Öykü

Totem

Yıllar yılı kırpılıp kısaltılmış ismi, son ve baş olarak ayrılamayacak denli birbirinin aynı iki öte ucu, çukurlarında plastik şişe kapaklarının yuvarlandığı kirli taşları, dar eşikli dizi dizi konutuyla sokağı tanımlamak için kullanılabilecek en yalın sıfat sıradandı. Sanki bir ev eksiltilse ya da daha evvel var olmayan bir tanesi ansızın peydah edilse hiçbir şey değişmezdi, bir sokak köpeği gidip bir diğeri gelir, hepsine hep aynı adlarla seslenilirdi. Toplu mezarların toprağına, gözlerin yüzyıllardır değdiği antik eserlerin aşinalığına, hani olur ya, tavanaralarının yahut büyükanne sandıklarının kokusuna has bir şeyler vardı onda; rüzgarı kekre, sessizliği yankısız, geceleri mütemadiyen ışıksızdı.

İşte tam da orada, bozuk olduğu unutulacak denli uzun zamandır bozuk olan sokak lambasının hemen yanında, orada olmadığı zamanların hatırlanmadığı denli çok vakittir orada olan küçük bir dükkân göze çarpardı, bir kasap dükkânı. Öyle bir kapısından bakmakla, pencerelerini süzmekle, karşısında durup gelen gideni seyretmekle anlaşılmazdı, insan bir an anladığını sansa da dile döküp kimselere anlatamazdı ama tam da bu küçük, eski, kirli dükkân yüzünden, bu küçük, eski, sıradan sokağın yolunun hep kesiştiği, göbek bağının birlikte kesildiği bir sıradışılığı vardı.

Dükkânın bir ismi yoktu, eğer olsaydı da yalnızca “kasap” olurdu şüphesiz. Bir tabelaya, ilana ya da vitrine sahip değildi. Kilitsiz küçük kapısının altında, doğrudan kaldırıma inen iki gri basamağının üzerinde gece gündüz demeden uzun tüylü, vakur bakışlı kediler dolanır, kimi zaman da bakımlı birkaç köpeğin volta atarcasına kapının önünde gezindiği görülürdü. Tuhaftır, dükkânın sahibinin ismini, nereden geldiğini, kim olduğunu, bir ailesi olup olmadığını da bilen yoktu; bu yaşlı, uzun boylu, uzun beyaz sakallı adama yalnızca “kasap” derlerdi, dükkanına dedikleri gibi.

Sokaktaki diğer dükkânların aksine, kasap yalnızca orada oturanlara ya da yakın çevre mahallelere et satmazdı. Hemen her gün, yerlilerin oralarda daha önce hiç görmediği, görmek de istemeyeceği türden bir yabancı, bütün yabancılığını azametle üstünde taşıyarak gelir, kimseye tarif sormaksızın, başka bir yere uğramaksızın, selam vermeksizin kasap dükkânına girer, birkaç kelime bir şey konuştuktan sonra bir torbayla çıkar gider, bazen hiç geri dönmezdi. Eğer kapı aralık ya da yaz günlerindeki gibi ardına dek açıksa, görmek isteyen herkes kasabın tezgahı başında dimdik duruşunu, usta ellerinin hiç titremeden, en ufak bir hata yapmadan eti hazırlayışını, özenle paketleyip müşterisine uzatışını izleyebilirdi. Nitekim o tuhaf, neredeyse kışlık sayılabilecek siyah giysisinin içindeki siyah saçlı, koyu renk gözlü adamın geldiği gün, böyle bir yaz günüydü.

Adam sokak lambasının durduğu köşeyi dönerek iki beyaz kedinin arasından dükkânın basamaklarını çıktı, etrafındaki başka hiçbir şeye, karşıdaki evin açık penceresinin pervazına oturmuş resmini boyamakta olan küçük kıza bakmaksızın birkaç uzun adımda tezgahın önüne ulaştı.

“Her zamankinden mi?” diye sordu kasap, elindeki beyaz bezi bir kenara koyarak. Ne adamın yüzüne doğru dürüst bakmış ne de herhangi bir selamlama hareketinde bulunmuştu ama adamın böyle bir şey bekler bir hali de yoktu.

“Eğer istersen.” diye yanıtladı adam, sesi tok ve kısıktı. Cepleri ellerinde, başı dik, gözleri soğuk, tezgahın önünde öylece dikilip kasabın bıçağını eline alışını, işe koyuluşunu seyretti, sonra usulca ekledi. “İşler nasıl?”

“Yeni bir şey yok.” dedi kasap, eti kemiğinden ayırıp doğramaya başlarken. “Her şey her zaman yeni de diyebilirsin. Vaktin gelmesini bekliyorum, hepsi bu.”

“Başlayan her şey bitmeyi bekler, henüz doğmamış olanlar da beklemeyi.” diye onayladı adam, başını çevirip sağ taraftaki duvara asılı püsküllere baktı. Duvarlar boylu boyunca bu püsküllerle kaplıydı; ipler uzunlu kısalı, renkli ya da mat, tavandan aşağı sarkıyordu. İplerin uçlarında tahtadan, plastikten, çoğu da kemikten ya da topraktan, bazıları taştan yahut çeşitli madenlerden küçük figürler vardı. Çocuklar bayılırdı bu süslere, zaten yalnız onlar gerçekten bakar, dokunur, yalnız onların merakı uyanırdı. “Ne kadar zamanın kaldı dersin?”

“Hiçbir zaman bilmedim.” Kasap omuz silkti, adam uzanıp parmağının ucuyla püsküllerden birini hareket ettirdi. Kaplumbağa figürlü püskül kayarak yanındaki yılana, o da başka bir ipe çarptı, dükkânın içinde tuhaf, neredeyse kilise çanlarına benzeyen bir ses peydah oldu. “Dikkat et, bu sesten pek hoşlanmıyorlar.”

“Kimileri de onların tapınak zillerinden hoşlanmıyor.” Adam burun kıvırdı, ses hafifleyip kaybolurken bu kez diğer eliyle, bir başka figüre dokundu, ses yeniden yükselip kasabın bıçağının ritmik gürültüsünü bastırdı. “Anlamazlar elbette, hiçbir şeyi gerçekten anlamadıkları gibi. Onlara buranın bir hayvan tapınağı olduğunu söylesen güler geçerler, gerçeğin en ufak bir parçasına tahammül edemezler.”

“Bunları dillendirme.” diye uyardı kasap, eti paketlemeye koyularak. “Hayvan eti satan bir yerin bir hayvan tapınağı olduğuna inanamayacak kadar katı bir gerçeklikleri var. Yeni, katı, soğuk ve güçsüz bir gerçeklik, hayalsiz ve hatasız. Onları en çok yoran da bu işte.”

“Hiçbiri, gerçekten hiçbiri gelip sana bütün bunların anlamını sormuyor mu?” Adam inanamazlıkla onlarca, yüzlerce figürün asılı olduğu duvarları işaret etti, ifadesi küçümseyici olmakla birlikte kederliydi. “Totemlerin gücünü hissetmiyorlar mı? Buradaki etin diğerlerinden ne denli farklı olduğunu idrak edemiyorlar mı? Senin kim olduğunu merak etmiyorlar mı?”

“Hepsi bir yana, onlara buradaki etin herhangi bir insan tarafından telef edilmeden, zorlanmadan, yetiştirilmeden geldiğini söylesem delirirler.” Kasap belli belirsiz gülümsedi, paketi adama uzatıp elini hafifçe salladı, biraz ümitsizce, biraz da anlayışla. “Bu et hayvanın hayvan tapınağına ve toteme sunduğu kendi etidir desem, bir ömür kendilerine gelemezler.”

“Biri hariç, elbette.” Adam paketi aldı, döndü, ancak o zaman pencerede oturmuş onlara bakan küçük kızı gördü, duraksadı. “Senin hariç olduğun gibi. Sonraki hariç. Belki de, bu çocuk hariç.”

“Belki de.” Kasap beyaz bezi yeniden eline alıp tezgahı silmeye başladı, oysa ne bir damla kan sıçramıştı, ne de bir damla yağ. “Onu korkutma.”

Adam gözlerini indirdi, oysa küçük kız içeri girmeye ya da gözlerini çevirmeye hiç de niyetli değildi. Bir elinde boya kalemi, bir elinde hayvan çizimleriyle dolu boyama kitabıyla öylece durup onları gözlemeye devam etti.

“Sanırım sana gelecek.” dedi adam, kapı eşiğinde durup beyaz bir kediyi okşamak için eğilerek. “Sanırım soracak. Ve eğer sorarsa, belki de, azat olabilirsin.”

“Ancak büyüdüğünde. Ancak kendisi istediğinde.” Kasabın cevabı üzerine adam başını salladı, doğrulup kalan basamağı da indi ve sokağa çıktı, sonra da sokaktan dışarı, ardına hiç bakmaksızın. O gider gitmez, sokak eski sıradanlığına, dükkân da her zamanki ayrıksılığına geri döndü, kasap daimi sessizliğine, kız da boyamakta olduğu resmine.

Tek fark, kasabın bekleyişinin artık bir ismi olmasındaydı; isim verilen her şey gibi o da artık bir vadeye, cisme, gerçekliğe bağlıydı. Ne de olsa hiçbir şeyi beklemekle küçük bir kızı beklemek aynı şey değildi ve zamanın hiçbir yerinde, hiçbir kasap dükkânında, hiçbir kasap için aynı şey olmamıştı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for ged ged says:

    Hayvanların kendi rızalarıyla gelip etlerini tapınak olarak gördükleri bir kasaba sunmaları… Gerçekten orijinal bir konu olmuş :slight_smile: Ama totemi tam anlayamadım. İnsanlardan biri asılı olan şeylerin anlamını sorarsa kasap bir bekleyişten mi kurtulacak? Hayvanlar bu totem için mi kendilerini sunuyorlar? O kısımlar pek oturmadı bende. Bence biraz daha üstüne kafa yorup bağlantıları iyi yaparsanız ilgi çekici bir hikaye olabilir.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for ged Avatar for Melebriz