“Dünya dünyeviliğini yitirmiş gibiydi. Zaptedilmiş, zincire vurulmuş canavar görmeye alışmıştık, ama orada – hem canavarca, hem de özgür bir şeydi gördüğünüz. Dünya dışı bir şeydi, insanlar da – hayır, insanlık dışı değildiler. En kötüsü de buydu, anlıyor musunuz – insanlık dışı olmadıkları kuşkusu. Yavaş yavaş geliyordu bu duygu insana. Çığlık atıyorlar, zıplıyor, oldukları yerde dönüyor, korkunç suratlar yapıyorlardı; ama, insanlıklarını -sizinki gibi olan insanlıklarını- ve bu çılgın, coşkun cümbüşle olan uzak akrabalığınızı düşünmekti sizi heyecanlandıran. Çirkindi. Evet, oldukça çirkindi; ama yeteri kadar yürekliysen, o şamatanın korkunç içtenliğinin ruhunda ufacık da olsa bir tepki yarattığını kabullenir, senin -İlk Çağların gecesine böyle uzak olan senin- bile kavrayabileceğin bir anlamı olduğundan uzaktan uzağa kuşkulanabilirdin…”
Karanlığın Yüreği (In the Heart of Darkness)
Joseph Conrad
(Çeviri: Sinan Fişek)
Kafatasının çatırtısını duyunca kendisine geldi.
Bir eliyle kavramış olduğu gırtlağa ve devamındaki şeye baktı. Gördüğü bir insan kafasından çok farklıydı artık. Sanki birisi kanla kaplı bir yüzeyi, eskiyip lime lime olmuş bir havluyla silmiş, sonra da havluyu buruşturup bir top gibi bırakmıştı. Teoman’ın gırtlağını bırakıp doğruldu. Diğer elinde sıkıca kavradığı kaya parçasına baktı. Eline ne de güzel oturmuştu. Sanki birisi bu taşı özel olarak yontmuş gibiydi; birinin kafatasını parçalayabilmesi için. Önce taşı sıkan parmaklarını biraz gevşetti, sonra da taşı ceketinin cebine koydu. Deniz kokusunu ve soğuğu hissetti. Rüzgar kısa kesilmiş saçlarını havalandırıyordu. Derin bir nefes alıp etrafına bakındı. Park boştu ama şehrin ortasında olduğu için gecenin bu saatinde bile gürültüden muaf değildi. Kim bilir ne zamandır yanmayan lambaları yüzünden karanlığın hüküm sürdüğü parkta şehrin sesleri dolanıyordu, kornalar, otomobil sesleri, gemi düdükleri, aniden hızlanarak uzaklaşan bir motosikletin gürültüsü…
Önce ceketini, sonra kravatını düzeltti. Teoman’ın ayak bileklerinden tutup denize doğru sürüklemeye başladı. Kıyının kenarına getirdiği ölü vücudu bir hamleyle kaldırıp denize attı. Boğaz’ın bu kısmında akıntının kuvvetli olduğunu biliyordu. Ceset akıntıyla Marmara Denizi’ne sürüklenecekti. Öyle olmasa da önemi yoktu. Hiçbir şeyden korkmuyordu. Çünkü mağarayı keşfetmişti. Şehrin ortasında, TEM yolundaki viyadüklerden birinin altına gizlenmiş, kimselerin bilmediği bir mağaraydı bu. Onu çağırmış, onunla konuşmuş, onu değiştirmişti.
***
Mağarayı o sabah keşfetmişti. Sağanak yağmur altındaki İstanbul, Pazartesi sabahı insanı olduğu yerde boğup öldürecek kadar kasvet doluydu. Yapacağı sunum için hazırlanmış, geç yatıp erken kalkmıştı. Böyle bir günde Anadolu yakasından Avrupa tarafına köprüden geçmek zor olacaktı. Arabasını almadı. Önce Üsküdar’a ulaştı. Oradan kısa bir motor yolculuğuyla Beşiktaş’a geçti. Her yağmurlu günde olduğu gibi istediği yere giden bir taksiyi bulana kadar birkaç taksi durdurmuştu. Gidilecek güzergah için taksiciyle yaptığı pazarlıkta anlaşmaya varmayı başardı ve yola çıkabildi.
Bugün tam vaktinde işte olmak zorundaydı. 2 haftadır üzerinde çalıştığı sunumu yapacaktı. Müdür çok disiplinliydi. Kıyamet kopsa herkesin tam saatinde gelmesini isterdi. Yetişemezse işten atılmayacaktı belki ama ezile büzüle özür dileyecek, herkesin ortasında rezil olacaktı.
Taksici trafikten nispeten kurtulmak ya da yolu biraz uzatmak için TEM’den gidiyordu. İlk başlarda trafik akıyor gibiydi ancak çıkacakları sapağa yaklaşırlarken yoğunluk arttı. Sağnak yağmurda göz gözü görmüyordu. Birkaç dakika aynı yerde beklediler. Kornalar çalınıyor, bunalan şoförler yağmura rağmen camlarını açıp boyunlarını dışarı uzatıyor, ileriyi görmeye çalışıyorlar, birbirlerine soruyorlardı. Taksicinin telsizine anons geldi. İleride büyük bir kaza olmuştu. Ölen yoktu ama kamyon devrilmiş, araçlar zincirleme birbirine girmiş, trafik durmuştu. Taksici kontağı kapattı. Bu havada yolun açılmasının en az bir saat süreceğini söyledi. Dışarısı ağır yağmur altındaki tropik bir orman gibiydi. Bu ormanın topraklarından beton, asfalt ve çelik fışkırıyordu. Az gerideki başka bir taksiyi fark etti. Yağmurluklu, şemsiyeli bir kadın dışarı çıktı. Yürürken şemsiyeye hakim olamadığını fark edip şemsiyesini kapattı, başını eğip yağmura karşı yürümeye başladı. Saatine baktı. Yarım saati kalmıştı. Karar vermesi gerekiyordu ama zaten seçeneği yoktu. Yapacak tek şey vardı. Taksiciye parasını ödedi, montunun kapşonunu taktı, tablet çantasına yavrusunu yağmurdan korumaya çalışan bir anne gibi sarılıp çıktı.
Viyadüğü geçip sapaktan aşağı doğru inerken yürüyen başka insanları gördü. Taksi, dolmuş ve otobüs yolcularından bazıları onun gibi yola yaya devam etmeye karar vermişlerdi. Biraz rahatladı. Sağnak yağmur altında tek başına otobanda dolanmak insanı geren bir aktiviteydi. Otobanlarda yaya canlılara yer yoktu. Burası tekerlek üzerinde ilerleyen kızgın, sürekli homurdanan ve yavaşlamaya niyeti olmayan metal canavarların dünyasıydı.
Türlü kıyafetler içindeki erkek ve kadınlar birbiri ardı sıra otobandaki emniyet şeridinde ilerliyordu. Viyadüğün altına geldiklerinde dağılmalar oldu. Saatine baktı, hızlandı. Az ilerisinde yürüyen bir kadın telefonunu yağmurdan saklayarak konuşmaya çalışırken düşürdü. Telefon yerde sekip tam önündeki su birikintisine düştü. Olabildiğince hızla elini birikintiye daldırıp telefonu çıkardı. Panik içinde gelen kadına uzattı. Kadın hiçbir şey demeden hatta yüzüne bile bakmadan telefonu alıp incelemeye başladı. Bir yandan söyleniyor bir yandan da telefondaki hasarı anlamaya çalışıyordu. Telefonu alıp uzattığı için pişman olduktan sonra yoluna devam etti.
Trafiğin sıkışık olduğu yoldan dışarı atladı. Vıcık vıcık olmuş toprak bir zemini geçti ve viyadüğün altından geçen yola ulaştı. Bu yol vızır vızır işliyordu. Emniyet şeridini ihlal etmiş, aşırı hız yapan bir şoför tarafından ezilmemek için yola geçmedi. Bariyer boyunca moloz ve çalı kaplı zeminde yürümeye başladı.
Viyadüğün tam ortasına geldiğinde, sağ tarafında bir ışık fark etti. Durup baktı. Kayalık, çalılarla kaplı bir yerden ışık sızıyordu. Orada bir araç olması imkansızdı. Işığın rengi maviden kırmızıya dönüyor, sonra ara tonları gezerek yine mavi oluyordu. Bir ambulans ya da polis arabasının kaza yapmış olabileceğini düşündü. Az önce bir daha kimseye yardım etmeyeceğine dair verdiği sözü bozarak ışığa doğru koştu.
Işığın sızdığı yere ulaştı. Çalıları araladı. Kaza yapmış bir araç falan yoktu. Işık bir mağaranın ağzından geliyordu. Biraz daha dikkatli baktı. En fazla 3 metre çaplı karanlık bir boşluk vardı. Etrafı da ışık haleleriyle çevriliydi. Ne olduğunu anlamaya çalışarak birkaç adım attı, mağara ağzına benzeyen deliğe yaklaştı. O an karanlığın içinde bir hareket hissetti. Belli belirsiz bir hareket. Sanki tam karşısında, yere 90 derece dik duran bir su kütlesi vardı, ortasındaki karanlık boşluk da bir girdap gibi dönüyordu. Ayaklarının yerden kesileceğini, girdabın içine çekileceğini düşündü. Ama öyle bir şey olmadı. Onu içeri çeken fiziki bir kuvvet değildi. İçinde oluşan bir istekti. Tam karşısındaki, artık net olarak gördüğü karanlık girdabı ve etrafındaki maviden, kırmızıya, eflatundan, turuncuya dönen ışıkları izledi. Bir an için her şeyi unutmuştu. Kuvvetli bir merak duygusu tüm benliğini kapladı. Issız, karlı bir zirvede mahsur kalmış, uykuya dalmasına ramak kalmış yalnız bir dağcı gibiydi. Mağaranın etrafındaki her şey bulanıktı. Yağmurun ve rüzgarın sesini duymuyordu. O an telefonu çalmasaydı belki de adımını atmış olacaktı. Ama otomatikleşmiş bir hareketle telefonunu açtı.
Dakikalar sonra yürümeye devam ediyordu. Yetişmişti. Ofisin olduğu binaya artık metreler kalmıştı. Az önce arayan işten bir arkadaşıydı. Onun nerede kaldığını merak etmiş, uyarmak için aramıştı. Herkes toplantı için hazırdı. Binaya girip asansöre bindiğinde az sonraki sunumdan çok, o karanlık mağarayı düşünüyordu. O mağara nereye açılıyordu, içeride ne vardı? Öyle bir mağara görmüş müydü? Yürürken uyuya mı kalmıştı? Bu mümkün müydü? Asansör ofis katına geldiğinde gördüğü mağaranın hayal mi yoksa gerçek mi olduğuna artık emin değildi.
***
Mesai saatinin bitimine yarım saat vardı. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Bir an önce bugünün bitmesini, binayı terk etmek istiyordu. Gün berbat başlamış, felaket olarak devam etmişti. Yaptığı sunum hayal edemeyeceği kadar kötü sonlanmıştı. Çünkü ekip arkadaşı, 2 yıldır yanındaki masada çalışan, dost zannettiği Teoman okkalı bir kazık atmıştı.
Sabahki sunumu müdür ve diğer arkadaşları beğenmişlerdi. Ama konuşması bittiğinde Teoman elini kaldırıp söz aldı ve pazar payını arttırmayla ilgili farklı fikirleri olduğunu söyledi. Müdür izin verince ayağa kalktı, şema ve tablolarla adeta ikinci bir mini sunum hazırlamıştı. Oysa bu görev ona verilmemişti. Böyle bir hazırlık yapmasına gerek yoktu. Günlerdir ne üzerine çalıştığını çok iyi bilmesine rağmen, yan masada oturup arkadaşının yüzüne gülmüş ama aklına gelen fikirleri paylaşmamıştı. Kendisini ön plana çıkarmak için sinsice çalışmış, terfi alabilmek için arkadaşını harcamıştı.
Dışarı çıktı. Yağmur dinmişti. Eve gitmek istemiyordu. Teoman yaptığı sunumdan sonra müdür tarafından terfi ettirilmişti. Bunu kutlamak için ofisteki bir grupla her zaman toplandıkları bara gitmişlerdi. Teoman kendisine kazık atmasaydı, şu an o barda kutlama yapan kendisi olacaktı. Olaydan sonra Teoman çekingen bir şekilde yanına gelmiş, yaptığı hainliğin farkında olacak ki, özür dilemişti. Yapması gerekeni yaptığını, iş ve arkadaşlığın ayrı şeyler olduğuyla ilgili bir şeyler gevelemişti. Teoman’ın konuşması devam ederken sırtını dönüp odadan çıkmıştı.
***
Kendisini sabahki viyadüğe doğru yürürken buldu. Yağmurdan sonra hava, bir nebze daha ferahlatıcıydı. Mağarayı hayal meyal hatırlıyordu. Viyadüğün altına yaklaştığında mağaranın takside uyukladığı sırada gördüğü bir rüya olabileceğini düşündü. Ama aynı yere gittiğinde mağarayı yine ışıklarını saçarken buldu.
Bu kez çok düşünmedi. Mağaranın içindeki girdaba doğru yürüdü ve karanlığın içinde kayboldu.
Kulakları uğuldadı. Yürümeye devam etti. Karanlık bir tünelin içinde yürüyordu. Karanlık hiç bitmeyecek gibiydi. Bir ışık, bir çıkış yolu olmalı diye düşünürken kendini balta girmemiş bir ormanda buldu.
Bastığı toprağın her santimetre karesinden adeta hayat fışkırıyordu. Çeşit çeşit otlar, çiçekler, sarmaşıklar, ağaçlar her yeri kaplamıştı. Önündeki belli belirsiz patikayı takip etti. Uzaktan ya da yakından türlü hayvan çığlıkları duyuluyordu. İrili ufaklı kuş sürüleri oradan oraya uçuyorlardı. Temiz havadan başının döndüğünü hissetti.
Patikanın götürdüğü ufak tepeyi aştığında tam karşısında kendisine bakan bir kurt gördü. Gözlerini kısmış, gri tüylerini kabartmış, hırıldayan kurt, kıpkırmızı gözlerini üzerine dikmişti. Olduğu yerde donup kaldı. Kalp atışları hızlandı. Korku ensesinden aşağıya yayıldı. Midesi buruldu. Kurt kıpırdamıyordu ama her an üzerine atlayacakmış gibi gergindi. Korkmuştu. Kalbi çatlayacak gibiydi. Kurt öne doğru bir adım atmıştı ki ağaçların arasından yaşlı bir adam belirdi. Uzun saçlı, kürklü, elinde asası olan iri yarı bir adamdı. Kafasında ince halkadan bir taç vardı. Tek gözü siyah deriden bir bantla kapalıydı. Elini kaldırıp kurtu işaret etti ve
“Erkek, kadın, çok insanın canını aldı” dedi.
Gözleri masa tenisi maçı seyreder gibi bir vahşi hayvana bir de yaşlı adama gidip geliyordu. Bu adam bir kurtarıcı mıydı yoksa başındaki bela ikiye mi katlanmıştı karar veremedi. Yaşlı adama döndü.
Yaşlı adam elini kaldırdı.
“İhtiyacın olan her şey sende var”
Adamın konuşması biter bitmez üzerinde bir değişiklik hissetti. Sağ elinde tuttuğu tablet gitmiş yerine bir balta gelmişti. Taş uçlu, ilkel bir baltaydı bu. Üzerindeki takım elbise de gitmişti. Yarı çıplak vücudunun bir kısmını kaplayan bir post giyiyordu. Şaşkınlıkla elindeki baltaya, yeni kıyafetlerine bakınırken adam tekrar konuştu,
“Kaybedersen, bu mağarayı ve beni unutacak, eski sefil yaşamına geri döneceksin. Buraya ait hiçbir şeyi hatırlamayacaksın. Ama kazanırsan… Hiçbir sözün ya da kitabın anlatamayacağı bir şey öğreneceksin”
Yaşlı adamın sözleri iyiye alamet değildi, kalbi tekrar çarpmaya başlamıştı. Sesi titreyerek
“Yardım et… Lütfen… Neresi burası?” diye sordu.
Yaşlı adam bir süre onu izledi. Gökten süzülerek gelen bir kuzgun omzuna kondu. İkinci bir kuzgun da tepede çığlıklar atarak dönüyordu. Yaşlı adam dönüp uzaklaşırken kurt da atıldı.
O an sanki saniyeler boyu sürdü. Bir filmin ağır çekim sahnesine benzese de, kurdun boğazından çıkan korkunç hırıltılar, açılmış ağzındaki sivri dişlerden sıçrayan parlak salya damlacıkları, toprağa çarpan pençelerinin tedirgin edici sesi, film olamayacak kadar gerçekti. Kurt sıçradı ve pençesini savurdu.
Can havliye savurduğu taş baltası hayvanın kafasına geldi. Kurt yediği darbeyle dengesini kaybedip arkasındaki bayıra yuvarlandı. Döndü, nefes nefese kalmıştı. Akciğeri, diyaframı şişip iniyordu. Tek bir şeye odaklanmıştı, hayvanı öldürüp buradan kurtulmak.
Kurt yuvarlandığı yerde toparlandı ve hiç beklemeden saldırdı. Bu sefer hazırlıklıydı; taş baltasının sapını iki eliyle sıkıca kavradı. Hayvanın kafasına vurabilirse işini bitirebileceğini düşündü. Oynadığı bilgisayar oyunları gözünün önünden geçiyordu ama burada kaybedeceği bir tek canı vardı.
Kurt atılırken baltayı savurdu. Balta hayvanın kafasında patladı. Kurt böğürdü. Çarpmanın etkisiyle taş ucu ağaç sapa bağlayan ipler koptu, taş fırladı gitti. Hayvan aldığı darbeyle düştüğü yerden gözü dönmüş gibi ikinci kez atladı.
Her şey hızlandı. Gözünün önünden keskin dişler, sivri pençeler, kan kırmızı gözler geçiyordu. Kurdun yakıcı nefesini yüzünde hissediyordu. Hayvanın ağırlığıyla bayırdan aşağı yuvarlandılar. Kurdun tırnakları kollarındaki, sırtındaki deriyi yüzdü, etini yardı. Sanki birisi çaydanlıktaki kaynar suyu azar azar üzerine boşaltıyordu. Acı onu daha da kamçıladı. Yuvarlanırken kurtla yüz yüze geldiler. Kurt suratını ısıracakken iki eliyle boğazını tutup sıkmaya başladı. Canı yanıyordu ama öfkesi daha fazlaydı. İstanbul’un ortasında girdiği acayip bir mağarada bu kuduz hayvan tarafından çiğ çiğ yenmeye niyeti yoktu. Vahşi bir çığlıkla, baş parmaklarını kurdun gözlerine var gücüyle soktu.
Kurtla beraber bir ağaca çarpıp durdular. Hayvan artık hareket etmiyordu. Ayağa kalktı. Tüm vücudu kan içindeydi. Yerdeki kurda baktı. Kafatasında gözlerinin olması gereken yerde kanlı, iki kara delik vardı. Elleri kıpkırmızıydı. Tırnaklarının ucundan deri ve beyin parçaları sarkıyordu.
Açıklığa doğru birkaç adım attı. Kafasını kaldırdı. Havada bembeyaz bulutlar, masmavi bir gökyüzü vardı. Güneşin sıcaklığını kemiklerinde hissetti. Gökte çığlıklar atarak dönen kuzgun üzerine pike yapıp geçtikten sonra ağaçların ardında kayboldu. Vücudundaki kesiklerden akan kan ayak bastığı yerde küçük bir birikinti oluşturuyordu. Dirseğinden, çenesinden düşen kan damlaları bu küçük birikintiye düşüyordu. Hiç bu kadar kan kaybetmemiş, vücudu bu derece yara almamıştı. Dakikalar içinde kan kaybından ölecek gibiyken, aksine kendisini ilk kez bu kadar canlı hissediyordu.
Mağaranın çıkışına doğru yürürken kendinden geçmek üzereydi. Tam dışarı çıkmıştı ki yere kapaklandı.
Gözlerini açtığında kıyafetleri üzerindeydi. Tableti yanında duruyordu. Ayağa kalktı. Mağara gözden kaybolmuştu. Etrafına bakındı. Az önce yaşadıklarını düşünürken cebindeki ağırlığı fark etti. Elini cebine atıp içindekini çıkardı. Avucundaki şey baltasının ucundaki taş parçasıydı. O an ne yapması gerektiğini fark etti. Taşı cebine koydu, tableti aldı ve yürümeye başladı.
***
Gece yarısı parkta iki kişilerdi. Yanında yürüyen Teoman döndü,
“Tamam, parka geldik işte!” dedi, “Şimdi ne diyeceksen söyle hadi!”
Mağaradan çıkınca kutlamanın yapıldığı bara gitmişti. Teoman’ı çıkarken yakalamış, konuşmak istediğini söylemiş ve onu parka getirmişti. Teoman böyle ıssız bir yere hiç çekinmeden gelmişti. Terfisini elinden aldığı, her zaman her yerde ezebileceğini düşündüğü bu saf arkadaşından korkacak değildi.
Elini cebine attı ve kanlı taş parçasını çıkardı, Teoman’ın önüne attı, arkasına bakındı, ilerideki bir ağacı gösterdi.
“Şimdi şu ağaca kadar gideceğim. Sonra dönüp seni öldürmeye geleceğim!”
Teoman duyduklarına inananamış gibiydi. Elindeki taşı Teoman’ın önüne attı,
“Bunu silah olarak kullanabilirsin. İşe yarıyor” dedi.
Teoman şaşkındı,
“Ne saçmalıyosun oğlum? N’apıyosun? Şaka falan mı bu?” dedi, etrafına bakındı.
Teoman’a arkasını dönüp gösterdiği ağaca doğru yürüdü. Ağacın yanına gelene kadar arkasına bakmadı. Ağaca varınca durup döndü.
Teoman yerdeki taşı almış, yüzünde dehşet dolu bir ifadeyle üzerindeki kanı inceliyordu.
“Kaybedersen öleceksin…. Ama kazanırsan… Hiçbir sözün ya da kitabın anlatamayacağı bir şey öğreneceksin” dedi ve Teoman’a doğru koşmaya başladı. Teoman’ın yüzündeki ifadeye baktı. Gözlerindeki dehşeti gördü. Artık bu işin şaka olmadığını anladığını düşündü. Teoman taşı havaya kaldırırken iyice hızlanarak kendine kazık atan iş arkadaşının üzerine öfkeyle atıldı.