…
“…ındaki baba cinnet geçirdi, iki çocuğunu ve eşini öldürdü. Muğla Milas’ta Ahmet G. belirlenemeyen sebeple cinne…”
Parmağını şaklatarak televizyonu işaret etti.
“Televizyonu kapasana Evren…”
Sandalyesini sürterek sofradan kalkan çocuk denileni yapmadı, elini yıkayıp odasına geçti. Yaklaşık yarım saat sonra tekrar elini yıkamak için odasından çıkacaktı. Kardeşine baskın olamayan Barış, yeniden talimat vermek yerine televizyonu kendisi kapattı. Evrenin gitmesiyle masada üç kişi kalan aile fertleri yüzlerindeki ifadesizlikle önündekileri yemeye devam etti. Baba, ağzına attığı iri marul parçasını hızlı hızlı, altçenesiyle daire çizerek yiyor, anne ise kestiği bifteği ağzına atarken şarap kadehine gözünü kırpmadan bakıyordu. Birbirlerinin yüzünü görmeden yemeklerin biteceği korkusundan olmasa da, abla konuşma gereği duydu:
“Kaçta buluşacaksın Devrim’le?”
Sandalyeyi sürterek çekip oturdu ve cevapladı:
“Ee bilmem ki şimdi, yani tam belli değil ama işte beş altı gibi olur heralde. Noldu niye sordun?”
Abla etraftan enstantaneler alır gibi gözlerini kırptı.
“Yok ben bırakayım seni dicektim.”
“İşte beş, beş çeyrek, beş buçuk gibi olur heralde.”
“İyi ben bırakırım seni o zaman.”
“Olur o zaman. Öyle yapalım.”
Neredeyse bir makine kadar ruhsuz geçmiş bu diyalog, her ay yapılması kararlaştırılmış aile yemeği toplantısıyla vuku bulurdu. Bazı zamanlar hiç konuşma olmadığı bile oluyordu. Sadece tabaklara sürten çatal bıçağın atonal bile olmayan müziği duyulurdu bu zamanl…
“Tuz.”
Anne tuzun ne olduğundan bihabermiş gibi donuk bakışını sürdür…
***
“Tuz.”
Babanın sesindeki tonlama sert değildi. Naif bile denebilirdi fakat bu naiflik dediğim dedik tavrını hafifletmiyor aksine onu otoriter güçle sarmalıyordu.
Baba aldığı derin nefesi gözünü kapayıp burnundan verdi:
“Tuzu ver.”
Annesinin hamlesizliğini sezmesine rağmen kıpırdamayan abla, anormal bir şey olmazmış gibi mesajlaşan Barış’ın, tuzu babasının yüzüne bakmadan sürüklemesiyle rahatla…
“Hayır o verecek!”
Barış, ablasına kaş göz edip bıkkınlıkla masadan kalktı, çalışma odasına gitti ve altı ay sonra değiştireceği altı aylık telefonunu çıkardı. Salonda bomba patlatacakmış gibi tuşladı ve Devrim’in numarasını çevirdi. Bu sırada Evren odasından çıkıp elini yıkadı ve sofraya döndü. Barış, bombayı kardeşinin patlattığını anladı, güldü. Elinde telefonla salona doğru yürürk…
“Efendim Barış.”
“Ha, şey dicektim ya kaçta buluşuyoruz. Bi de nerde buluşuyoruz.”
“İşte ben beş, beş buçuk gibi Kadıköy’de olucam. Sana da uygunsa…”
“…ındaki baba cinnet geçirdi, iki çocuğunu ve eşini öldürdü. Muğla Milas’ta Ahmet G. belirlenemeyen sebeple cinne…”
Parmağını şaklatarak televizyonu işaret etti.
“Televizyonu kapasana Evren…”
***
“İyi iyi uygun bana tamam görüşürüz o zaman. Haydi görüşürüz.”
“Tamam. Hadi bay bay.”
“Hadi güle gülee.”
“Hoşçaka…”
Üsküdar’da yaşadığı mahzenden çıkma fırsatını kaçırmayacak Devrim, adının Üsküdar’la oluşturduğu oksimoron yüzünden rahatsız olur gibi kendini dışarı attı. Olağandır ki bu durumda, kedinin ıslaklığa katlanabildiği kadar katlandığı ev arkadaşı da büyük pay sahibiydi. Dışarı çıktı ve Kadıköy ile ring sefer yapan otobüsü beklemek üzere yola koyulmadı, önce sahilde biraz yürümek istedi, öyle de yaptı. Çeyrek saat yürüyüp güzel ve güzel sayılabilecek kadınları süzdükten sonra bir banka oturdu. Sigara yaktı, İstanbul’un gümüşi havasını seyre koyuldu. Göğsünü sıkıştıran özlem, iletişim isteğini doğurdu ve Barış’a mesaj atmak üzere altmış aylık telefonunu çıkardı.
Telefonundan gelen ani sesle irkilen Barış, gelen iletiyi görünce irkintiyi tebessümle yok etti ve karşılık vermek üzere tuşlamaya başladı.
“Tuz.”
Babanın sesindeki tonlama sert değildi. Naif bile denebilirdi fakat bu naiflik dediğim dedik tavrını hafifletmiyor aksine onu otoriter güçle sarmalıyordu.
Baba aldığı derin nefesi gözünü kapayıp burnundan verdi:
“Tuzu ver.”
***
Barış elinde telefonla, aşina olduğu tavrı masadan atmak için tuzu babasının yüzüne bakmadan önüne sürükledi.
“Hayır o verecek!”
İnadın getirdiği usançla ablasına kaş göz edip masadan kalktı. Abla kaş göz hareketini mimik uzmanıymış gibi çözdü ve Barış masaya geri gelene kadar ebeveynlerine evden ayrılmalarını sağlayacak mazereti sundu. Başarıyı ise Barış’ın da gelip ona bahanede destek olmasıyla sağladı. Nihayetinde evden ayrıldılar, ablasının ar…
“Sana ötüyo…”
“Hı?”
“Sana ötüyo diyorum şu şey… Zımbırtı, neyse, kemer işte…”
Emniyet kemerini tak…
“A dur abla dur dur, telefonu unuttum yukarda. Dur da alıyim hemen beş dakkada.”
“İyi al gel çabuk. Dur hatta ben de geleyim senle de Evren’le de vedalaşırım.”
Duyulma kaygısı olmadan mırıldandıklarını Barış’ın arkasından sürdürmedi, eve çıktı. Makyajına göz gezdirdi ve Evren’e seslendi. Evren’in önden, abisinin hınzır sırıtışıyla arkasından geldiğini gördü. Barış’ın telefonla konuştuğunu görünce Evren’le vedalaşmayı erteledi ve onların arkasından sofraya yöneldi. Kısa süreli olduğunu tahmin ettiği donukluktan Barış’ın sesiyle kendine geld…
“İyi iyi uygun bana tamam görüşürüz o zaman. Haydi görüşürüz… Hadi güle gülee.”
***
“…mem olabilir belki. Yani işte hem olaylar olağan akışında olacak, hem de ne biliyim tekrar edecek böyle aynı şeyleri. Ha bi de farklı kişiler üzerinden.”
“Ya ben pek anlamam da olur heralde. Niye olmasın araştırdın mı hiç?”
“Yok ama üç beş film biliyom o kadar, kurgu işte kurgusal olarak yani. Onlar da popüler olanlar hani. Neyse yarın geliyosun di mi açılışa?”
Devrim’in bu sorusuyla iki tarafta nedensiz yudum almadı içeceklerinden, beklemediler ve etrafı izlemed…
“Geliyorum tabi, hatta Evren’le annem de bi gelcek de tebrik falan etçek seni. Sen geliyor musun bize akşam?”
“Ben hiç gelmiyim ya şimdi. Hem o, ailesel falan ya…”
“Gelsen sevinirdim de, sen bilirsin. Israr yok. Akşam da olmuş zaten, kalkarız birazdan.”
İki tarafta nedensiz yudum aldı içeceklerinden, pipeti çekerken Barış’ın ifadesi çizgi filmlerdeki kaplumbağa yüzünü andırıyordu. Devrim’in selam hareketi dikkatini çekmiş olacak ki sordu:
“Kim o?”
“Taha diye bi çocuk, embesilin teki Üsküdar’dan…”
“Nolmuş eline öyle peki?”
“Ya bu depremde mi ne Düzce’deymiş köyde işte, eline soba düşüyo, gidiyo parmaklar. Deprem zamanı olmayadabilir tam bilmiyorum. Uzaktan meraba meraba zaten o kadar bizim aramız.”
“Neyse bize ne, kalkalım mı yavaştan?”
Devrim başıyla onayladı ve kalktılar. Kavramların ve ifadelerin, hislerini kısıtlayacak olmasından korkar gibi yol boyunca hiç konuşmadılar. İstemcice Moda sahiline indiler. Devlerin kayaların üzerine tükürdüğünü gördüler ama zehirsiz olduklarını bildiklerinden ıslanmak pahasına üzerine yürüdüler. Çıktıkları kayanın çalkalandığını hissediyorlardı ve düşmemek için birbirlerine kenetlendiler. Bir metal alaşımı gibi yekpare olup başka şekle bürünmüşlerdi. Barış, Devrim’in elini saçlarında hissetti, karşılık olarak hislerüstü bir kendinden geçmeyle dudaklarını kavuşturdu sanki hep öylelermiş gibi. Olayın romantik algısı betim ve atmosferle gelen bir rastlantıydı yalnızca. Çeyrek saat önce vuku bulmuş sıradan diyaloglarıyla çelişki bile ihtiva ediyordu çiftin hali. Barış, kendini bildi bileli erkekleri çekici bulur, Devrim ise erkeklerle de birlikte olmakta bir sakınca görme…
“Ta… tamam, ben gideyim artık. Gelmek istemediğinden emin misin Devrim?”
Yüzündeki çekici ifade yeterli olmamış olacak ki Devrim başını hayır anlamında sall…
“Ben sizin d… döngünüze hiç bulaşmayım ister…”
Lafını keserek:
“Görmüyo musun? E çoktan bulaştın zaten. Neys…”
Vedalaştılar, ayrıldı Barış. Yalnız kalan Devrim, olduğu yere çöktü ve sigara yaktı. Denizin gri rengi, gümüşi havanın buz mavisi kesiklerine maruz kalıyord… Sigaradan uzun bir nefes ald… Başını kaldırıp yukarı üfledi. Bulduğu bira şişesine baktı, içinde kalmış tek yudumu kafasına dikt… Oturduğu kayanın üzerinde parçal… Boğazını yard… Gördüğü son şey bir anlığına devlerin beyaz yerine kırmızı tükürdüğüydü.
Gitmeden önce Kadıköy’de biraz yürümeye karar vermişti Barış. Ara sokaklarda dolaşırken çıkmaz sokağa girdi. Sokağı çıkmaz yapan duvarın okul duvarı olduğunu düşün… Koşmaya başladı, duvarın dibinde durdu. Kafasıyla sanki duvarı parçalayacakmış gibi vurmaya başla… Vurd… Her vuruşunda yatağa vurmuş gibi sekiyordu kafası arkaya, o ise bundan eğlenir gibi hızını arttırarak geri vuruyordu. Alnı, parmaklarını sokabileceği hale gelmişt… Kaşlarından biri derisiyle birlikte kopmuş diğeri ise gözünü kapatacak şekilde sarkmıştı. Hızını arttırdı ve küçük kayıp… Dili parç… Diş… Zerre kalmış son şuuruyla vu… Kafasındaki organlar akarak ve sıçrayarak etrafa dağıldı, bazıları duvarda asılı, yapışık kaldı, bazıları kan koyuluğundan seçilemez hale geldi.
***
Şen şakrak kahkahaların duvarlarda yankılanması ile oluşan kanon, kuru çotanak ve mısır yarması rayihalarının harmanıyla bezenmiş salonda, tabaklara sürten bıçak ve çatalın oluşturduğu sesten bağımsız, ilginçtir ki uyumlu melodi oluşturuyordu. Bu melodinin arkasında, düşen ekmek kırıntıların oluşturduğu ve kimsenin duyamadığı ama bir şekilde hissettiği aksak ritimler yer alıyordu. Odada olan mutluluk, somut olmak ister gibi toz olmuş ve bu güneşin vurduğu parıltılı toz, masadaki tüm fertlerin yüzüne konmuştu. Anne, kızı yaşındaki şarabı yudumluyor, nefesindeki alkolü sırayla tüm masadakilerin yüzüne gülücüklerle boca ediyordu. Bifteğini keserken önüne bakmak yerine gülerek tek tek herkesin yüzündeki sevinci süzüyordu. Baba, ağzına attığı iri marul parçasını hızlı hızlı, altçenesiyle daire çizerek geviş getiren sığır taklidi yapıp, çakırkeyif olan ailen mensuplarını boğulurcasına güldürüyordu. Evren, benliğini hissettiği ve hissetmediği bu anda, salt tebessümden oluşurmuş gibi… Mutluluk, huzur gibi tanımı zor olan sözcüklerin anlamını merak eden bir çocuğa, izah aracı olarak bu harika aile tablonun gösterilmesi gerekirdi. Bunun ötesinde, varoluşun ötesinde ve yokoluşun mutlaklığını reddeder gibi sınırsız, ifadelerüstü… Ablanın ince çığlığı andıran kahkahalarıyla tutuşan masa, tüm ailenin katılmasıyla aniden harlanıp yanıyordu ve rehavetin dumanı herkesi güzelliğe boğuyordu. Barış ise sarı, beyaz ve parlak ışıkların hüküm sürdüğü salona doğru yol alıyordu renk sayısını ve parlaklığı arttırmak üzere. Vardığında Devrim’in de bu ana tanık olmasını ister gibi telefonla konuşuyordu ve konuşmuyordu. Her şeyin yeni farkına varmış gibi donakal… Işıklar cümbüş olup tekrar birleşiyor, sarsıntı halinde gözünün önünden akıyor, tekrar birleşip ürpertici olan siyaha bürünüyordu. O ise bunun olmaması gerektiğini düşünüp kendini kötü hissediyordu. Uğultu haline gelmiş kahkahalar algısını bozuyordu. Bu bozuk algıda ise belki her şeyi mahvedecek belki de baştan başlatacak o rahatsız edici, iğrenç, içini çürüten, karanlık, huzur soğuran, tüm lanetleri yetersiz kılacak, donuk, buğulu sesi duydu:
“…ındaki baba cinnet geçirdi, iki çocuğunu ve eşini öldürdü. Muğla Milas’ta Ahmet G. belirlenemeyen sebeple cinne…”
…
***
…
Bu gerçek bir öyküydü. Detaylar ve atmosfer çok hoşuma gitti. Diliniz sakin sakin dönüyor ama olayların şiddetini pekiştiren bir araç aslında. Cehennemin bu tekrarlardan ibaret olduğuna inanırım, belki de o yüzden çok görkemli geldi bana.
Kaleminize sağlık. Diğer öykülerinizi de görmek istiyorum.
Değerli yorumunuz için teşekkürler.
Hocam memleket Trabzon mu bana birini çağrıştırdınız
Evet Trabzon. Hatta bu öyküyü Trabzon’da yazdım. Çotanak ve mısır yarmasından bahsetmem bu çağrışıma itmiş olabilir sizi.