Tüm gece boyu esecek olan şiddetli rüzgar trabzanları iyiden iyiye gevşetecek ve dünya üzerindeki her şeyin ve herkesin kaderini değiştirecekti.
* * *
Seçilmişlerin bu yılki toplantısı Altay Dağları’nda yapılacaktı. Her sene toplantı tarihinden tam 3 ay önce o yılın toplantısına ev sahipliği yapacak olan üye bir buluşma yeri belirler ve bu buluşma yerini örgüte has yöntemler ile diğerlerine iletirdi. Bu yılki ev sahibi Lev İvanoviç Davidov buluşma yeri haberini televizyondan vermeyi uygun görmüştü. Aynı zamanda Rusya İçişleri Bakanı da olan Lev İvanoviç Davidov diğerlerine bir mektup göndererek, üyelerden 7 Nisan akşamı katılacağı bir canlı yayın programını izlemelerini istemiş, programda yaptığı konuşmalar esnasında dünya üzerinde yalnızca dört kişinin anlayabileceği şifreli bir dille o seneki toplantı yerini bildirmişti.
Seçilmişler yöntemlerine ve koydukları kurallara sıkı sıkıya bağlıydılar. Asla esneklik göstermedikleri bir tüzükleri vardı ve tüm adımlarını bu tüzüğe göre atıyorlardı. Karar verilmesi gerektiğinde oy çokluğu değil oy birliği olması kesin bir gereklilikti. Ünvanı ve konumu her ne olursa olsun üye olmayan kimse toplantılara katılamaz, katılmak şöyle dursun toplantılardan haberdar dahi olamazdı. Olmamalıydı. Kimse ama kimse üyelerin gerçek kişiliklerini öğrenmemeliydi. Tüm bunlar için ise örgüt gizli kalmalıydı. Seçilmişlerden kimsenin haberi olamazdı. Ancak durumlar hep değişir, olmaz denilen olur, korkulan daima başa gelirdi. Bu insanın eksikliğinden midir yoksa dünyanın mizah anlayışından mı bilinmez ama bu seneki toplantı tüm üyeler için bir ilki doğuracaktı. Oturumlar bu güne dek üyelerin ulaştıkları yeni bilgileri takas ettikleri buluşmalar olarak devam etmişti. Fakat Albay’ın trajik ölümü ile bu durum değişmişti. Tüzük gereği Seçilmişler altıdan az olamazdı ve dolayısı ile yeni bir üyeye ihtiyaç vardı. Bunun da tek yolu diğer beş üyenin bilmediği şeyleri bilen birinin ortaya çıkması idi.
Seçilmiş olmaya aday olacak olan kişiyi belirlemek zahmetli ve dikkat gerektiren bir süreçti. Ne var ki üyelerin gerçek hayattaki konumları bu süreci kolaylaştırmada hatrı sayılır bir yer tutuyordu. Çok titiz hareket edilmeliydi. Yanlış atılacak tek adım örgütün sonunu getirirdi. Süreç nihayet bulduğunda ellerinde bir isim olmalıydı. Sürecin en kolay kısmı nasıl Seçilmiş olunacağı konusuydu. Toplantıya katılan adayın anlattıkları yeteri kadar karanlığı aydınlatıyorsa aday üye olarak kabul edilir ve artık bir Seçilmiş olurdu. Buna karşın anlattıkları zaten aydınlık olan bölgelere denk gelirse, gördüğü son yüzler Seçilmişlerin yüzleri olurdu. Lafı çok uzatmaya gerek yok. Söz konusu gizemli oluşum ile ilgili birçok ritüel ve efsane var ama bu kadarını bilmeniz şimdilik yeterli. Asıl hikayeyi Seçilmiş Altılılar’a üye olmak üzere toplantıda bulunan ve acayip biri olduğu mimiklerinden hareketlerine kadar her halinden belli olan Badhiris Grepolos isimli adamdan dinleyeceğiz.
* * *
Gece yarısına bir saat kadar bir süre kala herkes Altay Dağları’nda belirlenen noktada, durması gereken yerdeydi. Seçilmişler gölgeler altında yan yana oturmaktaydılar. Badhiris Grepolos ise yüzlerini göremediği bu beş silüetin karşısında, ay ışığı altında parlayan büyükçe bir kayanın üzerinde duruyordu. Toplantının açılış konuşmasını her zaman olduğu gibi Timer yaptı:
“İsmimden fazlasını söylemeyeceğim sana çünkü zaten yeterince tanıyorsun beni. Sadece henüz bunun farkında değilsin. Benim adım Timer. Dünya’nın en uzak yerlerinde bulundum. En tehlikeli sokakları, en tekinsiz mühitleri, en gizemli ibadethaneleri gördüm. Birçok tanrının ve şeytanın evinde bulundum. Çok azı ile savaştım. Daha azını mağlup ettim. Birçoğunun elinden zor kurtuldum ve istisnasız her biri ile tanıştım. Tanışma fırsatı yakalarsan, tanrıların bile kusurları olduğunu görürsün. Benim adım Timer. Seçilmiş Altılıların kurucusuyum. Dünya’da çok ama çok az insanın bildiği hikayelere vakıfım ve bu gece yeni bir tanesini dinleyeceğimi umut ediyorum.”
Timer’in konuşmasını bitirme şekli Karabatak’a pek bir enteresan görünmüştü. Hafifçe gülümseyerek yanında oturan Slav’a doğru eğildi ve fısıldar bir tonda “Umutmuş! Bazen Timer’in ifade biçimleri ya da kelime seçimleri beni hayal kırıklığına uğratıyor. Umut dediğin şey defolu bir üründen fazlası değildir! Üstelik son derece de rezil bir müşteri hizmetlerine sahiptir.” dedi. Slav pek oralı olmadı. Karabatak’a cevap vermek yerine Badhiris’e yöneltti cümlelerini. “Örgüt asla altı kişiden az olamaz. Albay’ın yeri doldurulmalı. Bunun da tek bir yolu olduğunu biliyorsun. Sen Badhiris Grepolos, bize dünyanın saklı kalmış bir yanını verebilecek misin bu gece?”
Şimdi tüm gözler Badhiris Grepolos üzerinde idi. “Elbette vereceğim Slav. Hatta anlattıklarım bittiğinde daha fazlasına sahip olduğunuzu da göreceksiniz. Ancak öncelikle Karabatak ile aynı fikirde olduğumu söylemeliyim. Umut ve heves bu dünyadaki en tehlikeli ve en lüzumsuz duygulardır. Hatta bunların şeytani duygular olduğunu bile düşünürüm bazen.” Badhiris şimdi karşısında duran beş kişinin ne kadar huzursuz olduklarını onları görmeye gerek kalmadan da anlayabiliyordu. Karşısında duran gölgelerde bir karmaşa başlamıştı. Lev İvanoviç hızlıca, toplantıyı bitirip, Adamı da uçurumdan aşağı atmayı bile teklif etmişti o esnada. Kim, nasıl olur da seçilmişlerin yalnızca toplantılarda kullandıkları kod adları hakkında bilgi sahibi olabilirdi? Ortam şimdi tam olarak Badhiris Grepolos’un istediği kıvama gelmişti. Konuşmasına devam etti.
“Dünya üzerinde öyle garip yerler vardır ki, oralara asla gitmek istemezsiniz. Açılmaması gereken kapılar, göz göze gelinmemesi gereken yaratıklar ve hatta söylenmemesi gereken isimler… Korku ademoğlunun tek gerçeğidir ve onu yalnızca merak alt edebilir. Yine de bazı topraklara asla ayak basılmamalıdır. Bana katılmıyorsanız, bu söylediklerimi birer deli saçmasından, hurafeden ya da rivayetten sayıyorsanız, henüz Thule Şehrinin hikayesinden haberiniz yok demektir.”
Timer, Karabatak, Lev İvanoviç Davidov, Alione, Slav birbirlerine baktılar. İşte bu çok ilginçti. Karşılarında durmakta olan bu esrarengiz adam kesinlikle daha önce hiç duymadıkları bir hikaye anlatacaktı. İştahı kabaran seçilmişler şimdi pür dikkat Badhiris’in anlattıklarına kulak kesilmişti. “Şaşkın, heyecanlı ve biraz da kızgın olduğunuzu biliyorum. Bu yüzden size öncelikle biraz kendimden bahsetmek isterim. Ben bilgi ile beslenen biriyim. Bunu mecazi anlamda söylemediğimi bilmelisiniz. Yemek yemeden yaşayabilirim, ancak öğrenmeden asla. Daha iyi kavrayın diye durumu abartmıyorum. Söylediğim her şeyi çok ciddi almalısınız. Alt metinleri sevmem. Öğrendiğim her şey bana biraz daha yaşamak için sebep verir. Öğrenilen her yeni bilgi, alıp verilen bir nefestir benim için. Bu nedenle de kimsenin bilmediği şeyler bilir, kimsenin konusunu açmaya dahi cesaret edemeyeceği şeylerden bahsedebilirim. Korkusuz bir adam olduğum sonucunu çıkarmamalısınız. Aksine korkak bir adam bile sayılabilirim. Ama bilmek isteği ve merak duygusu bir zorunluluk halidir bende. İşte size anlatacağım bu hikayeyi de bir tren vagonunda, anlattıklarının ne anlama geldiğini benim bildiğim ama kendisinin bilmediği Venedikli bir adamdan öğrendim. Aslını isterseniz bu hikayeyi sizinle paylaşmak niyetinde ve isteğinde değildim. Sizi de bu lanete ortak etmek istemezdim ancak sizin bildiklerinizi benim de bilebilmemin tek yolu bu ne yazık ki. Görüyorsunuz ya, beni seçtiğinizi düşünmeniz ile ilgili bir problemim yok ancak durumun tam tersi olduğunu da anlıyorsunuz diye tahmin ediyorum.” Karabatak o esnada adamdaki şeyin kibir mi yoksa özgüven mi olduğunu düşündü. Badhiris konuşmaya devam etti.
“ Bu arada kibir dünyadaki en büyük günahlardan biridir. Kibirli biri olduğumu düşünmenizi istemem! Az sonra sürekli cebinizde taşıdığınız ancak farkında olmadığınız bir laneti fark edeceksiniz. Size gerçeğin ta kendisi olan bir hikaye anlatacağım bu gece. Ne yazık ki bunu yaparken de söylememeniz, aklınızdan dahi geçirmemeniz gereken bir ismi kazıyacağım zihninize: “Thule”. Beni şu anda susturabilirsiniz ya da öldürebilirsiniz. Aksi halde bu noktadan sonra geri dönüş olmadığını bilmeniz gerekir. Bir kere bu şehrin hikayesini dinleyen, bir kere bu şehrin simgelediği şeyin farkına varan, daimi bir huzursuzluk hali ile cezalandırılır.”
Binbir zebellah ile karşılaşmış, Cinler aleminde dolaşmış ve korkunun en ağır halinin tebessüm yarattığı diyarlarda bulunmuş olan Timer için bunlar boş laftı. Ancak Badhiris’in lafını kesmedi.
“Rivayet odur ki, Thule şehri dünyanın en kuzeyinde yer alır ve her nerede yaşarsanız yaşayın gidilebilecek en yakın yer orasıdır. “Ne bir kara parçasıdır Thule, ne bir su altı şehri, ne bir adadır ne de bulutlar üstünde bir diyar. Orada zaman yoktur. Orada madde bulunmaz. Thule ne “vardır” denilerek kanıtlanabilir, ne de “yoktur” denilerek yok sayılabilir.” der “Gerçekler” isimli kitabında Romalı Filozof Varro. Ve “Oraya gitmeye yalnızca bir tanrının gücü yetebilir çünkü orası tanrılar diyarıdır. Ölümlü biri için bu şehrin ismi bile dalgalı denizler kadar hırçın, en azımasız girdaplar kadar güçlü hezeyanlar yaratır kişinin zihninde. ” diye de ekler.” Badhiris bir süre duraksadı ve etrafındaki sessizliği dinledi. Sonra gölgelere doğru bakarak “Hala konuştuğuma göre haberdar olmadığınız diyarlara götürmüş olmalıyım sizi. Açıkçası Timer’in giriş konuşması beni biraz korkutmuştu. Tüm tanrılar ile tanıştığını iddia eden bir adamın nasıl olur da Thule Şehrinden haberi olmazdı ki! Bilmediğin şeylere müteşekkirim.” dedi. Timer huzursuzca kıprandı oturduğu yerde. Tam cevap verecekti ki, o saniyeye kadar sessizliğini koruyan Alione “Badhiris Grepolos, ya da belki gerçek isminle Bahadır Ağırman..! Sizi buraya tahminlerde bulunun, çıkarımlar yapın ya da hakkımızda sahip olduğunuz bilgileri paylaşın diye çağırmadık. Kaldı ki bizi kontrol etmeye yönelik bu çıkışlarınız sağlığınıza epey zararlı. Lütfen anlatmanız gerekeniz anlatın.” diyerek Timer’i rahatlattğı gibi Badhiris’i de tedirgin etmeyi başardı. Badhiris karşısındaki adamların kendisi hakkında daha ne kadar bilgi sahibi olduğunu düşündü ve huzursuz oldu. Sonuçta bu kayanın üzerinde durmasına varacak olan süreci ince ince işlemiş ve seçilen sıfatı altında aslında seçen olmuştu. Ya da öyle olduğunu düşünüyordu. Düşüncelerde boğulmak ona fayda sağlamayacaktı, bunu biliyordu. Bir şey söylemeden anlatmaya devam etti. “Efsanelerde Thule şehrinin varlığı dünya tarihi kadar eski olarak anlatıla gelse de şehre ait ilk yazılı hikayeler MS 3. yüzyılın başlarına tekabül eder. Birçok seyyah, gezgin, maceraperest Thule şehrini ararken okyanuslarda kaybolmuştur. Niceleri bu gizin peşinde donarak canından olmuş, niceleri çevresindeki insanlara bu şehirden bahsederek onların da lanetlenmesine sebep olmuştur. Bilinen Thule’un hikayesi Zeus ile başlar. Kentin yarasalar tarafından korunduğu ve simgesinin yarasa olduğuna dair söylentiler de Zeus ile ilgilidir aslında. Bu bölümde söz konusu mite biraz değinmek yerinde olacaktır.”
“Kadim Dönem Tanrılarının arzu ettikleri kadınlara yaklaşabilmek adına form değiştirdiği hikayeler hepimizin malumudur. Bu tanrılar içerisinde konudaki en sabıkalı ismin de Zeus olduğu düşünülebilir, ki bu son derece makul olurdu. Bahse konu hikaye yine Zeus’un form değiştirmesi ile ilgili ancak doğrusunu isterseniz bu kez durum biraz farklı. Zeus binlerce yıldır Thule’a girmenin yolunu arayıp durmaktaydı. Şehir hakkında dillenen efsaneler bir tanrı için bile oldukça cezbedici idi. Anlatılarda Thule Şehrine yalnızca tanrıların gidebildiğinden ve her tanrının birgün mutlaka orada olacağından bahsedilirdi. Thule Şehrine gidip geri dönmeyi başarabilen tanrıların ise insanların kendilerine sonsuz ibadeti ile ödüllendirileceği inancı tanrılar arasında oldukça revaçtaydı. Zeus da sonsuzluğu istiyor ve bunun için dünyanın dört bir yanında şehri arıyordu. Geçen binlerce yılın ardından şehre gitmenin bir yolunu nihayet bulabilmişti Zeus. Günümüzde Antalya’da bulunan ve Karain olarak isimlendirilen bir mağaradaki yaklaşık 30 cm’lik bir oyuğun Thule şehrine açıldığını öğrenen Zeus kendisini hemen bir yarasaya çevirir ve oyuktan geçerek şehre girer. Ancak oyuktan geçmesinin ardından geçen yüz sene içerisinde Zeus tamamen unutulur. Hem Zeus, Hem de babalarını arayan tüm tanrılar unutulmaya başlar. Zeus’un sonsuzluk arayışı bir tanrı neslinin sonunu getirmiş, ancak insanoğlu başka tanrılar ile kadim tanrılardan doğan boşluğu doldurmakta gecikmemişti. Belli ki Zeus ya da diğer adı ile Jüpiter ya da Şimşeklerin Efendisi… Thule’dan çıkmayı başaramamıştı. Ancak hikaye tam da burada oldukça ilginç bir hal alıyor. Rivayet odur ki, Zeus şehirden çıkamamış, ancak şehirle ilgili tüm detayları anlatan bir kitabı dışarıdaki dünyaya ulaştırmayı başarmıştır. Zeus’un gönderdiği kitabın yüzyıllar boyu dünyanın bir o köşesinden bir bu köşesine dolanmış, korsanlardan, gezginlere, krallardan, bilim insanlarına kadar birçok insanın eline geçmiş olduğu anlatılır. Ayrıca kitaba sahip olduğu söylenen insanların istisnasız her birinin gizemli ölümler ile dünyaya veda etmiş olmasının yanında kitabın her seferinde dünyanın başka bir köşesinden çıktığı da iddia edilir. Son 150 yıldır bununla ilgili herhangi bir hikaye duyulmuş değildi. En yeni hikaye kitabın Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in elinde olduğudur, ki Sultan’ın da akıbeti malumunuzdur. İşte herkes tarafından bilinmeyen, yalnızca çok az araştırmacının vakıf olduğu bu mitin bir mit değil, rivayet değil, gerçekliğin ta kendisi olduğunu da anlamak için bildiklerimi bilmeniz ve bana inanmanız gerekir. Şimdiye kadar anlattığım her şey size şimdi anlatacağım hikaye ile ilgiliydi. Lütfen sözlerime kulak verin. Size Celiano Paladros’un hikayesini anlatacağım.
* * *
“Takvimler 4 Mart 2016’yı gösteriyordu. Sabah yedi civarıydı ve hava son bir haftadır olduğu gibi beklenmedik bir şekilde güzeldi. Venedik’in simgesi Canal Grande içerisinde bir gondol ağır ağır ilerliyordu. Provino, Patricilere ait iki yüzden fazla mermer saraya ev sahipliği yapan, belki de dünyanın en güzel caddesinde, kesinlikle dünyanın en güzel olmayan sesi ile şarkılar söylüyordu. Ne var ki adam, S. Maria del Giglio iskelesinin karşısındaki ünlü Palazzo Dario’nun önüne geldiğinde gondolu durdurdu. Şimdilerde Celiano Dario’ya, yani herkesin tanıdığı ismi ile Paladros’a ait olan bu 13. yüzyıl Gotik Dönem sarayı, on yedi nesil boyunca Venedik’in en ünlü ailelerinden Dario’lara ev sahipliği yapmıştı ve Celiano bunların sonuncusu olacaktı. Çünkü ne evlenmeye, çocuk sahibi olmaya niyeti vardı ne de sahip olduğu uzak, yakın bir akrabası. Orada neden durduğu bilinmez, Palazzo Dario’nun önünde şarkı söylemeye devam ediyordu Provino. Ortalamanın altındaki bu sese daha fazla kayıtsız kalamadı Paladros. Münasebetsiz bir provino tarafından uyanmaya zorlanmıştı. Doğum gününe yaptığı başlangıç için hızlıca bir kızgınlık geçti içinden. Gözlerini araladı ve dışarıdan odasına doğru hücum eden şarkıya aldırış etmiyormuşçasına bir süre tavanı seyretti. Yatağında doğrularak gözlerini ovuşturdu ve sonra da her sabah yaptığı gibi orta parmaklarının yardımı ile gözlerindeki çapakları temizledi. Ve yine her sabah yaptığı gibi yatağın sınırlarından dışarıya doğru uzattığı ellerini yere ufaladı. Her gün temizlenmese, yatağının yanında çapaktan oluşan ufak bir halı meydana gelmesi işten bile değildi. Venedik camiasında zarafet ve sanat dendiğinde akla gelen ilk kişi olmasına rağmen, Paladros’un tüm bu ününe tezat oluşturabilecek huylarından yalnızca biriydi bu. İlginç bir adamdı Celiano Dario Paladros. Yaptıkları ve yapamadıkları ile, düşündükleri ve düşünemedikleri ile, hissettikleri ve hissedemedikleri ile kimseye benzemiyordu. Provino hala bağırıyordu!
Paladros son bir kez esneyerek doğruldu ve yatağın sol tarafına doğru kayarak oturdu. Ayakları ile terliklerini aradı. Yüz bin kere lanet olsun dedi. Terlikleri diğer taraftaydı. Her sabah nasıl oluyor da terlikleri diğer tarafta olabiliyordu? Bir kilidi açacağı zaman da hep son anahtarda açılırdı kilit. Hızlıca düşündüğü bu çıkmazdan sonra bir yüz bin lanet daha okudu. Kendi etrafında bir tur attı ve hızlıca yatağın diğer tarafına geçti. Terlikleri oradaydı. 32. yaş gününde kulaklarını tırmalama cüretini gösteren adamı görmek için pencereye yönelmişti ki sesin kesildiğini fark etti. Pencereden dışarıya baktı. Yaklaşık yirmi kadar gondol vardı dışarıda. Provinoların hangisinin sesi daha kötüydü anlamaya çalıştı ama bunun bir faydasının olmayacağını anladı. Birkaç kallavi küfür salladı içinden saatine bakarken. O zamana kadar yapılmış en güzel tabloların, heykel büstlerinin, Roma Dönemi torsolarının ve eşsiz güzellikteki yüzlerce eşyanın arasından zemin kata kadar indi. Evi dünyanın en meşhur müzelerinden dahi çok esere ev sahipliği yaptığından ve daha da önemlisi eşyalarına kimsenin dokunmasından hoşlanmadığından yanında hiç sürekli çalışanı olmayan Paladros, gelmiş geçmiş tüm Dario’lar arasında kuvvetle muhtemel kendi kahvaltısını hazırlayan tek adamdı. Temizlik işlerini de kendi halletmek isterdi ancak bunun için yeterli zamanının olmamasından dolayı bu işi her gün otuz dakikayı aşmamak suretiyle bir temizlikçiye yaptırıyordu. Elinde olmadan Paladros’u zapt eden bu eşya sevgisi, onun temizlikçiler arasında pek de sevilmeyen bir adam olmasına yol açmıştı. Öyle ki, kendi temizliğini yapmamasına mazeret olarak dillendirdiği zaman kıtlığına rağmen, temizlikçiler işlerini yaparken bir dakika başlarından ayrılmıyor, garip ve akıl almaz bir biçimde temizlikçilerden eşyaları dokunmadan temizlemelerini istiyordu. Bir senede evinde on yedi farklı temizlikçi çalışmış, ödediği dolgun ücreti ancak iki katına çıkararak on sekizinciyi bulabilmişti ki onun da kaçması yakındı.
Eski uygarlıklara duyduğu bağlılık, her şeyi ilk gören, ilk tadan, onlara ilk dokunan olmak arzusundan ileri geliyordu. Başka birisinin nazarının değdiği tarihi eser, tablo, heykel, yemek ve bilimum keyif verici şeyden zevk alamayan Paladros, öyle ki kendisini düşleyen sosyete kadınlarına bile aldırış etmiyor, aksine, birçok erkeğin düşlerini süsleyecek güzellikteki kadınlara ağız büküyor, onlara boş ve acıyan gözlerle bakıyordu. O kadınların Paladros için bilmem kaçıncı sahibinin duvarında asılı olan bir tablodan farkı yoktu.
Sizlere konu ile alakası olmayan ancak Dario’lar ile ilgili de çok sevdiğim ufak bir anektod anlatmak istiyorum müsaadenizle. Dario ailesine mensup insanlara neden Paladros isminin eklendiğinin hikayesidir bu. Dario’ların Paladros ismini alması 1500’lü yıllara dayanır. Osmanlı İmparatorluğu’nun her yere korku saldığı o yıllarda Venedik Dükü olan Antonio Grimani, Alessandro Dario’dan sahibi olduğu Palazzo Dario’nun Türk Diplomatlara tahsis edilmesini rica etmişti. Alessandro Dario bu ricayı geri çevirmeyeceği yönünde satırlara ev sahipliği yapan mektubunu derhal Düke iletmiş ve böylece Darioların Sarayında yeni bir dönem başlamıştı. Türk diplomatları karşılama görevini de üstlenen Dario, isimleri Kadim Hamza Paşa ve Alemdar Sinan Paşa olan bu iki diplomata, kabzası yakutlarla ve değerli taşlarla bezeli, çeliğinde “Bismillahirahmanirahim” yazan birer pala hazırlattı. Bu jest ile bırakılacak ilk intiba diplomatlar ile gelecekte kurulacak ilişki için yararlı olabilirdi. Diplomatlar Venedik’e ulaştığında, Alessandro Dario tarafından karşılanacak ve Dük Antonio Grimani’ye ait bir gondol ile San Marco Meydanı’na götürülmek üzere yola çıkacaklardı. Dario rehberliğinde yapılacak Küçük bir Venedik turu sonrasında diplomatlar şereflerine düzenlenmiş olan törene katılacak ve tören bitiminde de yine Dario refakatinde Palazzo Dario’ya doğru yolculuk edeceklerdi. Törenin yapılacağı meydana gelinene kadar da her şey tam anlamı ile kusursuz ilerlemişti. Ne var ki, tören alanında diplomatlara bir suikast girişiminde bulunuldu. Venedik Dükü Grimani diplomatlara hediyelerini takdim edeceği esnada, kalabalıktan eli hançerli bir adam Kadim Hamza Bey’e doğru hızla koşmaya başladı. Bir yandan bir şeyler bağırıyor bir yandan elindeki hançeri sallayıp duruyordu. Bir anda herkes donakalmıştı. Müthiş bir sessizlik! Şoku ilk atlatan Alessandro Dario oldu. Askerlerin yetişemeyeceğini anlayan Dario, saldırgan hançerini tam Kadim Hamza Paşa’ya saplayacakken, diplomatlara hediye edilecek palalardan birini takdim edileceği minderin üzerinden alarak, hızlı bir hamle ile suikastçının hançer tuttuğu elini kesti ve palayı adamın boğazına saplayıverdi. Törende hazır bulunan İspanyol diplomatlardan biri, olayın vahametini değerlendirmek yerine Dario’nın çevikliği ve tekniği ile mest olunca “Paladros!” diye bağırıverdi. İşte o gün bugündür de İspanyol lisanında kılıç, bıçak ustası anlamına gelen bu isim Dariolar ile anılır oldu.
Paladros doğum günü sabahı küçük bir gezinti yapmak üzere bir kale kadar güvenli sarayının, Canal Grande’ye açılan kapısından dışarıya adım attığında Saat sabahın dokuzuydu. Tam istediği gibi gondolu hazır bekliyordu. Ancak gondola bineceği esnada nasıl oldu anlayamadığı bir şekilde pantolonunun paçası iskeledeki bir ahşap parçasına takıldı. Reflekslerinin de yardımı ile son anda trabzanlara tutunmayı başardıysa da bu çırpınış onu kanala düşmekten kurtaramadı. Tutunduğunu düşündüğü trabzan da belli ki Paladros’a tutunmuştu. Üstüne üstlük bununla da yetinmeyip bir de pardesüsüne takılmış, ağırlığı ile Paladros’u dibe doğru çekmeye başlamıştı. Az sonra Paladros pardesüyü yırtarak ağırlıktan kurtulacak ve yüzeye çıkacaktı. Ancak hemen öncesinde, kanalın dibine doğru yaptığı yolculuk esnasında zeminde gördüğü kutuyu almadan değil. Üzerinde yarasa kabartması bulunan siyah bir kutuydu bu. En fazla bir kitap kadar büyüktü. Celiano Paladros kutuyu aldı, iskeleye tırmandı ve hızlıca evine girdi. Hazırlanmalıydı. Kutu mutlaka tanrıların kendisi için hazırladığı bir doğum günü hediyesi olmalıydı ve onu muhteşem bir maceranın tam göbeğine bırakacağı kesindi.”
* * *
Badhiris Grepolos’un son cümlesinden sonra başlayan suskunluğu bir yutkunma arasından ya da anlatının hazmedilmesi için verilen türde bir boşluktan fazlası olunca Timer “Sanırım anlattıklarınız burada son bulmuyor değil mi Bay Grepolos” diyerek sessizliği bozdu. Badhiris bir süre daha sessizliğe ihanet etmedi ancak sonra “Thule Şehri tanrıların mezarlığıdır Sevgili Seçilmişler. Rivayete göre eğer bir ölümlü Thule şehrini bulur ve şehrin kapısından geçmeyi başarırsa, lanet kırılır ve tüm tanrılar serbest kalır. İşte bundandır ki o şehrin adını ağzına alan ya da hikayesi ile ilgilenen tüm ölümlüler yaşayan tanrılar tarafından lanetlenmiştir. Bundan sonrasını size yalnızca Celiano Paladros anlatabilir ne yazık ki. Tabi hala yaşıyorsa!” dedi ve Altay Dağları’nın üzerinde şimşekler çakmaya başladı.
* * *
İşte böyle başladı hikaye. Tüm gece boyu esen şiddetli rüzgar trabzanları iyiden iyiye gevşetmiş ve dünya üzerindeki her şeyin ve herkesin kaderini değiştirmişti.
Öykünün girişi, girer girmez okuyanı içine çekmesi, ilginç hikayelere eşlik ettirmesi çok güzeldi.Kendimi bir anda öykünün içinde savrulurken buldum. Başta yarattığın gizemi sonuna kadar korumuşsun. Sonu da beklenmedik şekilde bitti. Kafamda deli sorular 🙂 Eline sağlık
Çok teşekkür ederim. Mutlu ettiniz beni. Eğer seçki zamanında yayınlanmış olsaydı bu ay, bu öykü seçkide yer almayacaktı. Göndermeyi düşünmüyordum. Yazdım ama arkasında duracağım kadar sevemedim. Bir olmamışlık, bir kargaşa hissettim. Ancak sonra bir anlık cesarete gönderdim öyküyü Kayıp Rıhtım’a açıkçası. Tekrar teşekkür ederim. Görüşmek üzere.
Çok teşekkür ederim. Mutlu ettiniz beni. Eğer seçki zamanında yayınlanmış olsaydı bu ay, bu öykü seçkide yer almayacaktı. Göndermeyi düşünmüyordum. Yazdım ama arkasında duracağım kadar sevemedim. Bir olmamışlık, bir kargaşa hissettim. Ancak sonra bir anlık cesarete gönderdim öyküyü Kayıp Rıhtım’a açıkçası. Tekrar teşekkür ederim. Görüşmek üzere.
Merhabalar. Öykü içinde öyküye bayılırım. Sizin öykünüz, içinde daha büyük bir öyküyü barındırıyordu. Çok beğendim. Çok da iyi yazılmış. Önsözden sonraki giriş biraz fazla açıklayıcı ama ikinci kısımdan sonra öykü tam yerine oturuyor, okuyucuyu hapsediyor. Sonu oldukça farklı bitti, devam edecek, diye fısıldıyor gibi. Öyküde gerçek mekanlar kullanılması da etkisini artırmış, farklı bir atmosfer katmış hikayeye; güzel düşünmüşsünüz. Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.
Merhaba,
Güzel ifadelerinize teşekkür ederim. Beğenmeniz beni mutlu etti. İlk kısım hakkında haklısınız sanırım. Birkaç defa daha okuyunca bana da bazı kısımlar fazla gibi göründü. Ama bilirsiniz yazan yazdıklarını genelde beğenmez zaten. Galiba insanın ve bu işin doğası bu. Sizden de bunu duymak yapıcı bir eleştiri haline getirdi söz konusu farkındalığı. Bunun haricinde, aslında bir roman üzerine çalışıyorum. Ondan bazı esintiler taşıyordu öykü. Muhakkak devam edecek ancak sanırım bir başka öykü ile değil. Bakalım Celiano’nun hikayesini bitirebilecek miyim? :)) Görüşmek üzere…
Merhaba;
Ben bir öyküden çok bir anlatı olarak okudum. Düşünce ve başlangıç çok güzeldi. Sonra dediğim gibi anlatıya döndü benim için. Bunun kötü ya da iyi diye değerlendirmesini yapmam doğru değil ama tanrılar arası konuşmalar, çekişmeler devam etseydi sanki daha güzel olurdu diye düşündüm. Ellerinize, yüreğinize sağlık.
Merhaba Nurdan Hanım,
Teşekkür ederim yorumunuza. Anlatıya döndü demenizi ben bir eleşiri olarak kabul ediyorum. Neden böyle düşündüğünüz üzerine biraz irdeleyeceğim metni. Beğenilerinizi ve beklentilerinizi belirtmenize sevindim. Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.