Öykü

Tutsak

Zehra, karanlık bagajın içerisinde arkadan kablo bağıyla bağlanmış ellerini kurtarmak için durmadan çabalıyordu. Bütün çabası ellerini kurtarıp saatine bakmak içindi. Gideceği yere geç kalamazdı. Bagajın içerisinde cenin pozisyonunda bağlı bir şekilde kaldığından, arabanın her hareketini sert bir şekilde hissediyordu.

Heathrow Havalimanından çıktıktan sonra kiraladığı arabayla yola çıkamadan iki iri yapılı adam tarafından çok hızlı bir şekilde yakalanıp siyah bir arabanın bagajına tıkılmıştı. Olay o kadar hızlı yaşanmıştı ki onu hapseden adamların yüzlerine dair herhangi bir detay görememişti bile. Ama bu yaşananlar veya neden yaşandığı Zehra’nın şu an hiç umurunda değildi. Tek düşündüğü şey saatine biran önce bakabilmekti. Geç kalmamalıydı.

Zehra, çabalamayı bıraktı. İçerdeki kısıtlı hava akışından derin bir nefes çekti. Havalimanına indiği anda saatine baktığını hatırladı. Uçakta saatini Londra’ya göre ayarlamıştı. Saati 01:20’yi gösteriyordu. Bavulu olmadığı için hızlıca çıkıp pasaport kontrolünden geçti, sonra topuklu ayakkabılarının elverdiği hızla araba kiralamaya gittiği hatırladı. Maksimum 20 dakika daha geçtiği varsaydı. Adamlar tarafından hapsedildiğinde saatin 01.40 olacağını varsaydı. Daha sonra rötar yapan uçağına bilinçaltının en derin köşelerinden çıkardığı sert küfürler etti. Küfrünün üstüne araba bir tümsekten geçince, kafasının son yanını bagajın kapağına vurdu. Bu çarpışma ona odaklanması gerektiğini hatırlattı. En fazla 15 dakikadır bagajda olduğunu düşündü. Yani şu an kurtulabilirse 1 saat zamanı kaldığını anladı. Bu süre yeterli olabilirdi. Ancak araç ne yöne gidiyordu. Havalimanından çıkıp şehir merkezine doğru ilerlediği umut etmek zorundaydı.

Zehra, derin bir nefes daha aldı. Bağlarından kurtulması gerekiyordu. Gözleri karanlığa alışsa da bakış açısında kurtulmasına yardım edecek hiçbir obje yoktu. Sakince bağlı elleriyle arkasını yoklamaya başladı. Sarsıntılar içerisinde elinin ulaşabileceği her noktayı yoklamasına rağmen aradığını bulamadı. Umutsuzluk damarlarında akmaya başladığı anda aklına topuklu ayakkabıları geldi. Bir süre uğraştıktan sonra ellerini bağlayan kablo bağını ayakkabısının ince topuğuna geçirmeyi başardı. Ayakları da aynı şekilde bağlı olduğu için bunu yapmak hiç de kolay olmamıştı. Aynı anda tüm gücüyle ellerini ve ayaklarını ters yöne çekmeye başladı. Bileklerinde oluşan ağır sızıya aldanmadan tüm gücü ve yavaş yavaş artan adrenalin seviyesiyle ellerini kurtarmaya çalışıyordu. Uzun denemelerin ardından göremediği bileklerinde koyu kırmızı izler oluşmuştu. Zehra’nın yavaş yavaş salgılanan adrenalini zirveye ulaşmıştı. Bir kere daha tüm gücüyle çekmeye başladı. Ağzındaki gri banda rağmen acıdan istemsizce oluşan bağırışları duyuluyordu. Vazgeçmek üzereyken araba sert bir kasise girdiğinde bileklerindeki sızının ellerine yayılmaya başladığını hissetti. Elleri serbestti. Planının ilk aşamasını tamamlamıştı. Gözlerinden acıdan kaynaklanan yaşlar süzülüyordu. Ellerini arkadan öne çekerken omuzlarının da aynı acıyı paylaştığını anladı. Birkaç saniye dinlendikten sonra artık özgür kalan ellerini ayakkabısını almak için kullandı. Ayakkabısının topuğunu bu sefer de ayaklarında bağlara geçirdi. Yaklaşık beş dakika süren çabasının sonunda artık kısmen özgürdü. Bunca süre boyunca ağzında duran bandı çıkarmak en son aklına gelmişti.

Bagajın içinde kullanabileceği hiçbir şey yoktu. Bagajın içinden kapağını açmak da mümkün görünmüyordu. Beklemeye başladı. En sonunda araç durana kadar bir 10 dakika daha geçmişti. Araç durduktan sonra saatine baktı, 02:42 yazıyordu. Sessizlik içinde bekliyordu. Bagajın içinde dönebildiğince döndü ayaklarını kendine doğru çekti. Arabanın kapısının kapandığını duydu, gözlerini kapattı, istemsizce nefesini tuttu. Ayak seslerini takip etti ve bagajın önünde durduğunu anladı. Gözlerini açtı. Bagaj kapağı hareket etti. Kapak biraz aralandıktan sonra gecenin serin havası içeri doldu. Zehra nefesini bırakıp, yerine ciğerlerini taze havayla doldurdu ve karnına olabildiğince çektiği ayaklarını bagajın kapağına sertçe vurdu. Tak diye bir ses duydu ve bagaj tekrar kapanmadan ayağına çarptı. Ayaklarının engellediği aralıktan bir adamın yerde yattığını gördü. Diğer adam yoktu. Hızlıca bagajı açtı. Otopark benzeri bir yerdeydi. Çok az ışık vardı ve ona saldıran adamlardan biri yerdeydi. Bilinci kapalı bir şekilde yatan adamın yüzüne baktı. Bir ayakkabısının ayağında olmadığını fark etti. Diğerini de çıkartıp eline silah olarak kullanmak için aldı. Eğilmiş şekilde parmak uçlarında arabanın yanında yürümeye başladı. Sürücü tarafına yaklaşmak için düşünmeden aracın sol tarafına yöneldiğinde dikiz aynasında boynu omzuna düşmüş bir adam gördü daha da yaklaştıkça adamın boğazından tüm vücuduna yayılmış kanı gördü.  Londra’da olduğu için sürücü tarafı sağdaydı. Bilmeden diğer adamın öldüğünü gördü. Ufak bir tiksinti içinde rahatladı. Doğruldu ve arkasına bakmadan koşmaya başladı.

Yarı karanlık sokaklarda arkasına bakmadan koşuyordu. Nefes nefese kalmıştı. Durdu, saatine baktı. 02.55 yazıyordu. Sadece 5 dakikası kalmıştı ve nerede olduğunu bilmiyordu. Artık bir ümidi kalmamıştı. Yine de ilerde görünen açıklığa doğru koşmaya başladı. Ve bir mucize gerçekleşti. O koca halkayı görüyordu. London Eye karşısında duruyordu. Bir saniye durup düşündü. Waterloo Köprüsünün büyük gözün neresinde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Ve koşmaya devam etti. Saat tam olarak 03:00’a gelmişti ve bir gök gürültüsü duyuldu. Zehra gökyüzüne baktığında onu gördü. Kocaman bir daire bulutların arasından yaklaşıyordu. Uçan daireden aşağıya ince bir ışık sürüldü. Tam da Zehra’nın olması gereken yeri gösteriyordu. Çevre de ne bir insan ne de hareket halinde bir araç vardı. Hiçbir canlılık belirtisi olmayan sokakta, Zehra tüm gücüyle koşuyordu. Çorapların topukları çoktan yırtılmış, çıplak kalan kısımlarından ince ince sızan kanlar asfaltta görülmesi zor izler bırakıyordu. Köprüye geldi ve koşturuyordu. Işık köprünün diğer ucundaydı. Çok az yolu kalmıştı başarmak üzereydi. Uçak daireden sızan ışık iyice incelmeye başlamıştı.

“Buradayım! Beni bekleyin!” diye bağırıyordu. Londra’nın merkezinde inanması güç sessizliğin için de sesi sonsuz kere yankılandı. Işık en sonunda kesildi ve koca uçan daire geldiği gibi bir gürültü çıkararak yok oldu. Zehra, köprünün ucuna geldiğinde dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Ellerini gökyüzüne uzatmış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. En büyük umutları yok olmuştu ve yüzyıllarca bir daha gelmeyecekti. Uçan daire gözden kaybolduktan sonra şehir nefes almaya tekrar başlamış gibiydi. Uzaktan gelen araç sesleri içerisinde, Zehra’nın sesini duyan bir kişi vardı. Köprünün ayağında başına geçirdiği siyah kapüşonuyla donup kalmış bir adam vardı. Gözlerini gökyüzünden alamıyordu. Elinde tuttuğu sprey boya tenekesi yer düştüğünde çıkardığı ses, Zehra’nın ağlamasına karıştı. Siyah kapüşonlu adam sonunda gözlerini gökyüzünden aldı. Boyamayı bitirdiği resmine baktı. Kırmızı balonunun arkasından ellerini açmış küçük bir kız çocuğu vardı köprünün ayağında.

Burak Gülenç

1992 yılı Uşak doğumluyum. Uludağ Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümü mezunuyum. Uşak’ta Elektrik Mühendisi olarak çalışmaktayım. Matbu olarak yayınlanmamış roman ve öykü denemeleri yazmaktayım. Bir gün unvanımın mühendisten yazara dönmesini umut etmekteyim.

Join the discussion at Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *