Çevresi uzun dağlarla çevrili olan bir köy vardı. Hem halkı hem de yolu kazara oraya düşen bütün ziyaretçileri tarafından burası “Ücra Köy” olarak anılırdı. Buraya sadece insanlar değil, güneş bile nadiren uğrardı. Ücra’yı çevreleyen dağlar o kadar yüksekti ki burada gün normalden üç saat sonra başlardı, üç saat önce biterdi ve güneş haftada sadece bir defa gökyüzünde görünürdü.
Güneşin dağları aşıp Ücra’nın ufkuna ulaştığı o günlerden birinde, ansızın köyün meydanında bir gölge belirdi. Gün ortasında pencerelerine tezahür eden bu karaltıyı gören ahali evlerinden çıkarak meydana toplanmaya başladılar. İnsanlar, uzaktan bulanık bir lekeyi andıran gölgeye yaklaştıkça sanki gölge biçimleniyor, komik bir tuluma, kırmızı bir buruna ve çirkin bir makyaja dönüşüyordu.
“Palyaço, palyaço gelmiş,” diye bağırdı içlerinden birisi.
Birkaç dakika sonra bütün herkes palyaçonun çevresine toplanmıştı. Yetişkinler palyaçoyu gördüklerine ne kadar seviniyorlarsa, çocuklar o kadar çok çekiniyordu. Herkes ondan bir şeyler yapmasını istiyor, gülmek için hazırda bekliyordu. Ancak o öylece duruyor ve hiçbir şey yapmıyordu.
Kalabalıkta mırıldanmalar ve yer yer “Hadi, yap bi’ şeyler!” gibi bağrışmalar duyuluyordu. Bütün herkesin susmasıyla birlikte, Ücra’yı temsil etmek adına köyün muhtarı ileri doğru çıkarak palyaçoya seslendi:
“Hoş geldin. Rabbim yağmur yerine, bizi güldürmen için seni gönderdi herhâlde. Gördüğün gibi bu sene köyümüzü kuraklık vurdu. Sana fazla bir şey ikram edemeyiz ama yine de bizi eğlendirmeye çalış, ne olur. Toprak gibi içimiz de kurumak üzere.”
Palyaçodan ses gelmeyince muhtar devam etti:
“Sirkle birlikte misin yoksa yalnız başına mı geziyorsun?”
Palyaço yine konuşmadı.
Sinir bozucu bir hâl alan bu durum nedeniyle muhtar palyaçoya doğru ilerlemeye başladı. Birkaç adım atmıştı ki durakladı. Palyaço hareket etmemişti, hatta gözünü bile kırpmamıştı, ancak muhtar bir değişiklik sezmişti ki bunun ne olduğunu ayırt edemiyordu.
Durumun verdiği tedirginlikle palyaçoya doğru birkaç adım daha ilerledi. Muhtar ona yaklaştıkça, kırmızı ve beyazla makyajlanmış yüzüne rağmen palyaçonun yılgın ve tükenmiş gözlerle kendisine doğru bakmakta olduğunu fark etti.
Durup bir daha baktı. Tedirginlik yerini korku ve mide bulantısı karışımı melez bir hisse bırakmıştı.
Palyaçonun makyajı hayal meyal hatırladığı bir seraba dönüşmeye başlamıştı. Artık palyaçonun sadece gözleri değil, bütün yüzü bir çöküşü resmediyordu. Gözleri derinlere bakan karanlık çukurlarken, yanakları dudaklarının kenarlarına asılmış ağırlıklarmış ağırlıklardan ibaretti sanki.
Son attığı adımla birlikte palyaçonun yanına varmıştı ki gözden kaçırdığı daha mühim bir ayrıntıyı fark etti: Karşısında duran kişi bir palyaço değildi, o kendisiydi.
Muhtarın karısı, eşi sırtı kendisine dönük olduğu için onu göremiyor ama bir şeyler yanlış gittiğini hissedebiliyordu.
“Ne olmuş, ne diyo?” diye seslendi olduğu yerden.
Muhtardan ses gelmeyince, hızlı adımlarla eşinin yanına gitti. Ne zaman ki muhtarın yanına vardı ki o anda eşinin dona kalmış suratındaki dehşet ifadesini gördü ve işte o anda ilk defa dönüp palyaçoya baktı.
Gördüğü manzara karşısında muhtarın eşi bir çığlık attı. Palyaçoyu görmeyi beklerken eli belinde, kolları altın bileziklerle dolu, karnı hazımsızlık çektirebilircesine şiş, burnu havada, 32 diş sırıtan kendi görüntüsüyle karşılaşmıştı.
Muhtarın eşinin anlık bir es ile kesilen çığlığının yankısı Ücra’yı çevreleyen dağlar arasında hâlâ git gel yapmaktaydı ki kimse ne olup bittiğini anlayamadı.
Muhtar ve eşi Ücra’nın meydanında taş kesilmiş bir şekilde palyaçoya bakıyor ama palyaço onlara değil, sanki herkese bakıyordu.
Hissettikleri tedirginlik karşısında aileler çocuklarını apar topar toplayarak köyün camisine götürdüler. İmam köyün meydanında yaşananları duyar duymaz mihraba geçerek Felak ve Nas surelerini tekrar tekrar okumaya başladı.
Meydana geri dönen aileler, muhtar ve eşinin yanı sıra köyün berberi, terzisi ve iki ayyaşın daha palyaçonun çevresinde dona kaldığını görmüşlerdi ki hızla camiye geri dönerek imama durumu anlattılar.
Sahip olduğu bütün tesbihleri kuşanıp savaşa gider gibi köy meydanına gitmeye hazırlanan imam, camideki işlere yardım etmesi için yanına aldığı orta yaşlardaki, aklı yarım kalbi çocuk Eren’i çocukların yanına bıraktı ve tembihledi:
“Çocukların dışarı çıkmasına kesinlikle izin verme ve ben gelene kadar çocukların yanında kal. Tekrar tekrar Felak ve Nas oku. Sureleri nerede bulacağını biliyorsun, değil mi? Ezberden okumaya çalışma, direkt aç oku, tamam mı?”
İmamın bütün telaşı ve öğütleri karşısında Eren sadece başını yukarı ve aşağı sallıyor, böylece onu anladığını göstermek istiyordu.
Hoca’nın gitmesiyle birlikte çocuklardan birisi Eren’e sordu:
“Neden ondan korkuyorlar?”
O esnada diğer bir çocuk bağırdı:
“O benim kardeşim mi?”
Bir diğeri:
“Yalancı, bana ne kadar benzediğini görmedin mi, o benim kardeşim,” dedi.
Bağrışların artmasıyla birlikte Eren ayağa kalktı. Muhtar ve eşinin neler yaşadıklarını görmüş ve bu duruma çok üzülerek herkesten önce camiye dönmüştü. İmam onu çocukların başına koymak için bulduğu zaman ağlamaktan gözleri şişmiş ve boğazı kurumuştu. İmam ne olduğunu anlamak istemişti ama vakti yoktu. Bu nedenle hızlıca Eren’in yüzünü yıkayarak onu çocukların başına dikmişti.
Ama onu asıl kendine getiren şey çocukların soruları olmuştu. Çünkü ortada bir karışıklık olduğunu anlamıştı.
“Sanırım o hepimizin kardeşi. Bana da çok benziyodu, di mi? ”
Eren’in bu sözleri üzerine kısa bir sessizlik yaşandı. Ardından çocuklardan biri
“O zaman büyütecek ne var ki? Büyükler neden onun yanından ayrılamıyorlar?” diye sordu.
“Belki de şimdiye kadar hiç aynaya bakmamışlardır,” diye düşündü Eren ama çocuklara bir şey söylemedi.
Bu esnada Ücra ahalisinin yarısından fazlası palyaçonun etrafına dona kalmış duruyordu.
Kasap, ağzındaki çiğ tavuk parçalarını, elindeki dana kıymasına tüküren yansımasına kilitlenmiş bakarken; bakkal, ceplerine tıkıştırdığı peynir dilimleri, zeytin taneleri ve daha birçok şeyle ağırlaşmış çekenin altında ezilmiş kendini izliyordu.
Eşini komşusu ile aldatan muhtar azası, yansımasının kalbinin olması gerektiği yerdeki boşluğa dik dik bakarken; aldatıldığını bildiği halde sesini çıkartmayan eşi ise kendi elleriyle ağzını ve gözünü kapatan ikizini boğazlamak üzereymiş gibi bir halde duruyordu.
Güneş neredeyse ufka ulaşmış, batmak üzereydi. Hâlâ kimse camiye dönememişti. Bunun üstüne Eren, çocukları dışarı çıkmamalarını tembihleyerek camiden çıkıp meydana doğru gitti. Çocuklar onu caminin pencerelerinden izliyor ve peşinden gidip gitmemek için tartışıyorlardı ama Eren bunların hiçbirinin farkında değildi.
Meydana geldiği zaman, bütün köy ahalisinin meydanda durmakta olduğunu gördü. İnsan kalabalığının arasından kendi ikizini görmeyi başarınca ona doğru gitti.
Yanına geldiği zaman uzunca bir süre onu inceledi. En son ne zaman aynaya baktığını hatırlamıyordu, ancak bu gördüğü kişinin kendisine çok benzediğine emindi. Bir süre sonra Eren:
“Ben de mi bir palyaçoyum?” diye sordu.
İkizi ona bakıyordu ancak konuşmuyordu.
“Biliyom, aklım çok çalışmıyo ve bu bütün köyün hoşuna gidiyo. Beni ne zaman görseler gülüyolar. Yine palyaço olduğumu bilmiyodum. Yine de neden bu insanlar burada böyle duruyorlar? Neden sana da gülmüyorlar?”
O esnada güneşin ufku geçmesiyle birlikte Eren’in ikizi ortadan kayboldu. Bunu takiben köyün ahalisi yavaş yavaş kendine gelmeye başladı.
İlk kendine gelen muhtar olmuştu ve yanı başındaki eşini sarsarak,
“Nerede o, nereye gitti? Sen de gördün di mi ne kadar da bana benziyodu, nerede o?” diye sordu.
Muhtarın eşi karşılık veremeden başka sesler yükselmeye başladı.
“Hayır, o bana benziyordu ama… çok çirkin gülüyodu.”
Bir başkası ise ağlıyordu:
“İstemiyom, kendimi bir daha öyle bir suratla görmek istemiyom!”
…
Bu olaydan birkaç gün sonra bu yaşananlar, sadece köyü ziyarete gelen bir palyaçonun komik olmayan şakası olarak anımsanmaya başlanmıştı. Palyaçonun herkese nasıl farklı göründüğü ve ortadan nasıl birdenbire kaybolduğu, kimsenin cevabını merak etmediği sorulardı.
Eren ise ne olup bittiğini hâlâ hatırlıyor ve onu örtbas edemiyordu. Çocuklar ve kendisi en başından beri orada kendi ikizlerini görürken, yetişkinler farklı şeyler görmüşlerdi. Onlar için gördükleri şeyin birçok silueti vardı. Uzaktan bir gölge, yaklaştıkça bir palyaço ve yanına geldiklerindeyse en kötüsü diye anlattıkları kendi yüzlerini görmüşlerdi.
Eren o günden beri acaba gerçek olan hangisi diye düşünüyordu. Palyaço mu, yoksa herkese küçük dilini yutturan ikizleri mi?
Eren düşündükçe zorlanıyor, başı çatlayacakmış gibi oluyordu. En sonunda,
“Deli olmak kolay değil,” dedi kendi kendine ve devam etti:
“Ama zor da değil. En azından herkesin aksine uğraşmam gereken bir tane ben varım.”
Bunu sesli olarak söylediğini, ancak çevresindeki insanlar ona gülmeye başlayınca fark etmişti ama bunda gücenecek bir şey göremedi. Sonunda o da kendisine gülen insanlara katıldı ve bütün bu insanlara rağmen o gecede de kendisi olarak kalmayı başardı.
- Ücra’nın Palyaçoları - 1 Ağustos 2025
- Erimeyen Buz - 15 Ocak 2025
- Yapay Zekâ Tarafından Üretilmiştir - 1 Eylül 2024
- Lokman Hekim’in Son Dileği - 1 Ekim 2020
- Çipler ve Hisler - 1 Ağustos 2020
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.