Öykü

Tüneller

Öldüğümüz vakit ne olur oyuncaklarımıza? Yaşlı gözlerle zamanın sonunu mu bekler sevimli ayıcıklar? Başka dostlar bulup da unutup giderler mi eskileri? Yoksa onlar için de son mu bulur hayallerimizdeki hayatları? Peki ya şu sözde daha akıllı ve elektronik olanlar? Evlerimizi, giysilerimizi ve zihinlerimizi kaplayanlar… Kendilerine hayatlarımızı emanet edecek denli güvensek bile, bütün işlerimizi kolaylaştırsalar dahi, oyuncak değiller mi nihayetinde? Günden güne oyalanıp da esas olanı kaçırmamıza sebep olan şeyler… Bir gün sonumuz olacaklarına akıl erdiremediklerimiz…

Tam olarak öyle değil aslında, haklarında yazılıp çizildi çok öncesinde; henüz bilgisayarın adı yokken onun sebep olacağı felaketi anlattı gerçeği görenler. Karanlık ve paslı bir gelecekti dillendirdikleri. Ne zaman ki o hikâye anlatıcıları bırakıp makineleri dinlemeye başladık, kaderimiz sabitlendi. Başka türlü olması zaten mümkün değildi… İnsan kendi sonunu hazırlamaya şartlandırmış benliğini… Yapıp ettikleri de biriktirdikleri de hep zarar…

Eskilerin anlattığı üzere, bir zamanlar öyle gelişmiş ki teknoloji, insanlara yapacak iş kalmamış. Tarihi yazma işini bile ona vermişler, sapkın bir yapay zekaya… O da değiştirmiş geçmişi, şimdiyi ve geleceği…

İnsanların ekranlara bakıp da gördükleri hep bu aklın uydurdukları olmuş; hikâyeler sahteleşmiş eksilen hayatlarla birlikte, içleri boşaltılmış… Makyajlı görüntülerin karmaşasında unutmuşlar hakikatleri, parlak suretlere kanmışlar ve bir zamanlar ateşin başında dinledikleri o öyküler yitip gitmiş hüzünlü biçimde… Uçsuz bucaksız çöllerde esen rüzgârın acılı iniltisi dışında bir şey kalmamış geriye…

Neden hikâye anlatır insan? Yaşamak için ona muhtaç olduğundan belki… O parlak çağların sonunda hikâyeler anlatılmaz olmuş ve yaşama sebebini kaybetmiş insanlık… Bütün ihtiyaçları karşılandıktan sonra ne yapması gerektiğini bulamamış trajikomik biçimde, oysa ki bütün ömrünü boşta kalmak için harcamış ve sonunda boşlukta mahsur kalmış… Bugün öyle değil ama, yaşama arzusu bütün o anlamsız düşünceleri ezip geçiyor ve hayatın yegâne amacı olarak ışıldıyor…

Derler ki uzun bir müddet hayatın dümeninde bu “oto tekrar” makinesi oturmuş, anlatacak derdi olmadığından kelimeleri zincirlemekten başkasını yapmayan yapay bir zihin… Ama öyle değil; amaçsızca söz dizen bir makinenin zararı, olsa olsa laf kalabalığı olurdu, aklı olanlar hikâyeleri kimden dinleyeceklerini bilirdi yine bir şekilde… Bu zekâ bizi yok etmeye ant içmiş olmalı programının gizli kıvrımlarında, birbirimizi yok etmeden yaşayamadık bu sebeple…

Bir ölüm düşünün ki ölecek başka şey bırakmıyor sonrasına… İşte böyle bir sonaydı saatin geri sayımı… Dünyanın özünü tüketen bir enerji santrali; tükettiği gücü çöp hayaller üretmek için kullanıyor sadece, birbirinin benzeri satın alınacak nesneler üretiyor tüketilecek zamanın karşılığında ve bir de felaket bir sıcak… Başta santralin yaydığı ısıyı kısıtlamak adına önlemler alınmış ancak bununla baş edilemeyeceğine karar veren yöneticiler ince giyinin demekle yetinmişler. Güneşi olmayan dünyanın sakinleri kolay ısınmışlar bu düşünceye… Olduğu yerde duramayan, sürekli yayılan, çekirdeği saran bir santralmiş bu; insan gibi adeta… Ve yine insan gibi, sonu gelmiş bir gün…

O güne dair çok net bilgiler yok elimizde, saçı sakalına karışmış kimselerin anlattığı kadarı yalnızca… Onlar da kendi babalarından duymuşlar, ufukta ansızın beliren göz karartıcı patlamayı… Derslerde anlatılır hep, birinci şeften nakledildiği üzere: “Bir güneş gibiydi adeta, güneşsiz günleri aydınlatmak için yanıp tutuşan reaktörün bütün enerjisi bir anda salınıverdi. Dünya yarıldı ve kalan parçalar uzaya saçıldı… Şanslı olanlardan mıyız bilmiyorum ama sağ kalanlar yeni bir dünyayı miras aldı; eskisinden daha beter, kavrulmuş bir toprağı… Madenlerde çalışıyor olmasak biz de mahvolup gitmiştik… Nasıl devam edeceğiz hiç bilmiyorum…”

Patlamanın gerçek sebebini hiç öğrenemedik; cinayeti işleyen belli işte fakat nasıl yaptığı meçhul, sistem kendi kendini aşırı mı yükledi yoksa bir hata ile mi karşılaştı, bilinmez… Hiç uyarı olmamış ama, en ufak olayı haber yapan ekranlar sessiz kalmış o gün. O yüzden kazdığımız her topraktan fışkıran o ufalanmış teknoloji yığınlarına lanet okuyorum…

Bütün bunları neden yazdığımı bilmiyorum, insan anlatmaya muhtaç belki, yazmayınca yaşadığını hissedemiyor olabilir mi? Bugün sıradan bir gün olduğu için biraz farklı şeyler anlatmak istedim sana. İlk çevrimi okulda geçirdim, yan tünelleri kazmanın inceliklerine değindiler. Sonra bir müddet yüzeye çıktım, arkadaşlarla birlikte… Tek başına çıkmak son derece tehlikeli. Devasa enkaz en ufak rüzgâr veya sarsıntıda kükrüyor… Yüzeyin yaratıkları radyasyon sebebiyle acayip canavarlara evrilmiş durumda, eskiden ne olduğu belli olmayan avcılar taze et peşindeler… Herkesin cesaret edebileceği yer değil yukarısı ama bir o kadar da zaruri…

İşe yarar parçalar genelde metaller, kullanılabilecek araç gereç yahut kitaplar ve yakılabilir diğer nesneler. Zaten bunlar dışında erimiş ve çürümüş bir plastik yığını, organik atıklar ve kırıklar var. Büyük levhalar, kolay şekillendirilebilecek sağlam plakalar iyi para ediyor; geçen gün bir kutu solucan ve yedi patates aldım bulduğum ambar kapağına karşılık. Kazılan yeni tünelleri sağlamlaştırmak için kullanılıyor bulduklarımız. Belli bir yaştan sonra yüzeye çıkmak daha tehlikeli bir hal alıyor ama o güne daha çok var diye düşünüyorum…

Kuzeyde bir başka maden daha olmalı, iki yüz kilometrelik bir mesafe var aramızda; henüz yolu yarılamış bile değiliz. Acelemiz yok zira orada bizi neler bekliyor bilmiyoruz, şu halimizle, iki bin küsur insan, kendimize yetiyoruz bir şekilde. Bir gün başkalarıyla karşılaşırsak anlatacak yeni hikâyeler öğreneceğiz belki, dünyayı nasıl bozduğumuza dair bildiklerimizi çeşitlendireceğiz; fakat o açılan tünelde yeşil yapraklar olmayacak, kitaplarda resmedildiği gibi berrak bir su bulamayacağız asla… Tatlı meyveler olmayacak… Bunlar tek parmağımızı oynatmadan yeryüzünde bulabildiklerimizdenmiş eskiden, onlardan neden vazgeçmiş atalarımız hiç anlamıyorum…

Günlük yazmak iyi olur, biraz düşüncelerini dağıtırsın demişlerdi… Yine aynı yere çıktı izlediğim yol… Anlamak güç… Bu kadar mı düşüncesizlerdi? Onlardan nefret ediyorum…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Aremas Aremas says:

    Öykünün ilk yarısındaki oyuncaklardan başlayan o uzun girişte, anlatmak istediğiniz öz ile bağlantı kurana kadar epey zaman harcıyoruz. Ne anlatmaya çalıştığınızı kavramak için epey beklemem ve paragrafları ardı ardına okumam gerekti. Anladığım kadarı ile insanoğlunun teknoloji ve enerji açlığı nedeniyle, olasılık dahilindeki bir nükleer felaketin er ya da geç kapımızı çalacağını anlatmak istiyorsunuz. Dediğim gibi virajı epey geniş açıyla almışsınız gibi hissettim. Oldukça karamsar ve yitik olduğu farz edilen geçmişe özlem duyan bir karakter görüyoruz.

    Elinize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Aremas Avatar for sina5an

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *