Öykü

Tezgâh

“…lmiyom… Boru falan var mı ki altta aslında? Bi… bi baksan…”

Adam tahammül seviyesini belli edercesin…
“Aşkım yok, bak yok. Olmaz tezgahı ıslatacak işte boru falan, bak yok işte.”

“E usta falan çağıralım bari o baksın bi de kaç gün oldu yani…”

Mücadeleye üşenmiş bir tavırla:
“Tamam arayalım, tamam. Al bak arıyorum, farklı bişey demiycek o da.”

Mutfaktaki tezgahta hâsıl olmuş garip gizem, birlikte yaşamaya yeni başlamış çiftin huzurunu bozamasa da, çiftin kalbini zımparalayarak şiddetli kavgaların kıvılcımını çıkarabilecek güce sahipti. Bir otoban kenarındaki lüks sitenin sıradan bir dairesinde, komşuları gibi bayağı yaşamın çamurlarına bulanmışken bu rahatsız edici durumun nedenine vakıf olmaya çalışıyordu genç çift. Bir an için aradıkları ustanın sorunu çözeceğini düşünür gibi rehavete kapıldılar ve evlerinin görkemini süzdüler. Geniş salonla hemhal olmuş Amerikan mutfaktan, İkea ürünü möbleler, geniş masa ve duvara monte ince televizyon rahatça seziliyordu. Televizyonun altında arkadaşlarla maç geceleri yapmak için bir oyun konsolu, salonun köşelerinde ise şahsi teşhir araçlarına “evde sinema keyfi” yazmanın hakkını vermek için alınmış ev sinema sistemi parçaları vardı. Salon dışı kalan iki odanın da pek farklı tarafı yoktu. Yatak ve misafir odasının duvarları da sokaktan alınmış eyfel kulesivari ya da siyah beyaz fotoğraf içindeki kırmızı araba benzeri tablolarla bezenmişti. Ekşi, laçka, banal, gülünç ve yapmacık bir modernlik çabası hâkimdi ortama. Bir müddet sonra, bayağı insanlar adına yapılmış bayağı, klişe ve gına getirici tespitlerin uzamasını engelleyip, müdahale etmek ister gibi kapıyı çaldı usta. Refleksle kapıya dönen iki kafa, idrakla birlikte kapıyı açmaya yönel…

“Meraba…”

Usta ufak bir baş sallama…
“Merhabalar nedir soru…”

Adam tez canlı bir hararetle ustanın sözünü kest…
“Bizim mutfak tezgahının üzerini işte nedense su basıyor sürekli yani bazen taşıyo falan yerlere dökülüyo… Ben baktım ama yok, bulamadık nerden geliyo su buraya da doluyo.”

“Tamam, bakayım ben bi… Ne… Ne kadardır böyle?”

“İşte bi hafta olmadı yani… Bakın siz de bi.”

Usta teşhis için ön materyallerini topladığını düşünerek işe koyuldu, yaklaşık çeyrek saat sonra bir kanıya varamadığını ifade etti ve ayrıldı. Kapının kapanmasıy… Yalnız kalan çift, tatminsizce salona süründü ve alırken çok mutlu oldukları koltuklara karşılıklı oturdular. Soğuk, donuk bir sessizlik içinde gizlice birbirlerini süzüyorlardı. Yüzlere kayrılan gözler denkleşince hızlıca kaçırıp yere bakıyorlardı. Bu sevimsiz durgunluk esnasında, kadının içinde nedensiz bir şekilde sevgilisine karşı ani, keskin ve şiddetli bir iğrenme peyda oldu. Bundan rahatsız oldu, bastırmak için olsa gerek erkek arkadaşına se…

“K… Kenan.”

Kenan, kadının yüzündeki iğrenmeyi sezmiş gibi düşük bir surat ile kafasının kaldırdı:
“Efendim.”

“Rutubet falan mı acaba? Hani ne biliyim su olur mu o kadar ki yani?

“Bilmem belki… Ama sanmam o kadar yani Melis.”

Melis o nahoş duyguyu örtemediğini fark etti, kendini şevklendirmeye çalışarak konuyu değiştirdi:
“Konuştum bizimkilerle yarın akşama geliyolar bak hazırlık yapalım.”

“Ha iyi… Kimler geliyor şimdi en son?”

“Ay işte bizim kızlar, Erdem, Erdeminki… Ee… Yine Erdem’in arkadaşı bi adam. Taha var. Dur bak kaç oldu, heh işte. Aa bak bi de sana diyodum ya sinemada bi çocuk vardı. Ay bizim kızlar tanışmıştı hani onla benden sonra, numarasını falan almışlar o da geliyo heralde.”

Kenan ölü ifadesizliğinde:
“Çoğunu bilmiyom.”

“Olsun bak onlar da bilmiyo.”

“Kimler?”

“Ne kimler?”

Kenan Melis’in yüzüne baktı, kız arkadaşının alay olamayacak ciddiliğini gördü ve yutkundu. Evini süzdü, bir babanın oğluna yabancılaşması gibi eşyaları, eşini ve kendini garipsedi. Mezbahadaki başına ne geleceğini bilen sığırlara, hayvanlara benzer şekilde yüreği yanıyordu fakat karşı koyamıyordu. Ama bu durum uzun sürmedi, sıkıntılara aşina değildi ve de ahmaktı.

“Dedin ya onlar da bilmiyor diye işte… Ben de kim onlar dedim.”

“Demedim Kenan öyle bişey işte, neyse bak dur… İşte Erdem’i biliyosun, onunla gelcek adam arkadaşı, iş ortağı falanmış. Taha’yı da biliyosun. Hani sol elinin parmakları olmayan var ya… Tanıştırmıştım seni. Bi de sinemadaki çocuğu tanımıyosun, ondan da bahsetmiştim. Biraz içine kapanık falan diye… O kadar yani daha yok.”

Kenan diyalogu sürdürmek yerine kumandalara uzandı, televizyonu açtı. Melis evdeki diğer canlıyı unuttuğunu fark edip telaşla mama koyup verdi. Kediyi mamasını yerken efendinin kölesini beslediği gibi izledi ve yaptığı sözüm ona iyilik gururunu okşadı.

***

“Gelmiyo musun aşkım?”

“Efendim?”

“Gelimiyo musun diyorum hadi yatalım bak yarın alışveriş falan yapıcaz erkenden kalkalım.”

Kenan ölü ifadesi…
“Yok ben şu tezgahın başında bekliycem. Nası doluyo, noluya ne bitiyo bi bakiyim. Sen sildin di mi yok su falan şu an?”

Melis gerinip esneye…
“Hıı sildim, ama çok durma bak gel hemen.”

Kenan evrenin tüm ve mutlak bilgilerine vakıf olacakmışçasına şevkle tezgâhın karşısına sandalye çekti ve izlemeye koyuldu. Basit bir tezgâha denk gelmiş gizemi çözmekten memnun olacak gibi görünüp tebessüm ediyordu. Mutfağın loş sarı ışığı, ortama sepya rengine benzer bir hava katıyordu. Atmosfer, içindekilere nedensizce güçlü kahkahalar attırıp, kahkahanın yoğunluğundan sıkışık, karanlık bir acıyla boğabilirdi. Kenan sıklıkla, altı ay önce aldığı ve altı ay sonra değiştireceği telefondan, oyununu bölüp tezgâhı kontrol ediyordu. Tezgâhta suya dair herhangi bir belirti görmeyince oyundaki yeni rekoru belirlemek adına… Bu durum, yaklaşık iki buçuk saat sürdü ve oyun heyecanıyla gelmiş olabilecek sidik torbası baskısı, Kenan’ın bacaklarını titretmeyi bırakıp da tuvalete gitmesiyle son buld…

“Nası ya? Nası s.kerim ulan nası?”

Kenan’ın bağırtısıyla yatakta dikilen Meli…
“Aşkım noldu?” soruyu sorduğunda sevgilisinin yanına gelmişti.

“İki… Bak iki dakka tuvalete gittim iki bak! O şeye kadar bi s.kim yoktu s.ktimin yerinde! Bak şimdi nası bak… Bak dolmuş suyla t.şak geçer gibi… Ya… T.şak geçer gibi tuvalete falan gitmemi beklemiş. S.ktiminin t.şak mı geçiyo benle ya?” sövgüsünü sürdürürken ağzı kayalarla vuruşan dalgalar gibi köpürüyor, duvarları yıkarcasına yumrukluyordu.

“Aşkım sa… Sakinleş bak. Kenan tamam, bişey yok kendine gel artık saçmalıyosun. Hadi bak, hadi…” Melis avutmaya dair her şeyi sıralamay…

“Sen de sus nolur sus artık! O s.kik suratınla bakmayı da kes! Naptım sana? Mideni mi bulandırıyorum? Mideni bulandıyomuşum gibi bakıp duruyosun sabahtan beri… Ha naptım? Neyimiz eksik, bişey mi var? Bakmayı kes dedim!”

***

“Ay hoşgeldiniz, geçin içerde çıkarabilirsiniz şeyleri…”

“Hoşbulduk Melis, geldi mi diğerleri?”

“Geldi Erdem bi siz kaldınınız yani.” dedi Melis hafif bir tarizle ve Erdem’in yanındaki adama bakarak devam etti:
“Geçin geçin içerde çıkarabilirsiniz. Melis ben bu arada, memnun oldum.”

Kısa bir tanışma ve tanıştırma kısmını takiben…

“Bu arada Kenan baksana, abi sana bi hediye aldık bak bi…”

Kenan kendini yapmacık şaşkınlığa hazırlamışken gerçekten şaşırdı:
“Has.ktir! Bu ne? Çok iyiymiş ya. Bakiyim bi dur ya şuna. Anlamı falan var mı, yoksa öyle esprisine mi?”

“Arabayı aldın da bura İstanbul yani, önce güvenlik. Tabi kullancak duruma düşmezsin umarım.”

“İnşallah… Ama sevdim bayaa yani Erdem çok sağol.” dedi Kenan gülerek ve kısa şakalaşmaların ardından Erdem’in hediyesini portmantonun kenarına koydu. Herkes salona geç… Kısa, gündelik ve basit konuşmalardan sonra Erdeminki ve Melis mutfağa yemek hazırlığını rötuşlamaya gittiler. Melis kısık sesle ona tezgâhtan bahsetti, yine su dolmuştu. Erdem ve Erdem’in arkadaşı adam, Taha’nın kopuk parmaklarına bakıp onu tanıdığını- yarı şaşkınlıkla- belli ediyorlardı. Taha ise, ufakça kafa sallamasıyla “ben de sizi tanıdım” der gibiydi. Melis’in kız arkadaşları telefonlarına gömülmüş, kişisel teşhir araçlarını kontrol ediyorlardı. Mimiksiz, donuk ve şapşal ifadelilerdi. Kızların sinemada- tek taraflı da olsa- tanıştığı içine kapalı, iletişim çabası olmayan, asosyal, yabani, yalnız ve bu yalnızlığını hiçbir zaman romantize etmeyecek adam, yalnız adam; salonda hep duran bir heykelmiş gibi televizyonu açmış, izliyo…

“…vusturya’nın Almanya sınırında yaşayan bir babanın, eve kitlediği iki kızına kırk bir yıl boyunca tecavüz ettiği ortaya çıktı. Adı açıklanmayan seksen yaşındaki adam, zihinsel özürlü olan iki kızını, geniş bir evin tek bir odasına kapattı. Kızlarının iletişim kurmalarına izin vermeyen adam, düzenli olarak kızlara tecavüz etti. Kızların üç yıl önce ölen anneleri…”

“Yemek hazır olur on beş dakkaya hadi geçin yavaştan softaya, hadi hadi…”

“…olay, yine Avusturya’da öz kızını yirmi dört yıl boyunca kitli tutarak ona tecavüz eden ve kızından yedi çocuğu olan Josef Fritzl’i hatırlatt…”

“Aşkıım, Kenaan yardım etsene sofraya hadi bak…”,

“…İran’da tecavüz suçundan idama çaptırılan iki kişi, halka açık alanda asılarak infaz edil…”

“Dur ay güldürme, dur çatlıycam bak. Ne salak çocukmuş o da yani, denir mi öyle? Hak etmiş, iyi yapmış Serpil ayrılmış da basmış tekmeyi.”

nan’ın başkenti Beyrut’ta meydana gelen büyük bir patlamada, ilk belirlemelere göre birlikte altı kişi öldü. Patlamada Eski bakan Muhammed Şettah’ın da aralarında bulunduğu altı kişi hayatını kaybetti, yetmişten fazla kişi de yarala…”

Melis’in kız arkadaşları hala telefonlarına saplanmış, kişisel teşhir araçlarını kontrol ediyorlardı. Mimiksiz, donuk ve her zamankinden daha şapşal ifadelilerdi. Etrafta olup bitenden bihaberlerdi, öyle ki, televizyonun sesi bile kendini duyurmakta kesilecek tavuk kadar acizdi. Nihayetinde, içlerinden biri kafasını kaldırmadan makinevari bir tonla konuştu:

“Bizim koyun millete müstahak valla Tayyip yani. E siz koyun olursanız bi çoban olur başınızda di mi? Koyun olmayın siz de…”

Taha kıza baktı ve “ne ironi ama” diye içinden geçirdi ama ağzından çıkan “haklısın” olabilmişti kızla ilişkiye girebilme iht.., s.kebilme ihtimali adına.

“…şiddetli yağış ve fırtınadan etkilenen Gazze’de birçok ev oturulamayacak hale geldi…”

“Bakıyosun yani hiç… Koyun olmasınlar. Ben gezideydim mesela ne biliim…”

“…nezuela’da hazırlanan bir raporda, veri olarak cinayetlerle ilgili haberler, kurbanlar üzerine yapılan anketler ve resmi yetkililerin açıklamaları alındı. Venezuela’da bu yıl içerisinde yirmi dört bin yedi yüz altmış üç kişinin cinayete kurban gittiği bildirild…”

Sofraya oturuldu. Çeyrek saat boyunca tabaklara sürten çatal bıçak sesleri kulakları kâğıt kesiğiyle dold…

“…evinde kadınları hapsetmek ve seks kölesi olarak kullanmaktan suçlu bulunmasının yanında altı kadından ikisinin de ölümüne neden olmaktan idamla cezalandırıldı. Tüyler ürperten olayda ad…”

‘‘Siz şeyi biliyo musunuz? Bu… bu Can Aksoy olayını hani.”

“…rejiminin abluka altında tuttuğu Yermuk Mülteci Kampı’nda, açlıktan ölenlerin sayısı kırk dörde ulaştı. Açlıktan kedi eti yemek zorunda kalan yedi kişilik Filistinli aile zehirlen…”

“Ay hiç anlatma ben kötü olurum.”

“Ne o ya? Ben duymadım, neymiş?”

“Boş ver Erdem duyma zaten. Tavuk isteyen var mı daha koyabilirim bak.”

…on bir milyon kara hayvanı gıda amaçlı olarak yetiştirildi ve öldürül…

Tamam. Yemekten sonra şeyapın ama merak ettim.

Bana koysana biraz daha Melis sana zahmet ama… Ben anlatırım Erdem de, psikopatın biri yani o kadar. Daha dencek bişey yok.

“…tanbul’da evine temizliğe gelen kız çocuğuna yaklaşık yedi yıldır istismar ettiği ve sonra tecavüzde bulunduğu savıyla yargılanan seksen yedi ya…”

Kenan yüzünde yapmacık ama başarılı duran bir tebessümle yalnız adama baktı,
“Abi televizyonu kapar mısın ya? Ya da dur şeyi açsana Star’ı Yetenek Sizsiniz olcak o dursun arkada bari.” diyerek ricasını sundu.

“ …Nyamaboko bir ve Nyamaboko iki köylerindeki saldırıda yaşamını yitirenlerden büyük bir kısmının palalar ve bıçaklarla öldürüldüğü öğrenildi…”

Yalnız adam kumandayı aradı, buldu ve Kenan’a verdi.
“Şeyi ben bilmiyorum Star kaçta? Sen açsana…”

“… razdan duyuracağım haber, hassas olan ya da olmayan, rahatsızlığı da olan ya da olmayan çoğu insan için uygun değil…”

“Bu… Bu hangi kanal ya? Ne saçma böyle yayın mı olur? Felaket tellalcısı gibi her şeyi sıralıyo falan… Sunucu da bi garip hangi kanal bu abi sen açmıştın galiba?”

“Açtığımda bu vardı.” dedi yalnız adam.

“Kurgudayız Kenan, önemi var mı?”

“Efendim Melis? Anlamadım aşkım?”

“Şeye baksanıza bi ara millet… Bizim tezgâha, su doluyo durup dururken üstünde, belki bulurusunuz neden oluyo diye.” dedi Melis yüzündeki naif tebessümle.

“Üç evetle uğurluyoruz seni…” Acun’un s.kik sesiyle yalnız adam dalgınlığından uyandı, müsaade istedi ve tuvalete gitti. Klozet kapağını kaldırıp kustu. Kusmuk kokusunu soluyunca daha çok kustu. Yeşile çalan kırmızımsı eserine baktı, ısırgan otu çorbasına rendelenmiş beyin gibiydi. Sifonu çekti, kusmuğun gidişini izledi ve lavaboda ağzını çalkalayıp aynaya hiç bakmadan tuvaletten çıktı. Salona girerken gözü portmantonun kenarındaki Erdem’in hediyesi levyeye takıldı. Eline aldı, salona girecekken geri döndü ve yerine bırakt…

***

Erdem’in boğazından çıkan kan, insanlığı boğmak ister gibi fışkırdı etrafa, duvarları, masayı renklendirdi. Kenan’ın kafasından akan koyu kan, ahmak kızların cesetlerini örtecek kadar doldurmuştu etrafı. Melis çığlığına fırsat verilmeden ağzından vuruldu. Dağılmış, kırılmış, parçalanmış kanlı dişleri vişne çekirdeği gibiydi. Taha’nın parmaksız eli parçalandı. Kıvranırken gözünden isabet aldı, o an için gözündeki sıvıların kaynadığını hissetti, devrildi. Erdeminki ve Erdem’in arkadaşı adam üst üste yığılmış yekpareydiler. İkisi de göğüslerinden ve bacaklarından vurulmuşlardı. Kokudan kanın cıvık ve yapışkan olduğu anlaşılabi… Evin kedisi- artık özgür kedi- geldi ve eski sahiplerinin cesetleriyle eğlend… Yalnız adam doğruldu, belini kütürdetti, portmantonun kenarından levyeyi tekrar aldı ve bu sefer geri bırakmadı. Kapıdan çıkarken duyduğu son ses…

“Üç evetle uğurluyoruz seni…”

Dışarı çıktığında hava kararmak üzere değildi fakat dolgun, yoğun bulutlar güneşi kesmişti. Lekesiz, daha beyaz olamayacak bulutlar, mahpusluğumuzu bize gösterir gibi yere çok yakındı ve… Yalnız adam elindeki levyeyle sokak boyunca park etmiş arabaların camlarını tuz buz etmeye başladı. Yüz hatları keskin, kendinden emin görünüyordu. Duvarda bir stencil gördü. Anarşistçilik oynayan, hippivari giyinmiş, saçları boyalı kentsoylu bir yeni yetmenin aptallığının kanıtıydı duvardaki. Levyeyi kavradı, arabanın üstüne çıkıp ön camını parçaladı. Araba alarmları dağınık ritimlerle çalıyor, aynı melodinin biçimsiz armonisi oluşuyordu. Camları patlatmaya devam ederken bozuk armoninin içine polis ve ambulans sirenlerinin de girdiğini işitti. Hayır, hayır… O gerçek bir anarşistti, bir anarşist olmayarak, kavramlara tabi olmayarak. Kısıt istemezdi, bağırdı. Levyeyi fırlattı. Merhamet, iyi, kötü, hak, yanlış, adalet… Hepsinin gülünçlüğünü, çocukçalığını kalbinde hissetti ve hissetmedi. İnce bir çığlık savurdu. İnsana dair her şeyi, tüm kavramları, nesneleri, varoluşu reddetm… Dâhil olmanın her türlüsünden nefret eden bitaraf bedeni… Kustu, kanlı kusmuğu üzerine ve yerlere akıttı. İfadeüstü, kavramüstü bir ruhla parçalanmış camı aldı ve boğazını deşti, yardı. Yere yığıldığında umduğu tek şey yok olabilmekti.

***

Bir otoban kenarındaki lüks sitenin sıradan bir dairesinde bir dolu ölü beden yığılmış, mutfak tezgâhından su içen kediyi insan kanı kokusuna aşina kılmıştı.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *