Not: Bu öyküyü okumadan önce, KÜRE, Reon & Mathilda ve EZEL adlı öyküleri okumanız olay örgüsünü kavrayabilmeniz için yararlı olacaktır. |
1- Karanlığın Ayazı ve Işığın Alazı
“Ne kadar uzağa giderse gitsin kırlangıçların geri döneceklerini bilmektir hayat. İnsan bununla yaşar, değişikliğin olduğunu ama buna rağmen asıl yolculuğun geri dönüşün kendisinden ibaret olduğunu bilmektir insan olmak. İnsan olmak her solukta kendini yakmaktır, bir gün bitmeye hükümlü günlerin nihayetini itelemek ve yanmaya devam etmek için nefesi arzulamaktır. İşte bu yüzden sigara içmeyen insanlara güvenmem bayım.” dedi Madam Gretchen. Gösteri grubunun insan sağlığından anlayan tek üyesinin günde üç paket tütünü yuvarlaması değildi aslında ilginç olan; sesinin gruptaki en güzel ses olmasıydı. Reon ve Mathilda onlar ile beraber sislerden çıktıktan sonra haftalar geçirmişlerdi karnavalda. Pek çok kasabaya uğramışlardı ve insanlar vagonları ufuktan her görüşlerinde saat kaç olursa olsun örümcek bürümüş çene kasları gülümsemeden duramıyordu. Herkesin mutlu olduğunu görürken Reon karnavalın başına kızgın kalamıyordu. Yanı sıra Gretchen’in askın yüzü, sesi kadar güzel değildi. Pipo içen Reon’a sataşmadan duramıyordu. “Hepsi havaya gidiyor!” diyordu. Reon hiç bir tepki vermeden yolculukları boyunca onu dinledi ve dumanını Gretchen’in asık yüzüne üfledi. Bir gün Mathilda Gretchen’in sözünü keserek araya girdi; “Hayat her nefesinden keyif almak ise eğer, siz ikiniz ot ile kendinizi her geçen anda boğuyorsunuz.” diyiverdi. Reon’un kaşları kalkmış dudaklarını piposuna götürmeye çekinir gibiydi. Gretchen ise sadece “tsch!” demek ile yetindi ve omuz silkti. Şu uzun filtresi ile tutulan ağır kokulu sigaralardan içerdi hep. Hızla ayrılan kızın ardından külünü silkeledi.
Söylediğinden ve karşı verilmemesinden memnun kalan kız uzun adımlar ile yemek vagonuna doğru yola koyuldu, karnı deli gibi açtı. Bu sırada her zaman ortalıkta olan Tim denen oğlan ona katıldı ve sırtına hızla beş parmağını indirdi. Şaplayan ses Mathilda’nın çıkardığı minik çığlığı bastırdı ve Tim ekledi “Yaşlı cadıyı susturdun küçük bayan!” Mathilda’nın gözünden acı yüzünden yaş geliyordu. Sağ elini kaldırıp öfke ile konuşmaya başlayacaktı ki birden tüm sesler azaldı ve Mathilda kendini durmak zorunda hissetti. Sanki hava hafiflemiş zaman yavaşlamıştı. Tüm göstericiler ve kasabadan gönüllü olarak çalışmaya gelenler birbirine anlamaz ve büyük gözler ile bakarlarken ince bir ıslık sesi dört bir yanı kapladı. Sıradaki kasabanın tek gecelik gösterisi için hazırlanırken herşey çok güzeldi birkaç saniye önce. Şimdi ise hava hızla kararıyor, soğuyor ve ağırlaşıyordu. Kötü bir şeyin orada onlar ile olduğunu veya yanlarına varmak üzere olduğunu herkes kalplerinde korku ile hissederken “Ölüm böyle olmalı” diye fısıldadı Tim eli kalkmış kızı tamamen unutarak göğe bakıp git gide yükselen sesi ile yaklaşan ıslığın kaynağını görmeye çalışarak.
Sırtındaki acıyı tamamen unutan Mathilda diğerlerinin göremediği ‘şeyi’ görüyordu bulutsuz akşam üstü ışığı altında. Haftalardır uğradıkları her kasabada bir şeyler görmüştü. Yaşlı insanların ağrılarını dindirmiş, körleri ışığa kavuşturmuş, kötürümleri yürütmüştü. Diğerleri onun bir çeşit mucize olduğunu söylüyorlardı ve adı karnavaldan önde gitmeye başlamıştı bile. İnsanların başlarındaki sıkıntıyı görmek gibi bir durumu vardı. Bunu engelliyemiyordu, arada sırada mutfaktaki yemekleri aşırmak için köşeye beriye sığınmış ufak yaratıkları yada karavanların tekerlekleri arasında onlar ile yolculuk eden küçük adamları görür gibi oluyordu ama çok hızlıydılar; kolayca kaçıyorlardı görüşünden.
Görmekti onun niteliği, diğer kimsede olduğu duyulmamış ve görünüşe bakılırsa en işlevsel yetenekti. Kolunda kocaman bir kitle oluşmuş felçli bir çocuktu ilk iyileştirdiği. Madam Gretchen bile oğlanı umutsuz vaka olarak teşhislendirmişti. Mathilda onu o şekilde görmeye dayanamamış ve ağlamıştı; “Bakın ama kolunda bir gölge oturuyor,” dediğinde kimse cevap vermemişti. Kız onlara çok sinirlenmiş ve Reon’un bıçaklarından birisini alarak hasta oğlanın odasına dalmıştı. Herkes ardından korku ile odaya daldığında asite batırılmış gibi eriyip giden bıçak ve normale dönmüş koluna şaşkınca bakan pembe yüzlü sağlıklı bir çocuğun yanı sıra kendinden emin, kan ter içinde kalmış soluk soluğa bir kız vardı. “Onları görüyorum Reon!” demişti o gece sadece. Normale dönene kadar onlarca kişiyi daha iyileştirdi ancak o gece o oğlanı düzeltmek Mathilda’dan bir şeyler eksiltmişti sanki, yada öyle büyük bir yük edinmişti ki kendisi bunun altında gözlerden ırakta kalmıştı. Reon günlerce ona başta güvenmediği için kendisini hiç affademeyeceğini söylemiş kişisel işkencesi olmuştu. Aynı bir daha hiç pipo içmeyeceği o konuşmasından sonra bir daha onun hakkında şüphe duymayacaktı; asla.
Mathilda’nın kurulan çadırlar ve halkasal karavanlar arasında gördüğü şey kocaman bir kapıydı bulutsuz akşam üstü ışığı altında. En büyük çadırın yirmi metrelik direğinden çok daha yüksekte ama tüm kamp alanını içine alacak kadar genişlikteydi. Görünüşe bakılırsa ahşap hatları ile sıradan, dev bir kapı gibi görünüyordu. Islık sesi kapı deliğinden geliyordu, dişleri arasında boşluk olan insanların nefes alırken çıkardıkları ses gibi bir sesti. Öyle bir kapı deliği ki Mathilda içinden kolayca geçebilirdi. Kapı gerçekten oradaysa ve üzerilerine düşecek olur veya içinden bir ‘şey’ çıkacak olursa herkes altında kalırdı. O güne kadar Mathilda’nın görebildiği hiç bir şeyi diğer insanlar hissedememişti bile ancak bu herkesi neredeyse bayıltacak kadar ağır bir aura yayıyordu. Tim’in yılgınlıkla omuzuna tutunduğunu farkettiğinde ayakta sağlamca durabilen tek kişi olduğunu anladı. Dev gibi Reon bile karavan kapısına yaslanmış nefes almaya çalışıyordu. Mathilda nasıl bir süredir tüm hastalıkları ve belaları sadece sivri şeyler ile insanların üzerlerinden aldıysa bunu da herkesin üzerinden almalıydı. Daha önce hiç biri böylesine biçim bulmuş ve büyük değildi ama bir yolu olmak zorundaydı.
Islık durdu ve tüm sesler kesildi. Anahtar deliğine gözlerini dikmişti, herkes yere yığılıyordu ama o dimdik duruyordu. Aniden delikte bir göz belirdi, göz bebeği bir kedininki gibiydi ama daha hastalıklı ve kısıktı, sürekli haraket ediyordu. Sanki bir şey arıyordu. Mathilda’nın kalbi ağzından fırlayacakmış gibi delicesine çarpıyordu, kan çanağına dönmüş gözü gördüğü anda saçları ağarmıştı. Zımparalanmış sert tahtaya sürtülen tırnak gibi, tüm sinirleri alt üst eden incecik ve yırtık bir ses ile kapı konuştu. “Etchrador’un kızını bana verin, sefil hayatlarınızı bağışlayayım.” Öylesine dalgalı ve gürültülüydü ki tüm camlar kırıldı. Mathilda da dizlerinin üzerine çöküp kulaklarını elleri ile kapamamak için tüm iradesini kullandı, sanki sağ kulağı kanıyordu ama bunu daha sonra düzeltebilirdi. Mathilda titremesine rağmen göze doğru kesintisizce konuştu; “Duvarların ardında saklanan korkağın bizlere sefil demesi mi daha komik yoksa burada aradığının olmaması mı?” Söyledikleri kendi kulağına anlamsız geliyordu ama içinden bir ses söylenmesi gerekenlerin bunlar olduklarını söylüyordu ona. Kapının ardındaki her neyse korkuyordu, saklanıyordu, sinmişti ama birini aramaktan geri kalmıyordu. Öylesine umutsuz olmalıydı ki bu korkusuna üstün geliyordu, geri püskürtülmek için korkusu neyse bulunmalı ve kapı kapatılmalıydı. Kapının ardındaki göz Mathilda’nın üzerinde yoğunlaştı, “aaaah buradasın yerden bitme çamur, yaratıcın kadar sivri dillisin ve onun kadar safsın!” Bunu dedikten sonra kapı en yüce depremi mumla aratır şekilde zangırdamaya başladı. Binlerce yıldırım düşmüş gibiydi, kırılmadan dayanmak için elinden geleni yapıyordu kapı. Mathilda nedense kapının kendisinin canlı olduğunu düşünmeden edemedi, bir mühür gibi kapalı kalmak istiyordu. Oysa ardındaki dehşet her neyse onu açmaya çalışıyordu, içine gireceği dünyadan korkmasına rağmen Mathilda’yı daha çok istiyordu. Ama neden? Kapının üstündeki kanatlarını açmış bir kuşun çarmıha gerilmiş siluetine benzer basit bir oyma Mathilda’nın gözüne takıldı. Sembolde içini ısıtan ve güven veren bir his vardı, “Ne karanlığın ayazı nede ışığın alazı seni soldurabilir,” denmişti bir vakit ona. Kim demişti anımsamıyordu ama sesi şimdi titremiyordu, kendisi inandığı için değil yaratık buna inandığı için söyledikleri kulağa gerçek geliyordu; “Etchrador biricik kızı öldürüldüğünü duyduğunda seni sağ bırakır mı sanıyorsun? Gözünü gördüm ve adını biliyorum iblis! Adın Ribahle! Seni oraya kapattığını görebiliyorum, çıkarsan öleceğini bile bile kanımı istediğini de biliyorum. Şimdi onu çağırmadan önce defol” Üçüncü kez keskin bir sessizlik oldu. Adının bu olduğunu nereden biliyordu? Adı El-habir’in tersiydi? Bunun anlamı ne olabilir? Kafasında onlarca sorun vardı ve insanların yüzlerine bakarak isimlerini görme durumu yeni bir şey olmasa da yaptığı bu şeye kendisi de şaşırmıştı. Kapı yavaşça gözden kaybolurken anlamadığı bir dilde var olan en ağır küfürleri duydu. Anlamlarını bilmiyordu ama sadece duymak bile iliklerini dondurdu. Bu kez kullandığı sivri şey, diliydi.
2- Şehir
Reon o gece Mathilda ile beraber herkese hoşçakalını dilemişti. Reon için en zoru Ezel’e elveda demekti, kız bunu bilmese bile karşısındaki adam bir zamanlar onu sevmişti. Onlar ile beraber olmaları sadece bela demekti, gezerlerken iyilik yaptıkları onca kişiye rağmen yarardan çok zarar getiriyorlardı. Karısını iyi etmesi için aile yadigarı bir çifte tüfek ile karnavalı basan deli adamın getirdiği ceset ve vurulan Goosberg adlı işçiden başka diğer bir çok bela açmışlardı bu iyi insanların başlarına. Mathilda dev kapı ver ardındaki iblisten hiç bahsetmedi ama Reon biliyordu, onun yüzüne baktığında onu anlayabiliyordu. Mathilda Reon’a orada kalması için bir konuşma hazırlamıştı kafasında aslında ama Reon çantalarını toplamış kapısında belirdiğinde ağlayan Mathildanın karşısında durmuş ve yanağından süzülen yaşları silmişti; tüm konuşma o anda soldu. “İblisin dediği doğruysa,” diye düşündü Mathilda, ‘yine de Etchrador kişisi babam değil’ diyebildi içinden ve Reon’a “Senin de saçların ağırmış bayım.” dedi. Göz yaşlarını silerken bir yandan gülüyordu. Reon ister istemez biraz utandı ve sessizce cevap verdi “O anda, sadece seni izledim. Korkun, içime işledi.” İki siluet yeni doğan güneşin aydınlığı altında parlayan gümüş saçlarıyla eski yolda yürüdüler. Karnavalda başka kimsenin gümüş saçları yoktu, Ezel dışında.
“Neden Oraya gidiyoruz Mathilda?” demişti siyahlı adam onlarca araba ve insanın yürümüş olduğu tarihi taş yolda. Yolda şu eskiden kullanılan beyaz ve aralıklı şerit bile silikçe görülebiliyordu. “Çünkü dün başımıza gelen o şeyi Nul yolladı.” dedi sadece. İkisi de fazla konuşmuyordu, gerek duymuyorlardı. Reon eskiden ‘sormazsan, yalanları duymazsın’ diye düşünürdü ama kız ile beraberken durum bundan çok farklı olmuştu hep. O hiç yalan söylemiyordu, en utanç verici şeyleri bile rahatlıkla paylaşabiliyor ve hiç sıkılmıyordu. Şehrin ilk ışıklarını görmeleri için on dokuz gün boyunca yürüdüler. Atların çektiği vagonlarda yolculuk etmekten ikisi de biraz hamlamıştı ancak Nul’un ülkesi savaş öncesi devler gibi yıllarca bir köşesinden diğerine yürünülen bir yer değildi. Ekvatorun çok kuzeyinde kaldıklarını biliyorlardı. Esasında ikisi de eski dünya haritalarını görmüşlerdi, savaştan sonra ve delilik döneminde oldukça değişime uğramış olsa bile kıtaların temel hatlarını koruduklarına eminlerdi. Buna rağmen aslında dünyanın neresinde olduklarını soğuk bir yerinde olduklarından başka hiç bilmiyorlardı. Kimileri Nul’un büyücülerine ülkeyi taşıttığını söylüyordu. Toprağın sürekli haraket ettiğini ve daha az radyoaktif mekanlar için duraksız bir arayış içinde olduklarını söyleyenler de vardı. Kesin olan şey Sisler Karnavalının bölgelere her daim sahip olduğuydu, çıkış noktaları ve girişleri her zaman ülkenin içindeydi ama gittikleri yollar sislerin arasında nerelerden geçiyor sadece tanrı bilebilirdi. Kraliçe Nul şehrini dairesel olduğu söylenen ülkenin merkezine kondurmuş ve arayanları bulmaları için bilinç altında yönlendiren bir his ile dolduran güçler ile donatmıştı. Ancak bilinmeli ki hem Reon hemde Mathilda şu anda bu çok yararlı olabilecek hisden mahrumdu. Reon çözümü en yakın kasabadan bir posta köpeği satın almakta bulmuştu. Onlar çok yaygındı ve şehre gitmek için eğitilenleri her zaman olurdu. Mathilda ona bir ad koymuştu bile, yada görmüş müydü Reon emin değildi; “Rathana”.
Rathana kulaklarını dikip kısık kısık soluduğunda ve mutlu bir şekilde etraflarında döndüğünde önlerinde sadece bir tepe vardı. Acele ile çıktılar ve tüm ihtişamı ile, çelik yapılarını mağrurca göklere salan, kimsenin ona bakınca hakkında kötü bir şey düşünemediği parlak şehri gördüler. Tüm göğü aydınlatıyordu, etrafındaki topraklar bereket ile gecenin üçünde bile yem yeşil parlıyor ve yaşam saçıyordu. Üzerinde yürüdükleri yol düm düz bir hat boyunca şehire kadar devam ediyor ve açık, eğimsiz, tarlalar dışında ağaçlıksız ovada engelsiz biçimde şehrin kapılarında son buluyordu. Aslında gelen herkesi kucakladığını söyleyen bir görünüşü vardı.
Mathilda birkaç adım attı ve Rathana onunla beraber yürümeye başladı, ancak Reon devam etmedi. Kız bir iç çekip arkasına döndü ve koca siyahlı adama baktı. Yüzünde endişeden başka bir ifade varsa o bile göremiyordu. “Bundan emin olduğunu biliyorum, seninle sonuna kadar geleceğim. Yine de bu tepeden aşağıya inmemen için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım. Gerçekten başka bir yolu yok mu Mathilda?” dedi. Kız ona bakmaya devam etti ve yanına gidip ona sarıldı. Bunu pek sık yapmazdı, “Reon sen iyi bir adamsın, lütfen böyle kal. Onlar senin zincirlerine sahip değiller. Eğer… eğer başıma bir şey gelirse onlara dönme. Ne olur dönme, Ezel seni bekliyor.” diyebildi. Sesi yaşlara boğulmuş ve yüzünü adamın göğsüne bastırmıştı. Adam ona efendilerinden hiç bahsetmemişti, kimlerin kölesi olduğunu ve aslında ne iş yaptığını da, ne diyeceğini bilmiyordu. Adam kızın önünde diz çöktü ve sol elini öperken konuştu. “Hiç bir yere gitmiyorum Mathilda, sonuna kadar seninleyim.” dedi ay ışığının altında. Ne Mathilda ona karnavala geri dönmesini açıkça söyleyebilmişti ne de Reon onu tepeden ileriye gitmeye alı koyabilmişti.
Ana kapıya vardıklarında dev gibi bir yapı buldular. Yanı sıra küçük bir girişi vardı. Dev kapı gösteriş için oraya konmuş gibiydi. Küçük girişin önünde yüzlerce kişi kamp kurmuş girebilmeyi bekliyordu. Ne adam nede kız böyle bir görüntü ile karşılaşmayı beklememişti. Şehir uzaktan öyle mükemmel görünüyordu ki bu beklenemezdi bile. Kirli, aç, tedirgin yüzlerce insandan oluşan ağır kanlı bir güruh orada resmen minik bir kasaba kurmuştu. Tüm çadırlar ve barakalar en az aylardır oradaymış gibi duruyorlardı. Hemen hepsinin niteliği olduğunu söyledi sessizce Mathilda Reon’a. Belli ki evlerinden dışlanan ve niteliksizlerden doğma sonradan kimsesiz hale gelmiş insanlardı büyük kısmı. Onları gören herkes dönüp bir daha bakıyordu. Çok tuhaftılar, gümüş saçları ve boylarının ortantısızlığı ile iki kişiydiler. Reon göz göze geldiği herkesi sindiriyordu ancak Mathilda ilgiyi topluyor gibiydi, sonuçta adı karnavaldan önce giden kızdı o. Kimse meşhur Mathilda’yı birebir görmemiş ve gümüş saçı ile ilgili hiç dedikodu duymamıştı ama ‘büyük adam ile küçük kız’ profiline uyuyorlardı. Şehrin kapılarına dayanmış umutsuz bir insan guruhundan bahsediyorsak hastalık ve çaresizlik taşıdıklarını da belirtmek gerekir. Mathilda yanına gelenleri Reon’un onaylamaz bakışları altında iyi etti. Kendisine ait altından bir hançeri vardı, basit çelik gibi erimiyordu. Hançeri gören hırsızlar olmuşsa bile iyi olmak için birbirini ezen grubu atlatması gerekiyordu. Kapıya adım adım yaklaşırlarken şimdiden dört adam görme yetisine kavuşmuş, iki kadının kısırlığı tedavi edilmiş, konuşamayan bir adamın yerinde olmayan dili geri gelmişti. Mathilda ile ilgili bu durum yaşadığı çevre için sıradışıydı; pek çok nitelikli kişi bu tip iyileştirmeler yapabilirdi ama hiç biri yerinde olmayan bir dili yerine getiremez, oyulmuş bir gözü oyuğuna konduramaz veya yakılmış bir rahmi onaramazdı. Gümüş saçlı kızda kimsede olmayan bir yeti vardı, olması gereken doğal şekline geri döndürebiliyordu her şeyi. Önce onu görüyor ve sorunu hançeri ile gideriyordu. Bu maddeyi yoktan var etmek anlamına bile gelse her şey eski gerçek formuna kavuşuyordu.
Çelik kapı önlerinde durduğunda insanlar kapıda değil onların önünde kuyruk olmuşlardı. Yalvaranlar ağlayanlar sızlananlar bağıranlar ve itişenler korkutucu bir topluluk oluşturuyordu. Reon insanları geride tutmak için elinden geleni yapıyordu ama Mathilda sakince hiç çekinmeden en yakınındaki kimse sorununu çözü veriyordu. Kapının etrafındaki gözetleme aygıtları onun üzerinde odaklandığında Reon Mathilda’nın amacını anladı. Orada olduğunun bilinmesini istiyordu. Ne bekliyordu ki? Nul’un onu ayaklarına getirtip konuşmasını mı? Kadın onu iki kere öldürmeye çalışmıştı ve iyi niyetli Mathilda’sı halen asilce konuşmayı bekliyordu. Reon elinde kalan son kübü cebinden zorlukla çıkardı ve ‘GOHN’ diye bağırdı. Zaman durmuştu. Mathilda kafasını anlamaz şekilde kaldırıp ona baktığında Reon ne diyeceğini bilemedi. Kız etkilenmemişti! “Acele etmeliyiz 75 saniyemiz kaldı!” dedi sadece. Kızı ne dediğini umursamadan omuzuna aldı ve kılıfından çıkardığı bir silahı ağzı ile tutarak kendisine yer açtı ve metrelerce yükseklikteki çelik duvara doğru gerindi. Mathilda Reon’un teninden çıkmaya başlayan buhar ile irkildi “Gözlerini kapat.” dedi adam; dik duvara doğru koşmaya başladı. O kadar hızlı koşuyordu ki kızın saçları arkalarından yer ile paralel salınıyordu. Sonra duvara dik koşmaya başladığında ise saçları aynen o şekilde kaldı. Arada boşta olan sağ eli ile çelikte bir oyuk açarak hız kazanıyordu, sanki hamurmuşçasına parmakları altında bükülen duvar düz yol gibi önlerinde akıyordu. Duvarın en tepesine vardıklarında Mathilda içinden 50’ye kadar saymıştı. Reon kendisini tepeden aşağıya bıraktığında şehrin dışarıdan görüldüğü kadar güzel olmadığını kesinlikle idrakına vardığı bir manzara karşıladı onu. Reon bunu biliyor olmalıydı. Bu yüzden “gözlerini kapat” demişti, tüm pisliği ve eskimişliği görmemesini istemişti. Makyajın ardındaki dumanlı sanayi ve kirliliğe bu kadar net şahit kalmasını istememişti… Zaten buraya gelmeyi bile istememişti. Düşerlerken ona sımsıkı sarıldı.
Adam yüzü kıpkırmızı yorgunlukla kaba etinin üstüne yığıldığında kükürt kokan ara sokaklardan birisine girmişler çalan sirenleri dinliyorlardı. Kız adama bir şeyinin olup olmadığını sormuş ve hayır cevabını almıştı. Böylesine göze batan bir giriş yapmayı hesaba pek katmamıştı. Reon bacaklarını ovuşturuyordu. Normal bir insanın kemiklerini tuzla buz edecek bir düşüşü ayaklarının üstüne, yerdeki betonu kıran bir iniş ile bitirmişti ama burnu bile kanamıyordu. Garip buhar teninden çıkmayı bıraktığında o yorgunluktan yığıldı. Reon’un solukları derin ve ağırdı. Mathilda onu olabildiğince iyi saklayarak ufak bir yürüyüşe çıkmıştı bile. Çantasından saçını gizleyecek bir fular çıkarmış adamı uykuda bırakmıştı. Duvarı tırmanmak için ne yaptıysa kendisine zarar vermişti. Kısa süre sonra Mathilda’nın kısa araştırma gezisi kesin bir arayışa dönüştü. Nul’un sarayına ulaşabilmek için sokaklardaki tüm ip uçlarını inceliyordu. İnsanlara baktığında nerede yaşadıklarını ve nereye gittiklerini görebiliyordu. Her binanın bir geçmişi vardı ve ona anlatmaları için uzun uzun bakılmaları yeterliydi. Her taş, her insan Nul’u tanıyordu. Şehir yedi kattan oluşuyordu görünüşe bakılırsa ve bu pis giriş katı üçüncü kattı. İlk katı merak ettiğinde tüyleri ürperdi. Binalar bu katta bile yeterince yüksekti ama bazı sokaklarda ufukta bulutları delen harikaları görüyordu. Onların Yedinci katta olduklarına emindi ve en yüksek olanının en tepesinde kraliçenin tahtının olduğu gibi romantik bir fikre kapıldı. Bu kadar uzaktan emin olamıyordu ama bina ona bunu anlatıyor gibiydi. Herkesin yapacak bir işinin olduğu, kimsenin sıradan bir yaşam sürmediği pis şehrin merkezine doğru yolculuğuna devam etti Mathilda, izlendiğinin farkında bile değildi.
3- Anahtar ve Umut
“Afadersiniz bayım ama acaba -jonder’in kısrağı- denilen yeri nerede bulabilirim?” dedi beline kadar gelen küçük bir kız Hungrus’a. Adam her gün aynı yerde uyanır, aynı yerde çalışır, aynı yerde yer ve aynı yerde uyurdu. Dilenciydi. Oturduğu yerden dünyayı dinler ve pek çok şeyi bilirdi. Bildikleri için onu herkes rahat bırakır ama günü geldiğinde sorgulamayı da bilirdi. Yine de 60 yılı aşkın hayatı boyunca hiç bir küçük tatlı kız Hungrus’a böylesine rezil ve alakasız bir mekanı sormamıştı. Kendisini hem aşağılanmış hem de kutsanmış hissediyordu. İçindeki ironi karmaşasını susturabildiğinde kıza en içten pazarlıklı olduğunu ummadığı şekilde baktı ve tam konuşacakken kızın kaşları çatıldı “Doğruyu söyleyin efendim.”, adam şaşırmıştı. Hiç kimse yaşlı dilencinin ruhunu okuyamazdı, hele ki bu velet. “Alacağım cevabı aldım ben, teşekkür ederim efendim.” dedi ikinci kez adamın ağzındaki lafı çıkarmasına izin vermeden. Hungrus şaşkındı, aşağılanmıştı ve daha yıllarca anımsanacak o büyük değişikliklerin olduğu günde “Mathilda’yı görmüştüm.” diyerek hava atabilecek tek gerçek kişi olacaktı.
Hiç bir şehirli ona dikkat etmiyordu. Giydiği giysi çok şıktı ama köylü işiydi ve paçaları yırtık içindeydi, kafasındaki fular moda dışıydı (yada tiksinti dolu yüzü ile bir kadının ona bakarken aklından geçirdiği buydu) Sıradandı, elbette saçları görülmedikçe. Her adımında, her sorgusunda Nul’a daha çok yaklaştığını hissederken ne yapacağını düşünüyordu. Ya onunla konuşur ve anlaşamazsa. Yüzlerce yıldır tüm tehtidlerden kurtulmuş kraliçe karşısında bu yetenek ile bile ne yapabilirdi? Elinin altında onca takipçisi ve koruması olacaktı. Duyduğu şey korkudan başka bir şeydi yine de, rasyonal düşüncenin getirdiği çaresizlikti ondaki. İhtiyaç duyduğu umudun kör açlığıydı ancak elinde hiç yoktu.
Umut hiç ummadığı bir yerde karşısına çıktı; 5. kattaydı ve herkesin başına üşüştüğü bir kadın kocaman cam küresi ile tuhaf araçların hızla ilerlediği yollardan birinin kavşağında kaldırımda bağdaş kurmuş siyahi tombul elleri ile gelenlerden paralarını alarak geleceklerine bakıyordu. Yüzünde samimiyet vardı, gerçekten bir izleyiciydi. Niteliklilerin en bol olduğu yerde bile nadirdiler. Merak ile karışık yanına gittiğinde zenci kadın tüm kalabalığın ardından bej yırtık elbisesi ama temiz yüzü ile bir şekilde sıyrılan kıza odaklandı aniden. Gülümsemesi bu şehirdeki o ana kadar görmediği bir sıcaklık taşıyordu; “Hugo’nun yoldaşları ile yürümüş birisinden para almam hanımım, gelin ve falınıza bakayım.” Mathilda gerçekten şaşırmıştı. Kadını okuyamıyordu ama gerçek samimiyeti nerede olsa tanırdı. Yanına geldi ve “Ne yapmam gerekiyor?” dedi. “Sadece elini uzat ve küreye koy hanımım” dedi kadın. Mathilda elini küreye koyar koymaz izleyici-falcı kadın’ın göz akları göründü ve kızın yüzüne baktı, yüzündeki ifade dehşetti. “Sen ki anahtarsın, adını unutmuş birinin ve bir kölenin kızısın. Yıkım ve ölüm getireceksin, gördüklerini kendine saklamak ve diğer herkes ile paylaşmak arasında seçim yapman gerekecek küçüğüm. Ya biri yada öteki olmak zorunda, sadece kadersiz ve isimsiz olan baban bunu değiştirebilir.” Kadın uzun bir ara verdi. Mathilda gerçekten korkmuştu ama yine de yavaşça sordu, “peki o kim?” kast ettiği en yüksek dağdaki kürenin efendisiydi. Ona en umutsuz anında yardım etmiş olan ve bu gözleri vermiş kişiyi sormuştu. İçinden bir his falcının bunu bileceğini söylüyordu. Aklından bunu geçirdiği anda çevrelerini sarmış onca korkmuş insanın bakışları altında zenci kadın gürledi “O SENİN KARDEŞİN!”
Kafası karışmış Mathilda 7. kata kadar dolu kafasını boşaltmak ve amacına odaklanmak için yürüyüşü boyunca hiç bir şey düşünmedi. Sadece olağan sorularını soruyordu nesneler ve insanlara. Zenci kadın kehanetinin ardından bayılmıştı ve birkaç yardım sever tarafından oradan taşınmıştı. Mathilda burada bile insanlığın ölmediğini görmekten mutlu oluyordu. Umudu veren falcı değildi aslında, onun en baştan taşıdığı gülümsemesi ve onu düşünüp evine taşımalarıydı. Buna rağmen kadın kızın aklını daha çok karıştırmıştı. Yinede işte buradaydı. Bir şirket binası gibi görünen Nul’un sarayı. Kapı yol boyunca gördüğü diğer binalar gibi tipik bir döner kapı ve korumadan oluşuyordu. Genç adam ona bakmadı bile, o da adama neden bakmadığını sormadı. Etrafında bir pus varmış gibiydi. Birisi yolu Mathilda için boşaltıyor ve kolaylaştırıyordu sanki. Hole geldiğinde asansörlerden birinin kapıları kayarak açıldı ve tatlı bir zil sesi duyuldu. Kız oraya gitmesi gerektiğini biliyordu. Asansör ilk beş kattan sonra camekan bir tüpün içinde ilerlemeye başladı. Oldukça hızlıydı ama şehri sergilemekte de bir bu kadar başarılıydı. Şehrin çirkin kısımları güzel binalarca maskeleniyordu bu gökdelenden. Öyle bir kritik noktaya inşa edilmişti ki sanki tüm şehir taze, temiz ve teknolojiden nasibini almış gibi duruyordu asansörden. Nul’da acaba kafasını toprağa mı gömmüştü? Görmek istemediklerini perdelerin arkasına mı gizliyordu? Bunu öğrenme zamanı gelmişti.
4- Kapanış ve Son
Asansörün ibresi 777. katta durdu ve usulca açıldı, henüz çıkılabilecek 1 kat daha vardı ama orada durmuştu. Mathilda’nın kulakları çınlıyordu, basınç düşüktü. Kendisini karşılaşabileceği her şeye hazırlamıştı, oldukça iyi aydınlatılmış mermer koridorda altın varaklı geniş kapılar ile sonlanan karşılama sessizdi. Tedbiri elden bırakmadan yavaşça kapılara yürüdü ve o yaklaştığında kendiliğinden açıldılar. Bulutların üzerinde oval ve tamamen boydan boya, tavandan yere cam dev pencerelerin önünde iki deri koltuk olan yarı daire bir odaya açılıyordu. Koltuklardan birinde birisi oturuyordu ve yanında bir hizmetçi çaydanlığı ile bekliyordu. Mathilda düşünmeden boş koltuğa yönlendi ancak ev sahibinin 4 adım ötesinde durup ona baktı. Nul’un gözleri alaycıydı ancak bilgi doluydu. “Çay?” dedi usulca. Mathilda Nul’un hayatında gördüğü en güzel şey olduğunu düşünmeden edemedi. Kuzgun siyahı düz saçları mükemmel elmacık kemiklerini paralel izliyor, küçük çenesinden daha aşağıya kadar omuzlarında son bulup, yine mükemmel olan ipek elbisesi ile devam ediyormuşçasına denk düşüyordu. Elbisesi de siyahtı. Kendi çayından bir yudum aldı ve oturmasını işaret etti. Mathilda gerçekten oturmak istemeseydi bile oturmaya zorlanırdı gibi hissetti. Sanki Nul’un tüm haraketleri kesinlik taşıyordu, emir niteliğindeydiler. Hizmetçi geniş fincana çayı doldurdu ve kıza uzattı. Sakince fincanı alırken teşekkür etti ve bir yudum aldı. Nul bunun ardından soluksuz konuşmaya başladı, “Burada olmaya cesaret etmeni anlayabilirim, yıllarca elimde büyümüş ve canları pahasına ülkemi korumuş insanları yolunda acımadan öldürmeni anlayabilirim, sınır bekçilerimden en kudretlisini korkak köpek yavrusuymuş gibi savuşturmanı bile anlayabilirim. Ancak neden insanların acılarını karşılıksız dindiriyorsun bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Ben bile yaptığımın karşısında saygı beklerim. Senin içinde his yok, sadece karanlık var ve bil bakalım neden sen ve o kürenin içinde insan olmaya özenmiş şeye -Karanlık Tanrı- diyorum? Çünkü ikiniz de hiç bir gerçek insani duyguyu taşımıyorsunuz!” , “Sevgi” dedi Mathilda hiç düşünmeden. “Sevgiyi yegane duygu olarak göremiyorsan benim görebildiğim kadar sen de körsün!” dedi kendinden emin bir şekilde. Nul ona dikkatle baktı, “O’da bunu söyledi.” Nul gülümsedi ve Mathilda’nın onun gerçek yüzünü görmesine izin verdi.
Gümüş saçlı kız fincanı yere düştüğünde çıkardığı sesi bastıran bir çığlık atarak ayağa fırladı. Geniş cam odada sesi yankılanırken gözleri yerlerinden fırlayacak gibiydi. “ONU KENDİ BEDENİNE Mİ SABİTLEDİN SENİ… SENİ AŞAĞILIK, PİS, FAİ..” sözü bir emir ile son buldu “Kes sesini!” Mathilda ağzını açamıyordu, gördüğü şey karşısında şok olmuştu. O adam, falcının kardeşi olduğunu söylediği kürede yaşayan adam… Nul onu kendi bedenine sabitlemişti. “Bunu o istedi Mathilda,” dedi sessizce. “Bir insan olmak ve sevdiğine yakın olmak nasıl bilmek istedi, tüm ağırlığı hissetmeyi ve güçsüz olmayı diledi. Ancak bu ona yetmedi ve özgür kalmak istedi… bırakamazdım. Anlamanı beklemiyorum. Bu canice! Beni tüm bunlardan sonra yüz üstü bırakıp gidecek olması…” Asaleti ve hayal kırıklığına uğramış hatları ile Nul, ağzını sol eliyle tutarken ona nefret dolu bakışlarını savuran Mathilda’ya ağlayan gözlerini saklama gereği görmeksizin bakıyordu. Mathilda diğer eli ile fincanı düşürürken hançerini kol yenine götürmüştü bile, ağzını sakladığı elinin ardından konuştuğunda Nul’un üzgün ifadesi çarpıldı “Beni susturamazsın. Körsün ve görmen gerekli” Hançeri çıkarıp tüm hızı ile kendisini ona savurduğunda kapı çarparak açıldı ve siyahlı bir siluet Nul’u tuttuğu gibi camekandan aşağı uçtu. Mathilda ne olup bittiğini anlayamadan onu tutan ‘şey’ ve Nul aşağı düşüyorlardı bile. Kırılan camdan dışarıya odadan hava boşalmaya başladı ve dehşet ile Mathilda’nın sesi 1. kattaki en sefil vatandaşa kadar herkes tarafından duyuldu “REON!”
Kızın öfkesi, acısının ağırlığı, göz yaşlarının yanaklarından boğazına dökülürken her damlada yakışı ve elbisesini ıslatması, hançerin o anda eline saplanıp kanını yere akıtması ve ona insan olduğunu hissettiren diğer her şey. O kadar ağırdılar ki bitmeliydi. Her şeyin bitmesini istedi bir an. Tek istediği bitmesiydi, unutmak ve camdan aşağı atlayan Reon isimli adamı hiç tanımamış olmak. Onun oraya kadar nasıl çıktığını bilmemek. Göğsündeki korumalarca saplanmış 4 kılıcı görmezden gelmek. Kanını Nul’a buladıktan sonra gülerek kendisini hücrelerine işlenmiş patlayıcı tılsım ile havaya uçurmasını bilmemek isterdi. Patlamayı duymayı da istemezdi. Kardeşinin özgür kaldığını ve ona seslendiğini, teşekkür ettiğini de bilmek istemiyordu. Dünya ağırdı, üzerinde bir şeytan oturuyordu ve kanserini her yere bulaştırıyordu. Sivri bir şey ile hepsini alıp temizlemek istiyordu. Kalbinden tüm acısını sökmek ama Reon’un o son anda “seni seviyorum” dediğini sonsuza kadar bilebilmek. Abisi yanında beden bulduğunda ona sarıldı, “Hepsi geçecek Mathilda, bak, o burada bizimle.” Yaşların buğulandırdığı gözleri başta bir şey seçemedi. Ancak artık o gökdelenin 777. odasında değildi. Yeşil çimenlerin ve temiz bir göğün bugüne kadar hiç tatmadığı bir nefes hava ile onu en leziz güneşin kutsadığı dokunulmamış toprakların üzerindeydiler, güzel bir yerdeydiler. Onu görür görmez her şey hızla aklında belirmeye başladı:
“Bu kadarı yetmez mi artık” dedi karşısındaki adam ona. Üzerinde kalın bir cüppe vardı adamın. Elleri sargılıydı. Sağ elini ona gelmesi için uzatıyordu, hafif bir meltem vardı ve sargıları hafifçe salınıyordu. Parmak uçları temiz ve sağlıklıkydı. Yüzü, Nul’un en güzeli olduğunu düşünmüştü ama onu unutturacak bir yüzü bu kadar kısa süre içerisinde görmeyi hiç beklemiyordu. Kirli ve siyah dağınık saçları arasında parlak gözleriyle ona bakan bir adamdı seslenen kısaca. “Yeterli olduğunu sen de biliyorsun. İkiniz de bu dünyayı değiştirebileceğinizi düşündünüz. Selan, sen hırs ve fikirlere boğulmuş mükemmeliyetçi bir kıza aşık oldun ve o senin için dünyayı değiştirdi, çünkü senin bunu yapacak cesaretin yoktu: Hiç bir şey aynı kalmaz. Mathilda, sen acının olmadığı bir dünya için acı çektin. Amaç araçtır ve en büyük hatan buydu, yine de bir insan bir dünyadır: Hiç umulmadık birinin hayatını değiştirdin.” dedi ve ekledi; “İkinizde pek çok şey öğrendiniz. Biriniz aşkı öteki ise kaybı öğrendi.” gülümsediğinde sanki güneş daha parlaktı, “Bir şey yapacağım ama unutmayın bu sizin için değil. Asla beni bu şekilde algılamayın. Yapacağım iki iyilik tamamen size iyi davranmış iki kişi içindir. Nul tekrar seninle tanışmadan önceki haline dönecek, yaptığı hatalar umrumda değil, ben tanrı değilim ve birisi yaptıkları için pişman değilse gözümde suçlu değildir. Reon’a gelince… artık kimsenin kölesi olmayacak, Ezel denen insana da bir iyilik yapmış olabilirim. O dünyaya gelince… nasıl ilerleyeceği umrumda değil.” Kız ne olduğunu anlamış ve kabullenmişti, eski benliğine tamamen kavuştuğunda oda kardeşinin yanında aynı onun gibi vakur ve güçlü duruyordu; ağlayan kızdan eser kalmamıştı. Kardeşi de kendisi de tüm hafızaları silinerek babaları tarafından o dünyaya gönderilmeyi dilemişlerdi. Kendi boyutlarına ölmek üzere olan bir güneşi yollamış ve kıyametlerini ertelemiş olan bu insanlara yardım etmek istemişlerdi. Bunu yapabilmişler miydi emin değillerdi ancak babaları durumu adil kılmak için ikisinin de hafızasını onlar gitmeden önce silmişti. Etchrador çok çakal tabiatlı biriydi. Yine de çocuklarının kendisi gibi insan olma özlemi duymasından gurur duyuyordu. Belki de bu yolculuk onları öncekinden daha insan kılmıştır. Öğrenmek bir gün mümkün olacak. Bir gün.
Kardeşler Etchrador’un huzurundan ayrıldığında, Mathilda gözlerini kapatarak ona kalmış bir anıyı tekrar anımsadı ve sol elini hafifçe öptü…
Şimdi, öykü tamamlandığına göre tamamlayıcı bir yorum yapmak istiyorum. Sadece bu bölümle ilgili değil. Ama bu bölümden bahsedersek, ilk Küre’den sonraki en iyi bölüm ve en rahat okunan bölüm olmuş. Son bölüm ise çok iyiydi. Yine bir şeylere benzeteceim ama verdiği his bakımından insan olmayı aramak bakımından senin söylediğin değil başka bir bilim kurgu A.I. ye benzettim o bölümü nedense.
Tamamına göre bir yorum yapabilirsem de tamamı bile kara ütopya ve insan olmak çatışmasını çok güzel aktarıyor. Bana göre senin hikayelerin öyküden çok duyguların aktarılmış şekli gibi, ama arada sırada okumak zorlaştığında bu duygu da kayıp gidiyor. Daha önce de söylemiştim, insanı sorgulatma ve düşündürme ağırlıklı. En azından benim için durum bu.
Bu öyküde ilk bölüm daha kendine özgü görünüyordu, son bölüme gelindiğindeyse diğerleriyle mükemmel bir birleşim oluştu, gözümün önünde koca koca ayrı ayrı yüzlerce hikayenin içinden seçilmiş tek bir hikaye geldi. Bu Duvarda bir çok tuğla var bu da onlardan birisi. Gerçekten sağlam. Tebrik ediyorum 🙂
Okumayan arkadaşlar eğer şu anda bu yazdığımı okuyorlarsa, kesinlikle oturup dört bölümü de art arda okumaları gerektiğini söylemek istiyorum. Son bölüm bence tamamen açıklayıcı ve dörtlü arasında en iyisi.
Özgür’ün bahsettiği kara ütopya olayına katılıyorum. Olayların her zaman bizim kaçınmak istediğimiz veya düşündüğümüzde içimize sıkıntı veren kısımlarından bakmış, bunu yazıya dökmüşsün. Sanıyorum bu yazım sanatı her yiğidin harcı değil.
Ellerine sağlık. Öykü nihayete erer ve insanın aklına “öyleyse git, bundan başka dünyalarda var.” cümlesi gelir. 🙂
Öncelikle geç yorum için özür dilerim. İnanılmaz yoğun bir ay geçirdim ve tabiri caizse kafamı kaşıyacak vaktim olmadı.
Hikayeye gelirsek, daha önceki bölümleri sevdiğimi zaten söylemiştim. Bu ise diğerlerine göre daha okunaklı ve daha anlaşılır bir bölüm olmuş. Değişik ve kendine has bir yazım tarzın var ve magical’ın da dediği gibi bu tip hikayeler yazmak herkesin becerebileceği bir şey değil. Ellerine ve kalemine sağlık…