Uçmak var, uçmak var. Sen bilir misin, nedir bu kelimelerin anlamı? Ne yatar ki uyandırmak istemez insan bu harflerin ardındakini? İnce boyunlu bir güzel mi vardır dönüp baksan, şahbaz bıyıklı bir yiğit mi? Peki, bir bebeğin avuç içi gibi sıcacık mıdır bâtını, yoksa celladın boyun vuran palasının çeliği misali buz mu?
O zaman gel seninle bir oyun oynayalım: Sana bir hikâye anlatayım, sen de ömrün boyunca kimselerin kulağına dahi fısıldama bu sırrı.
Nedir sır? İkiyi aşarsa, iki dudağın arasından kopup da dökülürse, çürüyüp gidecek şeydir, elbet. Sus, ebkem ol ki bilesin, iki dudağın birleşir de öylece kalır amma, Çalabım iki kulak vermiştir dinle diye, ikisi de birbirinden tam zıt yönde. İki dinle, bir anla ve sus ki desinler sana ehl-i mânâ…
Gördüğümden beri / Olmuşum serseri
Padişahımız, efendimiz, kıymetlimiz, hem canımız hem cananımız sultanımız, ol vakit emretti: O deyyus herif, tiz zamanda yakalana! Galata Kulesi gibi kazıklara oturtula! Dübüründen gire, ağzından çıka!
Ahali, konuştu da konuştu ardından: Bre, sen kimsin de devletli sultanımızın mülkünde, O’ndan habersiz haltlar karıştırırsın, behey herzevekil pezevenk? Martı mı sandın kendini, a deli kavat? İrade buyursaydı Allah-u Zülcelal Tebareke ve Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri seni kanatlı yaratırdı. Sen daha mı iyisini biliyorsun, firavunun dölü!
Tamam, kabul ediyorum, o gün ben de oradaydım. Ben o gün hem oradaydım, hem orada değildim de amma. Kim ispatlayabilir, kim diyebilir ki yemin billah edip, benim o gün Galata Kulesi’nin dibinde toplaşanların arasında olduğumu? Gözler kimi gördüler…
Bir veled-i zinâ burnunu karıştırdı, sonra Salacak iskelesinden iki minik parmağı marifetiyle denize fırlattı yarısı kurumuş sümüğünü. İşte ben de o sümüğü kaptım, hem de tuzlu suya değmeden, hem de kurumamış tarafı kurumadan, aldım da avcumun arasına, saniyesinde patlattım şehr-i Sitanbul’un en yakışıklı civanının gamzeli yanağına! Patlattım dedimse, öküz boku gibi lap diye değil, gül yaprağı suya değer gibi nazikçe ettim hem ne ettimse. Kıyar mıyım hiç civanımın pamuk gibi ak, pamuk gibi yumuşak, pamuk gibi pamuk yanaklarına?
Görmedi tabii beni, anlamadı bile yanağına sümüğü yapıştırdığımı. Hiç göremeyecek, hiç mi hiç beni bilemeyecek bir âdeme gönlümü kaptırdım işte, neyleyeyim ben de böylesi peri mahâretlerinden başka… Kendimi eğlendirir, aşk elinden gülmez yüzümü güldürmeye çalışırım türlü türlü oyunbazlıklarla.
Zaten ne beni görecek, görünsem bile gözüne, ne de yanağındaki sümüğün farkına varacak hali vardı o gün. Heyecanlıydı yiğidim, tir tir titriyordu heyecandan, amma korkusuzdu da. Tüm bu kalabalık, nihâyetinde, onun için toplanmıştı burada. Az sonra, Galata Kulesi’nin en tepesine tırmanacak, mürg-ı Îsâ misali kanatlarını kollarına takacak ve atacaktı kendini boşluğa. Adını tarihe yazdırmakta kararlıydı. “Uçan ilk insan” olacaktı, daha ne olsun, ne şeref, ne devlet!
Ah, bir de benim aşkımı bilseydi, bana benim ona âşık olduğum gibi âşık olsaydı, işte o zaman uçardı ya asıl, hem de nasıl… Salak!
Nasıl anlatsam halimi bilemiyorum, ne desem lâf ü güzaf. Uzun uzun anlatmanın ne âlemi var, hem ne işe yarar? Ah…
Neyinize yetmiyor üç harf ile beş nokta?
Bendenim ey peri / İltifât et bana
Ah, dilim kopaydı da demez olaydım “Uçacağım!” diye… Girdik işte bir boka, söz ağızdan çıktı bir kere. Öyle mi böyle mi derken, gece gündüz demeden çalıştım, bir güzel kanatlar yaptım kendime, ahaliye tellal çıkardım da haber saldım, şu günün şu saati Galata Kulesi’nin tepesinden pervaz eyleyeceğim deyyu…
Artık dünya hayatımın son günü mü olacaktı o gün, Hak Teâlâ yardım edecek de uçup sağ selamet konacak mıydım yoksa huzurla bir yere, görecekti gören gözler.
Hâsılı, vakit tamam olunca, saldım işte kendimi Galata Kulesi’nin külahsız tepesinden semâya!
Ben de sanırdım, kartal misali çırpa çırpa kanatlarımı âsumanda, sonra da süzüleceğim ve fakat… Câzibe-i arz hak imiş, beşer dediğin âcizin kanadı da olsa gayrısı yalan imiş…
Neyleyeyim, kapadım gözlerimi, başladım tekrar üzerine tekrar, dilimi damağıma vura vura, kelime-i tevhid okumaya. İntihar sayılır ya bu yaptığım, uçmağa kabulümüz olmayacak madem, yine de dilimiz damağımız temiz girelim en azından gireceksek nâra!
Lakin birdenbire, taş gibi düşerken yere, sanki iki yumuşacık el hissediverdim göğsümde. İki pamuk gibi yumuşak, tazecik bir kızın er yüzü görmemiş elleriydi bunlar sanki, var gücüyle bastırıp göğsüme, düşmekten alıkoymaya çalıştı beni. Hop diye yakalayıverdi beni sonra o taze kız, yüz üstü düşmeye devam ederken kollarımda çaputtan ve tahtadan mürekkep kanatlarım olduğu halde, rûberû gelip de benimle, sımsıkı sarıldı bana incecik kolları ve dahi incecik bacaklarıyla.
Uçuyordum şimdi işte!
Hem de ne uçmak!
Yoksa bir melek miydi bana böyle sımsıkı sarılan, beni uçuran, canımı kurtaran, ahaliye beni övdüren, adımı hem göklere hem de gönüllere yazdıran…
Uçtum da uçtum, Haliç’i geçtim, Boğaz’ı geçtim, Kız Kulesi’ne tepeden baktım, uçtum da uçtum…
Âşıkım ben sana
Dayanamadım, ne yapayım. Suç benim. Edecekseniz küfürleri, diyecekseniz birine “kâfir” diye, bana deyiverin. Ey padişahım, ey ahali, elbette uçamaz amma bir fâni…
Ben uçurdum işte!
Çelebi’mi, biriciğimi, imkânsız mı imkânsız aşkımı ben uçurdum kuş misali pâyitahtın iki yakası arasında.
Sade sımsıkı sarılıp da mis kokan vücuduna, uçurmakla mı kaldım? Dudaklarına da yapıştım o sıra, nûş ettim şerâb-ı aşkı leb-ber-leb…
Peh! Beyimiz gururundan, kasım kasım kasılmaktan uçuyorum diye, farkına bile varmadı ki hiçbir şeyin!
Başlamasaydı şakır şakır yağmur Üsküdar’a gider iken, Doğancılar’a dar atmasaydık kendimizi, ben daha neler yapardım ya ona…
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.