Öykü

Ursula’yı Yakalamak

Yahnima adalarının en büyüğüne bir kale inşa edilmiştir. Öyle bir kaledir ki duvarları arasına giren bilinçsiz kişiler kaybolurlar ve tek bir düşman askeri ile karşılaşmadan erzakları bitene kadar dolaşırlar. Duvarların sırrı ne büyüdür ne gizem ama katıksız zekâdır.

Yahnima kalesi olarak adlandırılan kalenin tek bir limanı vardır. Limanda bir defada ancak tek bir gemi olur ve o da günde iki defa hareket eder. Limana doğru koşan iki siluetin ardından gelen atlılar ana karanın kıyısından izleyen birisine belirsiz ve hızlı gölgeler olarak görünüyorken ikili hayatları önlerinde ve ölümleri berilerinde bir yarış içindeydiler.

İkili tek yumurta ikiziydiler. Birinin adı Ursula, öteki de Penelope idi. Şafak vaktine birkaç dakika kala iki kız kardeş de şanslarının çok az olduğunu biliyorlardı. Ursula nefes nefese, “Devam et, gemiyi yakalamalısın. Beni merak etme, onları oyalayacağım. Kurtulmak zorundasın!” dedi. Penelope daha karşılık veremeden geldiği yöne doğru koşmaya başlayan kız kardeşinin arkasından baka kaldı.

Penelope gemiye iyice yaklaştığında nefesini kontrol altına aldı ve sakinleşmeye çalıştı. Gemi tayfasının veya o sabahın yolcularının kendisine karşı hiçbir şansları olamazdı ama kardeşinin aksine işleri basitçe ve gücünü kullanmadan halletmeyi seçerdi. Tahta iskelede yürürken kaleden çaldıkları kıymetli çantayı elinde tutuyordu. Deri ve basit bir çantaydı ama bilip bileceği her şeyden daha değerliydi.

Kimse ona bir soru sormadı veya durdurmadı. Kuzeyde kardeşinden ayrıldığından beri kale muhafızları kendisini takip etmiyorlardı. Görevliler onu kaledeki işi sonlanmış hizmetçilerden biri olduğuna hükmetmiş olacaklar ki soru sormadılar. Penelope kaledeki kadınların ne gibi muameleler altında çalıştıklarını çok iyi biliyordu ve tayfa da ana karadan gelmiş köylülerden oluştuğu için ona sempati duyuyor olmalılardı.

Gemi adadan iyice uzaklaştığında Penelope gerçekten endişelenmeye başladı. Ursular kendisinden güçlüydü ama donanımlı ve hazırlıklı onlarca gardiyan ile başa çıkamazdı. İkisi de sadece on dokuz yaşındaydılar, yani yeteneklerini keşfedeli bir seneden fazla zaman geçmeden kiliseye karşı koymaya başlamışlardı. On altısından sonra gücün ortaya çıkışı ne kadar uzun süre ertelenirse o kadar kudretli bir büyücü veya cadı olunabilirdi ama onlar hadlerini bilmediler. Bilinen en uzun ortaya çıkış yirmi bir yaşında kendisini keşfetmiş bir cadıydı ve oda zaten kuzeyin barbar diyarlarının kraliçesiydi.

Yaşadıkları diyar ne cadılara ne de diğer sıra dışı yetenekleri olan insanlara iyi gözle bakmazdı. Kilise her gün kalabalık şehirlerde birilerini yakıyordu. Bazen sadece altı basamaklı iki sayıyı kafadan çarpabilen birisinin bile yakıldığı oluyordu. İnsanlar korkuyorlardı çünkü yetenekli insanların ne gibi bir tehdit oluşturduklarını Kilise çığırtkanları her gün her saat başı inananlara anlatıyorlardı.

Kilisenin görevi insanların belli bir dini benimsemeleri değildi. Herhangi bir dini benimsemeleri ve dinsiz kalmamalarıydı. Herhangi bir veya birkaç varlığa inandıkları ve bunu kanıtlayabildikleri sürece herkes özgürdü. Genelde insanlar kanıtlamaları gerektiğinde kanıtlayamazlardı veya inanmamak kilise müfettişlerinin ellerindeydi. Ancak kiliseye göre cadılar, büyücüler ve diğer inançsızlar tüm bu resmin dışında kalan asıl düşmanlardı.

“Herkes maskesini taksın, kıyıya yanaşmak üzereyiz” diye bağıran adamın sesi ile uyandı Penelope kan ve ateşle karaya bulanmış geçmişinden. Kardeşine güveniyordu, muhakkak bir yolunu bulurdu. Kız kardeşlerin yaşadığı dünyada herkes halka açık yerlerde ve özellikle müfettişlerin önünde hangi dine inandıklarını betimleyen maskeler takmak zorundaydılar. Bu maskeler bir tür kimlikti ve maske takılı olduğu sürece altında kimin olduğu önemli değildi. Bir müfettişin ikinci emrine kadar herkes maskelerini takmak zorundaydı. Kiliseye göre bu uygulama insanların ikiyüzlü mizaçlarını geride bırakmalarını sağlayan ve askerlerin tek tip üniforma giymesine benzetilebilecek düzen ve harmoni dolu bir yaptırımdı. Dinsiz birisi bile bir maske takmak zorundaydı ve zamanla taktığı maskeyi numara icabı olarak başlamış olsa bile benimseyecekti.

Penelope sarı saçlarını geriye atarak kafasının büyük kısmını ve yüzünü tamamen kapatan çuval kumaşı bozması, üzerinde yeşil bir üçgen bulunan basit Fossegrim maskesini taktı. Bu din bir dini olması gerekiyorsa ona en uygun olanıydı çünkü yeşil olan her şeye ve onların getirdikleri yaşam dolu havaya tapmalarını gerektiriyordu.

Herkes gemiden indiğinde iniş platformuna yaklaşan iki müfettiş göze çarptı. Tayfa ve yolcuları ani bir huzursuzluk kapladı. Yük indiren işçiler bile umursamaz görünmeye çalışıyorlardı ama rahatsız oldukları birkaç boş sandık yere düşüp dağıldığında fark edilir oldu. Kimse kilise müfettişlerini sevmezdi.

“Tekrar tekrar sayıyorum ama bir kişi fazlanız olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum kaptan Dwain.” Dedi boğuk sesi ile bir müfettiş. Kilise müfettişleri yüz yıllardır siyah giyinirlerdi. Siyah fötr şapka ve burunlarına kadar yüzlerini örten siyah bir maskeleri olurdu. Siyah keten pardösüleri ve içlerine giydikleri deri kayışlarla dolu tunikleri her yerde katıksız bir düzen sembolüydü.

Kaptan Dwain yapılı ve biraz kilolu bir adamdı. O anda deli gibi terliyordu, kıpkırmızıydı. “Arzu ederseniz listeden hemen bir sayım yapalım saygıdeğer müfettiş?” diye sinirleri alt üst olmuş şekilde sordu. Bu Penelope’un son şansıydı. Kilise asla ufak olayları göz ardı etmezdi. Üstelik Yahnima adasından gelmiş bir gemi son derece dikkatli olunması gereken bir mevzuuydu. ‘Ya şimdi ya hiç.’ Diye düşündü ve iki elinin parmaklarını şıklatarak müfettişlerin ikisini de alevlere boğdu.

Daha bir saat önce atlılardan koşarak kaçıyordu şimdi de müfettişlerden. Kilise görevlileri cadı avlardı ve kendisi de bir istisna değildi. Alevler sadece anlık bir şaşkınlık yaratabilirdi. Müfettişler duyguları yontulmuş ve her şeye hazırlıklı soğuk kalpli makineler olmaları için özenle eğitilirlerdi.

Pardösüleri ve şapkaları küle dönmüş ama deri kıyafetleri sağlam, iki kel ve kaşları olmayan, tip onu tenha bir sokakta sıkıştırdıklarında Penelope acıdan bayılmak üzereydi. Sancıları gemiden indiğinden giderek artıyordu. Tek tesellisi çantadan kurtulabilmiş olmasıydı, müfettişler onu asla bulamazlardı. Kaçarken attığı bir çöp kutusunda onu kim bilir bir daha nasıl biri bulurdu ama gelecek için ufacık bir umut yaratabilmiş olmak bile o anda kadına yeterdi. ‘Keşke sen olmasaydın da onu takabilseydim’ dedi karnını ovuşturarak.

Ursula ana karaya kimsenin geçmediği bir kumsaldan çıkarken yorgunluktan tüm kemikleri ağrıyordu. Ellerine baktı. Bu eller onun elleri miydiler? Dizleri üzerine çöktü ve göğe bakarak göz kanalları el verdiğince ağladı. O sabah hiç hesapta olmayan şeyler olmuştu ve hiç tanımadığı iki adamı öldürmek zorunda kalmıştı. Artık kendisini eskisi kadar saf hissetmiyordu.

Doğruldu ve güneşin ıslak giysilerine biraz olsun işlemesine izin verdi. İlk yapması gereken kuru bir şeyler bulmaktı. Kumsaldan yukarıya tırmanırken aklındaki tek şey kardeşiydi. Onun için hayatını tehlikeye attığı için kendisiyle gurur duyuyordu. Annesi hayatta olsa iki kız kardeşe sımsıkı sarılırdı. Birden sonra aklına çanta geldi, “Penelope lütfen çantayı yanından ayırma. Lütfen yapma.” Diyordu bir yandan kendi kendine.

Şehre birkaç kilometre uzakta konuşlanmış düşük nüfuslu balıkçı köylerinden birini gözüne kestirdi. Henüz sabahın altısıydı ve kara bir kedi gibi usulca yaklaştı. Çocukluk aşkı olan oğlan orada olsa, “daha çok sarı bir aslan gibi” derdi çünkü kız çok sakardı ve güneşle nispeten kurumaya başlamış buğday sarısı saçları kabarıyordu. Oğlanı özlüyordu ama artık ikisi farklı dünyalara aittiler. Yüzü kızarırken ona söylediği şey geldi aklına, “Her cadı kaçmak zorundadır ama biz ısırıyoruz da” dedi kendi kendine sessizce bir köy evinin sundurmasına kuruması için asılmış birkaç parça kıyafeti yürütürken.

Uzun, gösterişsiz ama idare eder ve en önemlisi kuru bir elbisede karar kıldı ve sırtına kafasını da örteceğini planladığı geniş bir kumaş geçirip bulduğu urganın teki ile sıktı. Geminin nerede kıyıya çıkacağını biliyordu ve hızla o yöne koşarken yorgunluğunu unutmaya çalışıyordu.

Kardeşini ne limanda ne de yakınlardaki otellerde bulabildi. En işlek şehir meydanına yönelmiş onu görmeyi umarken kalabalık toplanmaya başladı. “Yine biri idam ediliyor…” dedi konuşanlardan biri. Ursula dikkatle insanları dinlediğinde bunun bir infaz gösterisi olduğunu anladı. Yüreği atmaya korkuyordu çünkü kafasına çuval geçirilmiş ve çarmıha gerilmiş kardeşini gördüğünde ne düşüneceğini bilemedi. Kumaşı yüzünü örtecek kadar çekti ve bir parçası ile de ağzını örttü. Kimse o anda umursamazdı ama aptalca bir maske yönetmeliği yüzünden kendisi de ölmek istemiyordu.

Gözyaşlarını yutarken tutuklamadan sorumlu müfettişlerden biri yığılmış cadı ateşi odunlarına yaklaştı. Eli ile şiddetle ve hızla çuvalı zavallı kızın yüzünden çekti. Ursula onun kardeşi olduğunu biliyordu ama yüzünü de gördüğünde en ufak umudu vardıysa bile söndü gitti. Tam bir çaresizlik içindeydi o anda. Ne yapabilirdi ki tüm bu kalabalığa karşı. Elinden ne gelirdi? Tüm meydanda çıkışları tutmuş yirmiden fazla müfettiş vardı. Ursula’nın orada olabileceğini biliyor olmalıydılar. Kale dış dünyaya tamamen izole edilmiş değildi.

Birkaç saniye için iki kız kardeşin gözleri buluştu. Penelope ağlamıyordu ama gözleri ile bir şeyi işaret ediyor gibiydi. ‘Doğru ya çanta’ dedi Ursula içinden. Kardeşi ölümün kucağındayken bile çantayı düşünüyordu.

Diğer müfettiş de çarmıha bağlanmış Penelope’a yanaştı ve kalabalık aniden sustu. Herkes olacakları biliyordu. “Sen, inançsız kadın, bir cadı olduğunu kabul ediyor musun?” dedi adam gür ve soğuk sesi ile. “Evet, ediyorum!” dedi sarışın cadı tüm asaleti ile. Ursula onun ne düşündüğünü çok iyi biliyordu. Annesinin yaptığının aynını yapıyordu kardeşi, kafası dik ve gözlerinde korkusuzluk ile ateşi kabulleniyordu. “Son bir sözün var mı? Af diler misin?” dedi aynı soğuklukla adam.

“Yeni bir gün doğacak, güneyden” dedi kadın direk adamın gözlerine bakarak. Sözü kalabalığa değildi, sadece müfettişe hitap etmişti.” Ursula’nın diz bağları çözülecek gibiydi. Direnişten haberdar olmayan halka bunu anlatmak fuzuliydi ama sözünü etmek bile bir müfettişi rahatsız etmeye yeterdi.

İlk müfettiş elinde meşale ile çıka geldiğinde herkes bağırmaya başladı. İnfazın doruk noktasında kız kardeşler bakışları ile birbirlerini avutuyorlardı. Yağ ile ıslatılmış odunlar hemen alev aldılar. Nasılda hızlı yayılıyorlardı. Ursula etrafındaki yuhalayan, bağıran, küfreden hatta çığlıklar atan güruhu artık umursamadan ağlıyordu.

O anda bir mucize oldu. Kim hangi dine inanırsa inansın yavaşça sessizleşti çünkü alevlerin arasında kadınınkinden başka bir çığlık vardı. Bir bebek ağlayışıydı bu. Müfettişler bakıştılar ve idam alevlerinin arasında kayboldular. Sanki ateşten korkuları hiç yoktu. İkili saniyeler sonra geri çıktıklarında bedenleri ile küçük bir şeyi örtüyorlardı. Bu gerçekten de bir bebekti. Her yanı kanla kaplıydı, yeni doğmuştu.

Kalabalığın dili tutulmuş bakışları altında biri “Onu da yakın! Cadının tohumunu da yakın!” diye bağırdı. Müfettiş bağıran adama öyle bir baktı ki görenler sadece o bakışa sayısız gece kâbuslarında katlanmış olsalar gerek. “Bu mucizenin önünde eğilin inananlar. Sefil cadının ölümü karşılığında biz adil ve haklı insanlar ödüllendirildik. Oğlan çocuğu bir cadının değil, kilisenin evladı olarak büyüyecek!” dedi buyurgan biçimde.

Ursula şokun etkisinden çıkamıyordu. Az önce kız kardeşinin sessiz çığlıklar eşliğinde yanarak ölmesini izlemesi yetmezmiş gibi oğlu da kilise tarafından alıkonmuştu. “Adil ve haklının köküne lağım suyu” dedi yanı başındaki yaşlı adam yere tükürürken. Adam maske takmıyordu ama yüzünü boyamıştı. “Senin için burası güvenli değil kızım.” Dedi adam kumaşın arasından sızan birkaç bukle sarı saça işaret ederek.

Yanan cadı alevine ıslak gözler ile geri baktı ve “Kanın yerde kalmayacak kardeşim!” dedi kalabalığın gürültüsü bağırışını bastırırken. Ursula bir rüyadaymış gibi adamı takip etti. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Ne canlarını ortaya koyarak aldıkları çanta ne de geri kalan hayatı mühim değildi artık. İki yıl önce kendi bebeği de kilise tarafından alı konulduğunda çektiği acı ancak bunun yarısı olabilirdi. Çaresizlik acıyı zamanla birleşerek her geçen gün daha dayanılmaz hale getiriyordu. Zaten bu yüzden o sabahki gibi delicesine bir plana bulaşmamış mıydı? Çantada kilisenin en büyük sırlarından biri vardı ve sıradan halkın bunu öğrenmesi kiliseyi yıkıma dahi sürükleyebilirdi.

“Bu sokakta bir çanta gördün mü amca?” dedi Ursula hülyalı biçimde. Adam onu tek katlı bir derme çatma eve getirdi. Kapının önünde çanta öylece duruyordu. Sokaktan kimse geçmiyordu ve sakindi ama çantanın böylesine onca süre boyunca bırakılmış olması korkunçtu. “Bunun içinde ne olduğuna dair bir fikrin var mı amca?” dedi sinirle.

Adam sırıttı, “elbette biliyorum. İçine şöyle bir bakmam yetti. Kardeşindi sanırım eh? Sen sağsın ve hayat devam ediyor, hadi emanetini al ve git.” Dedi sinir bozucu bir şekilde. Ursula yaşlı adamı suçlamadı. Sıradan ve günlük hayatına giren bir çomaktı çantanın içindeki. Her şeyi eskisi gibi görmesini engelleyecek sinir bozucu bir bilgiydi. Kadın çantayı aldı ve içini kontrol etti. Lağım ya da çöp gibi ağır bir kokusu vardı ama koku çantanın kendisinden geliyordu. İçindekini çıkartıp eline geçirdi ve aletin onunla bir olmasına izin verdi. Üzerinde kuzeyin barbar kraliçesinin sembolü vardı. Adam fal taşı gibi gözlerle onu izledi, “Bunu yapamazsın. Yapmamalısın! O bir Oninote!” dedi korkuyla. Ursula çarpık bir gülümseme ve kıpkırmızı olmuş gözlerle adama karşılık verdi, “Teşekkürler ve özür dilerim” dedi ve aletle bir seferde adamı binlerce parçaya ayırarak sokağın o kısmını kana boyadı.

***

Yıllar ve yıllar sonra aynı şehir harabelere gömülüyken ve geçmişte kalan büyük bir savaşın sisleri dağılmışken bir avcı pusulası ile her taşın altına bakıyordu. Pusulalar kilisenin eğittiği deforme olmuş insanlardı. Rivayete göre cadılar ve büyücülerin pis döllerinden geliyorlardı. İblislerle kurulan habis dostlukların meyveleriydiler ve ancak bu şekilde günahlarından arınabilirlerdi. Yani bir başka büyü kullanıcısını takip ederek.

Kimisine göre pusulaların av köpeklerinden farkları yoktu ancak gerçek bir kilise avcısı farkı bilirdi. Gandrim genç bir avcıydı ama o güne kadar hiçbir görevinden ne kadar alışılagelmedik veya zorlu bir durumda kalmış olursa olsun başarısızlıkla geri dönmedi. Gandrim pusulasına iyi bakardı. Ona bir isim bile vermişti. Zeref derdi ona, iblis-çığlığı anlamına gelirdi çünkü pusulası bir cadının havada bıraktığı güç çatırdamalarını ve dalgalanmalarını sezerse iğrenç ve iç gıcıklayıcı bir ses çıkarırdı.

Diğer avcıların çirkin yoldaşlarına hiç de iyi davranmadıklarına şahit olduğu zamanlar az değildi. Ona iyi davranması Zeref’i daha bakılabilir kılmıyordu ama o sesi gereksiz zamanlarda daha az çıkarmasını sağlıyordu. Zeref çok yemek yemezdi, zaten bir deri bir kemikti. Kâh bir maymun gibi kâh köpek gibi koşardı. Kolları bacaklarından daha uzundu ve çoğu zaman kendi yiyeceğini kendisi bulabiliyordu.

Gandrim onu problem etmezdi, neden bilmiyordu ama Zeref’i rahatsız edici bulmaz hatta varlığı onu rahatlatırdı. Aynı bir evcil hayvan gibiydi. Av köpeklerinden farkı cadıları kokuları ile değil havada bıraktıkları güç izleri ile bulmasıydı hepsi bu.

Gandrim’e zorlu bir görev verilmişti. Direnişçi kuvvetler kendi cumhuriyetlerini ilan edeli on yıldan fazla zaman olmuşken kilise halen eskisi kadar güçlüydü. Aslında ülkeyi kilise yönetmezdi ama şehir konseylerinin ortak parlamentosundaki herkes kiliseye karşı dinen sorumluydu. Kilise istediği zaman birilerini davranışlarını değerlendirerek dinsiz ilan edebiliyordu.

Kuzeydeki barbar tehlikesi ve güneydeki direnişçilere rağmen akıl almaz şekilde güçlenen Kilise tüm ülkeyi demir yumrukla yönetiyordu. Gandrim’in buna bir şikâyeti yoktu. Kilise onu doğduğunda öksüz olmasına rağmen koşulsuz kanatları altına almışken dert yanamazdı. Ayrıca bir kilise mensubu sayılırdı ve bunun pek çok avantajı vardı. Örneğin hiçbir dine hizmet etmek zorunda değildi. Dinsizleri yola getirmesi onun kiliseye karşı göreviydi ve dininin bu olduğu söylenebilirdi. Hayattaki tek amacı dinsizleri bulup infaz etmekti.

Gandrim bir avcıydı ama müfettiş değildi. Avcılar onlardan farklı giyinirlerdi. Kimliklerini ortaya koyacak şekilde özel bir üniforma giyebilirlerdi ve bu üniforma basit, çift yırtmaçlı, siyah bir cüppeden ibaretti. Bunun dışındaki zamanlarda istedikleri gibi giyinmekte özgürdüler. Gizli görevler her günün kaçınılmaz birer parçası oldukları için genelde takıp çıkartması kolay maskeler veya yüz boyaları kullanırlardı.

Ancak Gandrim avcı olduğunun anlaşılmasını isterdi. Avını şehirlerde değil ormanlarda kovalardı. Eğer ki köşeye sıkışmış bir av ona dişlerini göstermeyecekse avın bir anlamı kalmazdı. “En alt seviyede canlının bile hayatını savunmak için hakkı olmalı öyle değil mi Zeref?” dedi düşünceli bir şekilde.

Aklı pusluydu çünkü efsanevi bir cadının görevi ona verilmişti. Kilise anallarına göre cadılar ve büyücüleri iki kategoriye ayırmak gerekirdi. İlki gücünün farkına yeni varmış ve genelde bunu gizlemeye çalışan basit güç kullanıcılarıydılar ve onlara ‘Vasill’ denirdi. Ancak tarihte Kilise ne kadar örtbas etmeye çalışmış olursa olsun kitaplara adları kazınmış olanlar vardı. Şehirleri yıkan, orduları duman eden ve ibadethaneleri güle çeviren güçlü büyü kullanıcılarına “Kunstler” denirdi.

Ursula’nın ona verilen kömür karalama resmine baktı. Parşömene notlar düşülmüştü. Kaç yaşında göründüğü, saç rengi, boyu, duyulmuş aksanları ve bunun gibi ayrıntılar vardı. Her şeyi kaç defa tekrardan okuduğunu artık hatırlamıyordu. Pusulası Zeref bu harabelerde kitlenip kalmıştı ve eğer tüm bu molozun altında gizli bir cadı ini vardıysa bile Gandrim kazmaya kalksa bile eline hiçbir şey geçmeyeceğini biliyordu.

Öğlen güneşini koca bir yatık eski şehir surunun altında geçirdi. Güneşi sevmezdi. Yanında taşıdığı yay sicimlerini gözden geçirdi ve tungus ağacı yayının kirişlerini temizledi. Zeref uyukluyordu. Yapacak hiçbir şeyin olmadığı günleri de sevmezdi. Aslında düşündü de, sevdiği pek öyle fazla şey yoktu. Avlanmak dışında onu hayatta tutan anlamlı bir aktivite gelmiyordu aklına.

Avlanırken dünya dururdu. Hedefi kaçınılmaz ölümüne sürüklenirken aslında avantajın onda olduğunu sanması. İzini kaybettirdiğini düşündüğünde ayak topuğundan bir okla vurulması veya çamura bürünüp otlar ve sarmaşıkların arasında saklanırlarken Zeref’in yüzlerine eğilip burunlarını koparması hep olan şeylerdi. Bazen zeki olurlardı. İzlerini kaybettirmek yerine onun izini bulmaya çalışanlarını severdi Gandrim. Yirmisinden fazla vardı ama aynı Zeref gibi sağlıksız bir zihni olduğunu düşünüyordu. Onun yaşındaki çoğu oğlan Kilise görevlileri olsalar dahi kız peşinde koşuyor olurlardı.

Güneş batarken Zeref aniden irkildi ve o kulak zarını çizermiş gibi gelen sesi çıkardı. Efendisine ‘hazırlan hedef hareket halinde’ anlamına gelen o bakışı attı. Hem pusulası hem de avcısı bu işten sıkılmışçasına iç çektiler. Av başlangıcının heyecanı öyle eskisi gibi değildi. Ursula gibi bir cadının peşinden gitmesi gerekse bile bu değişmiyordu. Kampını topladı ve pusulası ile beraber tek çıtırtı çıkarmadan koruluğa girdi.

Ursula sancıyan sağ kolunu ovuşturdu. Çelikten pençeli sağ eli tehditkârca açılıp kapanıyordu. Elin bedenine yayılmasına engel olabiliyordu ama çoğu zaman ona söz geçiremiyordu. Silah simbiyotik bir eldivendi. Silahın Ursula’yı koruması ve onun adına savaşması karşılığında silah da onun eti ve ruhuyla beslenirdi.

Uzun zaman önce bu savaşın kendi savaşı olmadığına hükmetmiş biri olarak içi rahattı. İç huzurunu koruduğu müddetçe silahın bedenine yayılmasına mani olabiliyordu. Penelope’un oğlunun onu bulmasını istiyordu. Gandrim’in bir avcı olarak büyütüldüğünü biliyordu. Bazı zamanlar başka cadıları onun elinden kurtarmaya çalıştığı oldu. Belki de cadılar umurunda bile değillerdi, tek istediği yeğenine annesini anlatabilmekti.

Sağ eline baktığında koca bir başarısızlık görüyordu. Yaşlanmıyordu ama başka insanlara da yanaşamıyordu. Oysa kardeşi ile yıllar önce yaptıkları planda silahı alarak Kilise’yi ifşa etmek geçmiyor muydu akıllarından? El birden alışılagelmedik şekilde titremeye başladı. Kadın gözlerini kapattı ve ormanı dinledi. Takip edilmiş olmalıydı.

Gandrim yayını gerdi ve nefesini tuttu. Tüm avcılar arasında altı yüz metreden ok atışı yapabilen tek kişiydi. Zaten çoğu avcı bir uzun kılıç taşırdı ve büyüye direncini arttıracak kıyafetler kuşanırdı. Ancak Gandrim farklıydı, onun uzmanlık alanı uzak mesafe dövüşüydü. Yayın tüyünü bıraktığında nefesini yavaşça veriyordu ve ok yarı yola geldiğinde ikincisini sadağından çekti. Bu sırada gözlerini bir an olsun hedefinden ayırmadı. Yele gibi gür ve uzun buğday sarısı saçlarıyla uzun boylu cadı göz dolduruyordu. Bu sırada genç adamın hiç ummadığı bir şey oldu ve ilk oku hedefe yüz metre kala kıymıklarına kadar parçalandı.

İkinci oku da hedefe doğru saldı ve konumunu değiştirmek üzere elli metre ötedeki daha alçakta ama görüş mesafesi halen oldukça iyi olan kayalık yükseltiye geçti. Bu sırada pusulası Zeref’in nerede olduğuna dair en ufak fikri yoktu. Yükseltiye konuşlanıp üçüncü okunu çektiğinde neye uğradığını şaşırdı, kadın ile arasında yalnızca iki yüz metre vardı ve kadın son sürat ona doğru geliyordu. Yer değiştirme taktiği normalde zaman kazandırması gerekirken ona zaman kaybettirdi. Artarda hızla altı oku havaya doğru diklemesine belli açılar ile saldı ve yedinciyi gerdiğinde kadınla arasında yüz metreden biraz fazla mesafe vardı. Altı adımının ardından olacağı noktada kafasında oluşturduğu imgenin İki kaşının ortasına nişan aldı ve oku bıraktı.

Ursula oğlan bundan haberdar olmasa bile onunla beş defa karşılaşmıştı. Onun iyi olduğundan emin olmak istiyordu. Bu beş defada da kendisi gibi bir cadı, gerek tecrübesizliğinden gerekse avcının becerisinden çarmıhı boylamıştı. Kilise’den çaldığı bu silah elindeyken en yetenekli veya değil, hiçbir avcının karşısında şansı yoktu. Nefret ve öfkeyle koca bir şehri yerle bir eden ve insanları kırmızı toz bulutlarına çeviren de zaten Ursula’dan başkası değildi. Yılların inşa ettiği kibirle Ursula önemli bir hata yaptı.

Önce hemen dibine bir ok düştü. Ok hafif bir tıslama çıkartıyordu ancak yanından hızla geçerken buna önem vermedi. İki saniye sonra oğlan silahın ulaşabileceği mesafede olacaktı ve o zaman ilk işi Gandrim’in o pek güvendiği yayını parçalamaktı. Ancak bilmediği şey tıslamanın avcının pusulasını o açıdan saldırması için çağırdığı bir işaret olduğu idi. Sonraki beş ok onu yönlendirircesine sağlı sollu düştü ve manevra yapmasına engel oldu. Okların hiç biri direk ona yöneltilmemiş olduklarından silahı onları yok etmekle uğraşmadı bile. Ursula sol omzunda keskin bir acı ile geriye savrulduğunda şaşkınlıktan olduğu yerde kaldı. Adam direk olarak ona yöneltilmemiş bir yedinci oka doğru onu önceden atılmış altı okuyla yönlendirmişti. İrin akıtan sivri dişlerle dolu bir çene üzerine kapanırken silah halen çalışmayı reddediyordu, Ursula silahın onu öldürmeye çalıştığını düşünmeden edemedi.

“Ne yapıyor böyle?” dedi Gandrim inanamayarak. Yayına domuz delen çelik gövdeli yakın mesafe oklarından yükledi ve yavaşça yere mıhlanmış ve üzerinde Zeref ile yatan hedefine yaklaştı. Zeref kadını neşe ile yalıyordu. Boynunu, yanaklarını, alnını burnunu her yerini salya ile kaplamış zaferle cadıya bakıyordu.

“Zeref çekil!” dedi sert bir şekilde hedef ile arasında on metreden az mesafe varken. Pusula aynı bir uyuz köpek gibi dişlerini gösterip sırtını gererek efendisine döndü. Hiç böyle yapmazdı. Adeta cadıyı koruyordu. “O senin kuzenin. Daha kibar olmalısın” dedi acı dolu bir ses. Kadın doğruldu ve sol omzuna yarısına kadar girmiş olan oku sağ eli ile sadece hafifçe dokunarak küle çevirdi. Zeref hırıldıyordu. Genç adam okunun ucunu bugüne kadar sadakatinden şüphe etmediği pusulasına mı yoksa bir saniye içinde onu öldürebilecek hedefine mi doğrultmalıydı emin olamadı.

“Zeref’i vurursam seni de vururum. Kanı bir yılanınki kadar zehirlidir. Tek bir damlasının bile bulaşması yeterli, kâfir! Son sözün nedir?” dedi soğukkanlılıkla. Kadının yüzü şaşkınlıkla çarpıldı bir yandan da yüzünü silerken gülüyordu. “Beni duyamıyor musun Gandrim? Yeğenim? Kanımın bir parçası ve onun akrabası.” Dedi Zeref’e sarılarak. Bu sırada sağ elindeki çelik pençe iyice küçülerek bileğinde asılı duran basit bir gümüş bileziğe döndü. Adam kadına daha dikkatli bakma fırsatı bulduğunda onun yaralar ve çiziklerle dolu çürümüş cildini gördü. Halen gençti ama zor bir yaşamı olduğu su götürmezdi. Gandrim onun peşinden gelen kaçıncı avcıydı?

“Bu hafta yoluma çıkan üçüncü avcısın. Ümidimi yitirmeye başlamıştım. Seni öldürmek istemiyorum, sen de beni öldürmek istememelisin. Annen böyle olsun istemezdi.” Dedi tane tane konuşarak. Zeref de bu sırada kadının kucağına kafasını koymuş rahatından memnun gibiydi. Gandrim okunu bir an olsun gevşetmedi ve dinlemeye devam etti.

Kadın bileğini kaldırarak ona gösterdi, “Buna kuzey ellerinde bir ad verirler Gandrim. Öyle bir addır ki halk bu adı anmaktan korkar ve silahın kendisi de adı söylendiğinde bunu yapanı anında yok eder. Varlığından pek az kişi haberdardır.” Dedi sakince.

“Derler ki bundan uzun zaman önce kuzeyi bir değil üç cadı kraliçe yönetirmiş. Toprakları bir günlük yürüyüş mesafesindeki ardında bıraktığın harabelere kadar uzanırmış. Üçü barış içinde yaşarlarmış ama doğudan siyahlar içinde bir kabile gelmiş. Kabilenin hepsi erkeklerden oluşuyormuş ve çok erdemlilermiş. Bilgileri ve zekâları cadıları hem meraklandırmış hem de korkutmuş. En çok toprağa sahip ve en zeki cadı onlar ile bir anlaşma yapmış. Bu anlaşma gereği siyahlı adamların bilgisini kendi büyüsü ile harmanlayacakmış. Ortaya çıkan her ne olursa olsun herkesin memnun kalacağını düşünmüşler. En az toprağa sahip cadı bunu kabul etmemiş ve halkını ortaya çıkabilecek tüm felaketlere karşı uyararak güneye yürümüş. Kuzeyin bilge cadısı onu hor görmüş ama bu bileziklerden üç adet yapmış. Onu terk etmeyen kardeşi ile başarılarını kutlarken bir kaza olmuş ve bilezik bir pençeye dönüşerek kardeşini katletmiş. Batının uzak adalarında bu silaha cadı-usturası derler. Büyü gücü olan ama fiziksel tüm saldırılara açık cadıların en büyük silahıdırlar.”

“Siyahlı adamlar bu silaha hayran kalmışlar çünkü kendi ruhsuz silahlarının aksine bu bilezikler canlılarmış. Tek eksikleri ancak ve ancak bir cadının ellerinde güçlerini açık etmeleriymiş. Bu yüzdden siyahlı adamlar eleme sürüklenmiş cadı kraliçenin tahtını devralmışlar ve gücünü kullanarak yeni ve farklı amaçlara hizmet eden ama yine sadece cadılarca kullanılabilecek silahlar üretmişler. Hiçbir zaman sıradan insanların bunları kullanmasını sağlayamamışlar. Bugün siyahlı adamlar kendilerine Kilise diyorlar. Kimsenin gelişmemesi için herkesin bir dini olmasını ve ona gününün yarısını ayırmalarını korkuyla sağlıyorlar çünkü yapmazlarsa aynı güneyin kurtulan cadısının direnişçi ordusu gibi insanların ayaklanacaklarını biliyorlar. İnsanlar dinlerine değil de kendi içlerinden gelen güçlerine saygı duyan bireyler haline gelirlerse yok oluşa sürüklenirler. Elimdeki silah senin doğduğun gün Kilisenin Yahnima kalesinden kardeşim ile çaldığım ve kraliçenin yarattığı ilk cadı silahı. İnsanlar kuzeyin kendilerine saldırdıklarını sanıyorlar ama hepsi yalan. Kilise’nin tek istediği düzenli bir savaş vergisi.” Dedi sesini gittikçe yükselterek.

Adam konuşmanın yarısından beri yayını boşta tutuyordu. Yapsaydı kadının onu çoktan öldüreceğine artık emindi ve Zeref’i hiç böyle görmemişti. Ursula onun kanla bağlı teyzesiydi ve hayvanı olarak gördüğü Zeref de kuzeniydi. O gün için yeterince şok gördüğünü düşünerek yayı tekrar doğrulttu. “Benimle gelmen gerekiyor. Kilise bunu buyurur. Günahlarından arınmak zorundasın.” Dedi terleyerek. Söylediklerine kendisi de inanmıyordu artık. Ursula’nın söylediklerinin onda biri bile doğruysa eğer tüm Kilise ile ilgili önem verdiği değerler alt üst olmuş demekti.

“Doğduğun gün anneni, kardeşimi, Penelope’u yaktılar Gandrim.” Dedi Ursula, ağlamaya başlayarak. Eğilip Zeref’in alnından öptü ve deforme olmuş pusula hızla ve dramatik bir şekilde sıradan bir insana benzemeye başladı. “İşte o sevgili kilisen insanlara bunu yapıyor! Aç gözlerini!” dedi öfke ile. Silah elinde tekrar belirdi ve çınlamaya başladı. Hem adam hem da kadın korkuyla silaha baktılar, “Kaç!” dedi dudaklarının arasından kadın en son.

Pençenin hançer gibi parmakları hızla hedefine doğru uzarlarken Gandrim kadının düşündüğü kadar çaresiz değildi. Kol yenlerinden fırlayan iki otomatik arbalet hızla tüm küçük oklarını pençenin kamçı gibi uzayan parmaklarına yağdırdı. Geriye doğru uzun bir sıçrama ile vuramadığı iki parmaktan sakındı ve ardına bile bakmadan koşmaya başladı. Asla yeterince hızlı koşamayacağını biliyordu. Tökezlediğinde ayağının bir dala veya köke takıldığını sandı ama sonraki anda artık sağ bacağının dizinin tepesinden itibaren orada, yerinde olmadığını görerek dehşete kapıldı. Pençeler hızla üzerilerine kapanırlarken aklına gelen ilk şeye dua etmeye başladı.

Ursula omuriliğinden aşağıya inen bir ürperti ile olduğu yerde dona kaldı. Havadaki büyünün muazzam çıtırtısı iliklerine kadar ulaştı. Zeref sıradan bir insan gibi görünüyordu ama halen üç yaşındaki bir çocuk gibi anlamsız sesler çıkartıyordu. Ormanda o anda duyulan tek sesler bunlardı. Pençe tekrar normale dönerken kadın etkilenmiş bir şekilde soluk soluğa sordu, “Kaç yaşındasın Gandrim? Çünkü az önce bir uyanış yaşadın.” Dedi huşuyla.

Adam bir kopan bacağına bir de etrafını saran elektrik akımları ile kaplı kuvöze baktı. “Ama ama nasıl?” dedi bacağından kanlar boşanırken. Etrafındaki kalkan birden yok oldu. Kadın eğildi ve aynı bacağı yok etmiş çelik pençesi ile yaraya dokundu. Yaradan fışkıran kanlar hafifçe bir bacağa benzer şekilde havada birikmeye başladılar. Zamanla önce kemik, sonra etler ve damarlar, en sonda da deriyi oluşturdu. Süreç öyle hızlıydı ki Ursula bile şaşırmış görünüyordu. Kadın genişçe gülümsedi. “Bu dünyada sıradan insanlar neyin doğru olduğuna, zekiler neyin yanlış olduğuna ve güçlüler neyin gerekli olduğuna karar verirler. Sen ve ben gerekliyiz.” Dedi ve elini olan bitene anlam vermeye çalışırcasına bakan adama uzattı. “Gel ve Kilise önümüzde titresin!” dedi tüm asaleti ile.

Avcı eski avının elini tuttu ve üçü kuzeye, Kilise’nin kalbinin olduğu katedrale doğru yürüyüşe geçtiler. Konuşacakları çok fazla şey vardı.

Ursula’yı Yakalamak” için 4 Yorum Var

  1. Güzel kurgulamışsın ve anlatımında çok güzel bence hoşuma gitti.. =) Konunun cadılarla ilgili olması; ayrıca keyifliydi ve -bir wiccan arkadaşım var- cadıların neler yapabileceğini bildiğim için, büyü anlatımların sanki biraz kurgusal anlatımlara dayanmış; ama gene de çok güzel bir öyküydü. Zaten burada yazılan öykülerin çoğunun roman olabilme yeteneği olduğu ve bunu da “mit” sayesinde gördüğümüz için, ben kendi adıma, burada paylaşılan her yazıyı okudukça mutlu oluyorum. Gerçekten sadece edebiyata odaklanmış ciddi bir site. Umarım ileride burası ve sizlerin sayesinde ciddi işler yapabilme cesareti görebileceğim kendimde. Tebrikler Nihbrin 🙂

  2. Yorumun için teşekkür ederim FreshBlood. Büyülerin güç sözleri veya rünler eşliğinde yapılmasını içeren bir kurgu istemedim. İçlerinden geldikleri gibi yapabilmeleri şu anda benim için önemli, daha doğal geliyor. Bu öykünün devamını gelecek ay için yazmayı düşünüyorum, bu şekilde bitmesini istemiyorum. Umarım devamını da okursun.

  3. Muhteşem!

    Söyleyecek başka söz bulamıyorum, kesinlikle harika. Bulduğun farklı mekan ve kişi isimleri, her leye taktığın orjinal adlar zaten her hikayende olan ve beni hep memnun eden şeyler olmuştu. Ama bu hikayende tavan yaptığını düşünüyorum doğrusu.

    Elbette bazı ufak yazım hataları var, birdenbire okuyucuya çok fazla bilgi birikimi yapmanın handikapı halen devam ediyor ama bunlar kurgunun güzelliği karşısında eriyip gidiyor.

    Tekrar tekrar kalemine sağlık ve geç yorum için çok özür…

  4. Nihbrin’in kurguladığı tasarımlardan etkilenmemek mümkün değil zaten, ki bu öyküsünde akışı ve nitelikselliği daha da hissettiriyor bizlere.

    Ben de çok beğendim fakat mit’in bir üstteki yorumda söylemiş olduğu “birdenbire okuyucuya çok fazla bilgi birikimi yapmanın handikapı halen devam ediyor” cümlesine de katılıyorum, hoş ne kadar uzun bir yazı olsa da tam bir roman kurgusu olduğu için tane tane ve çok daha uzun bir şekilde yapılacak anlatımın her zaman daha iyi olacağı kanaatindeyim. Ki zaten bundan sonra gelen öyküsü de, devam niteliğinde olduğundan belki bu sorunu da aşmıştır diye düşünüyorum.

    Ellerine sağlık Nihbrin, haydi bakalım diğer hikayeye!

nihbrin için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *