaya yan gözle baktı.

“Yani sonsuza kadar burada, onun yanında mı kalacaksın?” diye sordu Gadrun, cevabı bildiği halde.

Nimmip başını çevirip ejderhanın dikkatle ona bakan ve cevabın beklentisiyle kısılmış gözlerine baktı.

“Değişemeyeceğini kabul etti ancak mahkûm olmadığına da inanması gerek. Halkının ona söylediğinin tersine, özgür olduğunu ve onu burada tutabilecek hiçbir gücün olmadığını kabul etmemekte direnirse, evet öyle, maalesef onun yanında kalacağım.”

Nimmip’in cevabını duyan ejderha, onlara daha da yaklaştı ve hırıltılı bir kükremeyle söylendi.

“Sana daha kaç defa anlatmam gerekiyor, küçük şey? Halkımın kuralları böyle, kendimi kanıtlamadan buradan bir yere kıpırdayamam. Uçamam. Kanatlarım zamanı gelinceye kadar büyüyle kitlendi. Eğer ateş üflemeyi ve et yemeyi öğrenebilseydim, o zaman kanatlarımdaki büyü kalkar ve ben de gururla geri dönebilirdim. Ama madem bunu yapamıyorum, sana güzel bir haberim var dostum! Sonsuza kadar buradayız,” dedi ve burnundan üflediği nefesle Nimmip’i sarstı.

Nimmip ayağa kalkarak pençelerini beline dayadı ve ejderhanın karşısına dikilerek babalandı.

“Ve ben sana daha kaç defa tekrar edeceğim? Sen asla ateş üfleyemeyebilirsin ve asla et yiyemeyebilirsin ama sen özgürsün. Öncelikle sen, seni büyüten halktan değilsin. Sana benzer bir sürü ejderha tanıdım ben ve inan bana, senin doğanda olmayı arzuladığın şeyler yok. Sen farklısın ve daima öyle olacaksın. Madem bunu kabullenebiliyorsun, özgür olduğunun da farkına varsan iyi olur.”

Ejderha devasa pullarla örtülü göğsünü kabartarak, kocaman başını inatla iki yana salladı.

“Yanılıyorsun, özgür değilim. Eğer olsaydım, uçabilirdim!”

Nimmip de inatla çenesini havaya dikti.

“Hayır, yanılmıyorum! Uçup uçmayacağını denemeden bilemezsin!”

Gadrun araya girme ihtiyacı hissederek ayağa fırladı ve omzundan düşen örtüyü alelacele düzelterek bağırdı. “Birbirinize bağırmayı kesin!”

Ejderha Falaz ve Nimmip anında susmuş ve şaşkın bir şekilde ona bakakalmışlardı.

Gadrun kendi cesaretine şaşarak duraksadı ve tereddütlü bir hareketle Nimmip’e dönüp hafifçe ona doğru eğildi. “Sana bir şey sormama izin ver.” dedi, soracağı sorunun cevabı pek çok şeyi değiştirebilirdi. “Peki daha önce benim gibi birini hiç gördün mü?”

Gadrun soluğunu tutmuş Nimmip’in cevabını beklerken, onun beyaz, kocaman gözlerinin daha da şaşkın bir hal aldığını gördü.

“Şaka yapıyorsun herhalde! Yeryüzü senin gibilerle dolu. Ah! Tabii ya, bilmiyorsun. Pekala, lütfen anlatmama izin ver.”

Gadrun büyümüş gözlerle kafasını salladı ve heyecanla devam etmesini işaret etti. Nimmip boğazını temizledi ve gene ders veren bir eğitmen edasıyla anlatmaya başladı.

“Sürgün Rekka’lar iyi bilinen bir efsanedir. O salak Narsus halkının dışladığı her Sürgün gibi, sen de bir Rekka, yani büyüsüz insansın. Nars’iakus’lu Narsis halkının ne kadar kendini beğenmiş olduğunu yeryüzünün pek çok halkı iyi bilir. Narsus’lar yüzlerce yıl evvel kendilerini buraya hapsettiler ve saf ırk sevdasına düştüler. Ancak her bir Narsus’un atasında mutlaka bir Rekka vardır. Bu yüzden aradan yüzlerce yıl da geçse, er veya geç bir Narsus’tan bir Rekka doğar ve böyle durumlarda o Rekka belli bir yaşa gelince Nars’iakus’tan atılır. Bizler, yani yolu buraya düşen gezginler, ne zaman bir Sürgünle karşılaşsak onu ormandan çıkarır ve yeryüzüne ulaşmasını sağlarız. Bir görevimiz de budur.”

Gadrun soluğunu bırakırken yere çöktü. Bir yandan titriyor, diğer yandan da başını iki yana sallayarak söyleniyordu.

“İnanamıyorum… Buna inanamıyorum!”

Nimmip onun sefil halini görerek endişeyle yanına çömeldi, küçük pençesiyle uzun kara saçları okşayarak, sevecen bir sesle yatıştırmaya çalıştı.

“Bu kadar üzülme, Rekka olmak suç değil ki!” Sonra da şakacı bir sesle ekledi. “En azından yeryüzünün diğer bölgelerinde. “

Gadrun bedenindeki sarsıntılara engel olamıyordu, dolu gözlerle Nimmip’e baktı.

“Söyle bana, onlar da benim kadar çirkin mi?”

Nimmip bir an boş gözlerle Gadrun’a baktı ve küçük bedeninden beklenmeyecek, gürültülü bir kahkaha attı.

“Çirkin mi? Hah! İnan bana sen ırkının en güzel örneklerinden birisin bana kalırsa. Elbette çirkin olanlarınız var, ama sen bunlardan biri değilsin. Bu fikre nasıl kapıldığını biliyorum ama sen Narsus’lara aldırma, onlar için kendilerine benzemeyen her varlık çirkindir.”

Ejderha da başını Gadrun’un burnunun dibine kadar yaklaştırarak toprak kokan nefesini yüzüne üfledi ve homurdandı.

“Her ne kadar istemesem de, Nimmip’i desteklemek zorundayım. Bu güne kadar gördüğüm en güzel örneklerden birisin.”

Nimmip koca gözlerini devirerek pofurdadı.

“Kadınlar!”

Ejderha’nın dişi olduğunu öğrenmek Gadrun’u oldukça şaşırtmıştı. Yüzünde komik bir ifadeyle burnunun dibindeki kocaman yüze bakakalmıştı.

Nimmip kıkırdayarak arkası üstü yuvarlandı. “Bilmiyordun! Ah nasıl olur da anlamazsın? Belki bir hanımefendi olduğu söylenemez ama kesinlikle bir dişi olduğunu tavırlarından çıkarabilirsin. Huysuz, nazlı ve bir katır kadar inatçı.” diyerek doğruldu.

Gadrun gülümsemesini engelleyemedi. Bunu gören Falazteresin onları burnuyla şöyle bir iteledi. Bu sefer ikisi birden arka üstü düşerken, kahkahaları çevrede yankılanıyordu.

“İyi! Tamam! Gülün bakalım, ben de sizin birer beyefendi olduğunuz söyleyemem, öyle değil mi? Hiçbir nazik beyefendi, bir bayanın suratına kusurlarını söyleyip sonra da katıla katıla gülmez.”

Nimmip onun alındığını anlayarak gülmesini durdurmaya çalıştı. Gadrun ise aniden ciddileşmiş, dikkatle göle bakıyordu. Ortalık sessizleşmişti. Şimdi etrafta duyulan tek ses, hafifçe dalgalanan göl suyunun sesiydi.

“Anlat, Gadrun, bize yaşamını anlat.” dedi Ejderha. Gadrun bir an cevap vermek istemedi ancak anlatmamak elinde değildi.

“İyi dinle Falazteresin, çünkü benim hikâyem seninkine çok benziyor.” dedi ve kelimeler dudaklarından dökülmeye başladı. Evini, ailesini, doğumundan beri dışlanışını ve sonunda Sürgün olarak yaftalanıp yuvasından gönderilişini; her şeyi anlattı.

Son kelimeler dudaklarından kurtulduğunda neredeyse akşam olmak üzereydi. Hava soğumuş ve etraf iyice kararmıştı. Nimmip onlara bir ateş yaktı, Gadrun, kuruyan giysilerini giydi ve üçü ateşin etrafına yerleşerek sessizlik içinde geceyi dinlemeye başladılar. Her birinin kafasında başka başka düşünceler, ateşin hararetli danslarını izlerken dalıp gitmişlerdi. Falazteresin tek kanadını yayıp onları gecenin soğuğundan koruyacak kuytu bir alan yarattı. Nimmip ve Gadrun, ejderhanın kanadı altında hala ateşi seyrediyorlardı.

“Peki ya son çığlık? Sürgünlerin attığı o son çığlık da neyin nesi? O çığlıklardan birine küçükken şahit olmuştum. Onlar ölüm çığlıklarıydı. Hepsi birer masal olamaz.” diye mırıldandı Gadrun.

Nimmip ona doğru dönerek utangaç bir şekilde gülümsedi.

“Şey… Onlar pek de masal sayılmaz. Kendi çığlığını hatırla, beni ilk gördüğünde attığın çığlığı.”

Gadrun hayretle ona döndü. “Ne yani, onlar da seni gördükleri için mi bağırdılar? İyi de bu imkânsız, çünkü bu demek olur ki sen ve ejderha…”

Nimmip küçük pençesini kaldırarak onun sözünü kesti. “Sana uzun zamandır burada olduğumuzu söylemiştim. Diğerlerinin Falazteresin ile karşılaşmalarını istemiyordum; nedense türün ejderhalara karşı oldukça önyargılı, bu nedenle onlardan biri ile ne zaman karşılaşsam, ormanın çıkışına kadar kovalayarak onlara yol gösteriyordum. Ama seninle işler ters gitti. Uykuda olduğun için aniden uyandın ve tamamen ters yönde koşarak göle daldın.”

Gadrun kafasını sallayarak neşesiz bir şekilde güldü. “Benim için oldukça hızlı bir dalış oldu.”

Ejderhanın koca göğsü titredi ve kıkırtı benzeri garip bir ses çıkardı. “Havadayken pek de zarif göründüğünü söyleyemem. Gördüğüm en komik taklalardı.”

Gudrun güldü ve ardından bir an kalakaldı. Sonra aniden ayağa fırlayarak kanadın altından çıktı ve ejderhanın başına yaklaştı.

“Söyle bana güzel bayan, eğer sana söylenen şey bir yalandan ibaret olsaydı, bunu nasıl anlardın?”

Nimmip de meraklanarak ayağa kalktı ve Gadrun’un yanına geldi. Soru dolu gözlerle ona bakarak bekledi. Gadrun kafasını iki yana sallayarak sessiz kalmasını işaret etti ve tekrar ejderhaya döndü. “Evet?”

Falazteresin bunun hileli bir soru olduğunu düşünerek koca gözlerinin üzerindeki dikenli çıkıntıları çattı. “Bu bir aldatmaca mı?”

“Hayır, sadece sana bir şey ispatlamaya çalışıyorum. Lütfen sorumu yanıtla,” diyerek kollarını göğsünde kavuşturdu. Nimmip ise onun yapmak istediğini anlamış, ejderhaya dönerek onun cevabını beklemeye başlamıştı.

Ejderha dikkatle karşısındaki garip çifte baktı ve o da anladı. Bir süre düşündü. Sonra tereddütle, yavaşça cevap verdi. “Bana söylenen şeyin tersini ispatlarım.”

“İşte!” diyerek haykıran Gadrun ejderhaya biraz daha yaklaştı. “Sana uçamayacağın söylendi,” duraksayarak devam etti. “Eğer uçabilirsen, Falazteresin, ait olduğun gerçek halkı bulabilir, olduğun şey için yargılanmadan yaşayabilirsin. Ben de öyle. Ve tabi ki Nimmip, sana olan düşkünlüğünden dolayı kısıldığı bu ormandan çıkabilir, gezilerine devam edebilir. Bunu bir düşün.”

Ejderhanın gözlerine korkulu bir keder inmiş, destek beklercesine Nimmip’e bakıyordu. Küçük yaratık onun korkusunu, yalnızlığını ve kaybolmuşluğunu içinde hissederek yanına iyice yaklaştı ve pençesini devasa kanada dayayarak sevgiyle mırıldandı.

“Ne olursa olsun, nereye gidersen git yanında olacağım, Falazteresin, sen bana git diyene kadar. O yüzden denemekten korkma. Ayrıca bunu günlerdir konuşuyoruz. Birazdan denerim, yarın denerim, haftaya denerim gibi sözlerin sonu gelmez. Artık karar vermelisin.”

“Ben de, halkını bulana kadar seninle olacağıma söz veririm, güzel bayan.” diyen Gadrun hafif bir reverans yaparak ejderhanın önünde şakacı bir biçimde eğildi. Bu kadar kısa bir zamanda, bu iki yaratığa garip bir biçimde bağlandığının anlaşılmasını istemiyordu.

Onun bu hareketine hafifçe gülen ejderha biraz daha rahatlamış görünüyordu, fakat aniden kocaman yüzünü derin bir endişe kapladı.

“Sizi düşürebilirim, eğer uçamazsam ve havada kalmayı başaramazsam hepimiz ölürüz.” diye sızlandı. “Belki daha sonra denemeliyiz, kendimi daha güçlü hissettiğimde.”

Gadrun göğsünü şişirerek dikleşti ve çenesini kaldırarak, kararlı bir sesle ejderhaya cesaret vermeye çalıştı. “Sen bir ejderhasın ve bütün ejderhalar uçabilir. Kaldı ki eğer uçamıyorsan bile, sonsuza kadar Sürgün olarak kalmaktansa, sizinle can vermeyi buna yeğlerim, hanımım. Ancak inanıyorum ki yüreğinizin gücü sizi uçuracaktır.”

Ejderha gözlerini Nimmip’ten yana çevirdi. O da başını sallayarak onayladı. Ejderha tekrar Gadrun’a baktı ve onun gururlu duruşuna bakarak derin bir iç geçirdi.

“Nasıl konuşacağını iyi biliyorsun Gadrun. Küçük bir yaratığa göre oldukça büyük laflar. Bir insan için epey yeteneklisin bu konuda,” dedi ve arka ayaklarını üzerinde doğrularak kanatlarını gerdi. “Pekâlâ, ne kadar erken o kadar iyi. Kararımı değiştirmeden denesek iyi olacak. Eğer düşüp ölürsek, ölüler diyarında iki elim yakanızda olacak haberiniz olsun.”

Gadrun şaşkınlıkla Falazteresin’e baktı. “Şimdi mi?” diye sordu hayretle.

“Elbette şimdi, yoksa gece uçulmaz diye bir kural mı var?” diye alaycı bir dille sordu ejderha.

Gadrun o ana kadar ejderha sırtında uçma fikrinin ne kadar çılgınca olduğunu fark etmemişti. Kesin ölecekti. O düşerken çığlığı geceyi yararak minik orman yaratıklarının hassas kulaklarında yankılanacaktı.

“Ne o korkuyor muyuz?” diyen ejderhanın sesini duyan Gadrun çenesini havaya dikti. Onun bu hareketini komik bulan Nimmip gülümsemesini küçük pençesiyle saklamaya çalıştı. Bunu fark eden Gadrun kaşlarını çatarak ona bakınca, minik yaratık genzini temizleyerek ciddi bir ifade takınmaya çalıştı.

“Elbette korkmuyorum. Hadi yapalım!” dedi Gadrun ejderhaya dönerek.

Nimmip’in verdiği örtüyü yerden alarak küçük yaratığın pençesini yakaladı ve Falazteresin’e doğru ilerledi. Örtüyü parçalara ayırıp birbirine eklediler ve burarak uzun bir halat haline getirdiler. Ejderha iki kolunu da ileri doğru gererek, onların iki yandan sırtına tırmanmalarına yardım etti. Örtüden bozma halat bu şekilde tutunacak bir yular misali Falazteresin’in kalın boynuna dolanmıştı. Gadrun arkada, Nimmip önde, ejderhanın ensesiyle sırtının birleştiği çukura yerleştiler. Gadrun küçük bir parçayla Nimmip’i kendine bağladı. Sonra da iki halat ucunu alarak, ejderhanın dev pulları arasından geçirerek kendilerini sağlama aldılar.

“Hazırız!”

Ejderha kafasını çevirerek onlara bir göz attı ve kanatlarını titreterek iyice açtı.

“Büyük olasılıkla bunu denediğime pişman olacağım.” diyerek kanatlarını hafif hafif hareket ettirmeye başladı. Arka ayaklarının üzerinde yaylandı ve boynunu ileri doğru uzatarak yukarı fırladı.

Yukarı doğru bir iki metre yükselmişti ki dengesini kaybederek yalpalamaya başladı.

“Denge! Dengeni sağlamalısın Falaz!” diye bağırdı Nimmip. Bir yandan da ejderhanın üzerinde, kendilerini sabitleyen iplerin elverdiğince savruluyorlar, hoplayıp zıplıyorlardı.

“Bunu ben de görebiliyorum! Sana uçamam demiştim,” diye Nimmip’e laf yetiştirmeye çalışan ejderha bir yandan da havada dengesini sağlamaya çalışıyordu. Ancak ne yaptıysa başaramadı ve santim santim irtifa kaybederek şertçe yere kondular.

Gadrun korkuyla sık sık nefes alırken, ejderhanın vazgeçmek üzere olduğunu sanarak haykırdı.

“Bu kadar çabuk pes edemezsin! Sadece alışman zaman alacak. Sakın pes etme!”

Nimmip gözlerini kapamış, ellerini birleştirerek kendi tanrılarından birine hızlı bir dua ediyordu.

Ejderha derin soluklar alırken kızgın bir ifadeyle söylendi.

“Pes ettiğimi de kim söyledi? Kapa çeneni de sıkı tutun!”

Tekrar kanatlarını gerdi ve bu sefer daha güçlü bir itişle havalandı. Bir güçlü kanat çırpışı ve bir tane daha. Hava akımlarını kullanarak yükselmeye başladı. Bu sefer kanatlar düzenli ritimlerle inip kalkıyor, ejderhaya mükemmel bir denge sağlıyorlardı. Falazteresin’in ağzından bir şaşkınlık nidası koptu.

“Ayyy! Hey! Bakın, uçabiliyorum, uçabiliyorum ahh!”

Gadrun heyecandan önce söyleneni anlamadı, sonra aşağıya gözünü kaydırdığında epeyce yükselmiş olduklarını gördü ve gürültülü bir kahkaha attı.

“Uçuyorsun!”

Nimmip kahkahayı duyunca pençelerinden birini yüzünden kaydırarak tek gözünü araladı ve etrafına baktı. Sonra diğer pençesini de indirerek telaşla aşağıya baktı. Gölün etrafını saran yarların üzerinde süzülüyorlardı.

“Amanın! Başardın güzelim… Başardın!”

“Uçabiliyorum… Uçabiliyorum… Uçabiliyorum…” Ejderha melodili bir şekilde aynı sözleri tekrarlarken havada daireler çiziyorlardı. Kahkahaları gecenin içinde yankılanıyordu.

İyice yükseldiklerinde Nimmip, Gadrun’u dürterek ileride, ormanın ötesinde bir yeri gösterdi. Gösterdiği şey, orman ile buzulların sardığı deniz arasında kısılı kalmış Nars’iakus şehrinin büyülü ışıklarıydı.

“İyi bak ve aslında kimin sürgün olduğunu gör, Gadrun.”

Üçü birden dikkatle şehrin mücevher gibi parıldayan ışıklarına baktılar. Narsusların gidecek yerleri yoktu.

“Hey şuraya bakın!” diyen ejderhanın sesiyle diğer tarafa dönüp baktılar. Ormanın diğer tarafının bittiği yerden itibaren çorak topraklar başlıyordu. Keşfedilmeyi bekleyen, onlara özgürlüğü müjdeleyen topraklar.

“Hadi, gidelim!” dedi Gadrun.

Ejderha bedenini o tarafa döndürerek Nars’iakus şehrinin ışıklarını arkasına aldı ve onaylayarak başını saldı.

“Gidelim de söylediklerin doğru çıksa iyi olur, Nimmip, aksi takdirde seni çok da uzun bir hayat beklemiyor.”

Nimmip de kıkırdayarak ellerini çırptı. “Göreceksin. Evet! Hadi gidelim!”

Falazteresin, homurdanarak, beklemeden ileri doğru atıldı ve çorak toprakların göründüğü orman çıkışına doğru kuvvetle kanat çırpmaya başladı. Karanlıkta siluetleri ufukta kaybolurken, sesleri gittikçe duyulmaz oldu.

“Hey! Size suyun içinde yaşayan yaratıklarla karşılaştığım son gezimi anlatmalıyım. Müthiş bir maceraydı.”

“Bunu defalarca anlattın, Nimmip! Tekrar dinlemem mümkün değil!”

“Gadrun dinlemedi ama!”

“Bir şey kaybetmiş sayılmaz!”

“Huysuz kadın!”

“Geveze bücür!”

“Kavga etmeyin…”

-Bitti-

 

Sürgün” için 3 Yorum Var

  1. Işın Beril Tetik, keyifle takip ettiğim yazarlardan. Gerek Kan Güncesi’nden, gerekse katıldığı öykü derlemelerinden onun adını her gördüğümde; ilk hep onun öyküsüne çekilirim. Zihnimce bir marka yapmıştır kendisi. 🙂

    “Sürgün” de Işın Hanım’ın ‘fantastik kurgu’da ne kadar başarılı olduğunu açık bir şekilde gözler önüne seren; sevimli bir öykü. Olanlardan çok, yaratılmış dünyaya hayran kalıyor insan…

    Perg tarzı bir seriyi Işın Beril Tetik’ten okumak ne keyifli olurdu… : )

    Kaleminize sağlık!

  2. Her zamanki gibi yine şahaneler çıkartmışsın ortaya ablacığım. Özellikle ilkin korku türünde öykü beklerken fantastik bir öyküyle karşılaşmak beni hem şaşırttı hem de sevindirdi. Şaşırttı çünkü dediğim gibi hep korku türünde ki öykülerini okudum, sevindirdi çünkü bu şekilde fantastik kaleminin de ne kadar harika olduğuna şahit oldum. 🙂

    Yazmış olduğun kurgu dili, hep dile getirdiğim şekilde yazım tekniği ve kurgu olarak en çok hoşuma giden tiptir. Fazla karakter ve yer tasvirlerinin en aza indirgenmiş olması bununla birlikte yepyeni bir dünyanın içine sürüklenmek oldukça hoşuma gider. Sadece üç karakter ile nelerin olacağını gösterdin bizlere. Umuyorum gelecek aylarda öykü yazacak arkadaşlar seni örnek alırlar. Tekrar ellerine sağlık… :))

  3. Sizden ilk defa bir öykü okuyorum ve üslubunuza hayran kaldığımı söylemeden edemeyeceğim. Gerek karakterlerin işlenişi, gerek konunun anatılış biçimi gerekse içerdiği mizahi unsur olsun hepsi harikaydı. Baştan sona büyük bir keyifle ve bir solukta okudum.

    Ellerinize ve yüreğinize sağlık.

magicalbronze için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *