“Allah’ım! Yine aynı ses! Ya zihnimin gökleri, şuurumun höyüklerinden çınlayan bu sesle delinmektedir veyâ insanlık, her gece biraz daha silinmektedir!”
Yine kan ter içinde uyandı. Her gece, aynı saatte bir ses şehrin kulaklarını dolduruyor, fakat insanlar huzurlu uykularından yine uyanmıyor, sıcak yataklarından yine kalkmıyordu. Ve ilgisizliğe maruz kalmanın cesâretiyle bu ses daha da şiddetleniyor, her gece gırtlak kanatıyor, her defâsında kulak patlatıyordu.
Deliriyor olmak korkusunun verdiği şaşkın acelecilikle terliklerini aradı; bulamadı. Ziyânı yok. Odasının kapısına doğru yürüdü. Bu, rengiyle karanlıkları yırtan çığlık, geçen vakit içinde uzaklaşacağına daha da olgunlaşıyor, aklın önüne çektiği sedleri bir bir yıkarak idrâkin sınırları içine giriyor, elle tutulacak kadar somutlaşıyor, sonra kayboluyor, uzaklarda bir yerlerde yine görünüyor, aynı mâcerâyı tekrar yaşıyor, fakat her seferinde en son raddeye varamadan kayıp memleketlere kaçıyordu. Biliyordu ki bu zihninin ona oynadığı bir oyundur ve sinsiliğini, yüzünü yıkayana kadar sürdürecektir. Bu hissin verdiği kudretle, kapı iskeletlerinin altından hızlı hızlı, ödülüne koşan bir imparatorun şehrin girişine kurulan zafer taklarının altından geçişiyle geçti. Musluğu çevirdi ve ayalarını birleştirerek çukurlaştırdığı avuçlarına doldurduğu suyu suratına çarptı. Bir çocuk dünyâya gözlerini nasıl açarsa, o da her gece bu çığlığın etkisinden öyle kurtuluyordu.
Fakat bu nedir? Önce şiddetli bir hayvan homurtusu gibi yükselen, keskinleşen, hız ve şiddet kazandıkça tizleşen, bâzı derecelerde hâmile kadınların, bâzı mertebelerde at terleten, düşmana kılıç çalan adamların nârâlarını andıran bu çığlık da neyin nesi? Ve her gece neden tekrarlanır? Bu ses sâhibinin saat 03:19 ile ne alıp veremediği vardır? Yahut bu ses gökleri böyle şiddetle sararken, bütün bir şehrin bir mezarlık sessizlik ve kayıtsızlığına düşmesi nedendir? Bâzen vicdânı sızlatan, bâzen yürek hoplatan; bir ân ölmüşlerin rûhunu resm-i geçit hâlinde sıraya dizen ve bir ân eski zaferleri hatırlatan bu haykırışa, hangi kalın taşlarla örülmüş muhayyile, hangi penceresiz odalarda esîr edilmiş rûh tepki göstermez? Bu ses hangi yüreği hoplatmaz ve hangi kulak bu seslenişten, ünleyişten rahatsız olmaz?
İşte en başta kapana kısılmış bir yaban domuzunu andıran, bir ânda çâresizliğin resmini en usta ressamdan daha ustaca akıllara nakşeden, arkasından ağız kanlandıracak kadar incelip bulutları korkutan ve nihâyet ritmini bulmuş bir tay gibi, gençliğin övüncüyle bozkırları arşınlayan bu ses, ayın kulaklarına bir şeyler fısıldadı. Bunun için gökyüzü bu kadar açıktır ve ayın suratındaki hüzün de bundandır.
Aynanın karşısında öylece, hareketsiz kaldığını fark etti. Ve korktu, şaşırdı; seziyordu ki bu bağırtı, kendi hayâtında bir şeyleri değiştirecektir. Bu her gece, bir karanlık ezanı gibi kulağında çınlayan ses, kendisini bir tuhaf ibâdete dâvet etmektedir. Bu adam kendi sesinde Tanrı’nın saklı kudretini toplamıştır. Bu dâvete icâbet etmemek olmaz.
Tekrar yatağına uzandı ve mırıldandı: “Allah’ım, bu atlarının nallarının tok sesiyle bulutları korkutan adamı bulacağım. Bulacağım ve soracağım: Derdin nedir ve benden ne istiyorsun? Ve sonra huzûra kavuşacağım. Bana yardım et.”
* * *
Saat 03:12. Bütün günü hareketsiz, yalnızca düşünerek evde geçirdikten sonra, bir tefekkürün değil, belki bilinçsiz bir isteğin sonucu, önemli bir görüşmeye yâhut sevilen birisinin düğününe gitmek için hazırlanır gibi hazırlanmış, vaktiyle büyük paraya satın aldığı, yıkayıp ütüledikten sonra dolaba özenle yerleştirdiği takım elbisesini giymiş, pahalı kokular sıkmış, her göreni etkileyebileceği bir vaziyete bürünmüştü. Daha sonra, yine o bilinçsiz isteğin etkisiyle, her ân duymak istediği, fakat duydukça da rahatsız olduğu çığlığın sâhibini bulmak arzusunun câzibesine kapılmış, normal ve mazbut evlerin bütün ışıklarının söndüğü bir saatte, gecenin ikisinde büyük bir iştiyâkla sokağa atılmıştı. Evvelâ sesin geldiğini tahmin ettiği sokaklarda yürüdü. Biraz sonra belki şu pencerelerden birinde bir ışık belirecek, sesin sâhibi kısa fakat derin çığlığını koyvermek için son hazırlıklarını yapacak; belki gerinecek, ayağa kalkacak ve elini yüzünü yıkayacak veyâ belki kendiliğinden, hattâ kendisi dahî farkında olmadan haykırmaya başlayacaktı. Ama mutlaka olağanüstü bir şeyler olacak; ya bir ânlığına bulutlar şekil değiştirecek ve sesin tesiriyle bambaşka bir hâl alacaklar veyâ gökgürültüsünü andıran bu homurtuyu bir şimşek tâkip edecek; fakat olağanüstü bir şey mutlaka, mutlaka vuku bulacaktı. Şimdi o sesin sâhibini tanımak, yakasına yapışmak, sarsmak, “benden ne istiyorsun?” demek, haykırmak ve onunkine en fazla benzeyen bir çığlıkla onu da rahatsız etmek istiyordu.
03:13. Şehrin, bu büyük hâdiseye ramak kalmışken hâlâ eski kayıtsızlığını devâm ettirebilmesine şaşıyordu. En sıcak yatakların buz kesmesi, en sâkin evlerin Moğol istilâsına uğramış gibi karışması gereken şu vakitte, daha evvel hiçbir şey olmamış ve biraz sonra hiçbir şey olmayacakmış gibi şehrin uyumaya devâmda ısrârı, ona en olmaz işlerden daha olmaz bir şeymiş gibi geliyordu. Birazdan at terletenlerle atların önünden kaçanların seesleri birbirine karışacak, tek bir ses gibi göğe yükselecekti; fakat bu mühim olayı her gün yaşayan şehir, yine her günkü sâde uykusunda sebât gösterecekti. Şehrin bunu fark etmemesi, fark edip saatini kendisi gibi bir kenara kaydetmemesi, iştiyâk ve tecessüsle bu sesin kaynağını bulmaya çalışmaması hayret verici bir şeydi. Fakat hakîkatin de ta kendisiydi.
03:14. Şehir nedir? Böyle bir vakayı, insan yapısı dar şehirlerin hududlarına hapsetmek, hiç olmazsa Tanrı’nın varlığını inkârdır. Zirâ böyle bir sarılış ve çevrilişin, insan mamûlü olmakla birlikte, insan aklını çok çok aşan boyutları vardır. O hâlde, bu ses Tanrı’nın şikâyetinin, dünyâdaki aks-i sedâsı olmalıdır. Ancak, Tanrı kendisine vâsıta ve halîfe olarak insanı seçtiği hâlde, onu duymamak ve duysa da anlamamakta ısrâr eden de yine insandı. Meselâ, şu, sokağın köşesinde, gecenin bu vaktinde giyinmiş kuşanmış bu adamı görmeye alışmadığı için kendisini süzen, sokak lâmbasının ışığında boz renkli, arkadaşlarından daha vahşî görünen köpek, kendisi gibi, o adamın haykırmasını bekliyor, bu seste adamın da anlayamadığı bâzı şifreleri, bir hayvan içgüdüsüyle anlıyor olmalıydı.
03:15. Sesin geldiğini tahmin ettiği sokaklarda dolaşmaya devâm etti. Köpek de kendisi ile geliyor, hangi sokağa saparsa onu tâkip ediyordu. Ne yapıyor bu hayvan? Yürürse yürüyor, durursa duruyor; fakat karanlıkta onun gözlerini ısrârla arıyordu. Buldu; ve bulduğu ânda göz kamaştırıcı bir ışık, köpeğin gözlerinden kendi gözlerine sel oldu aktı. Işığın şiddeti, ne var ne yoksa görünmez yapıyor, bu şiddet karşısında adam gözlerini, son savunmasını kale içinde yapmaya karar verdiği için kale kapılarını kapatma emri veren bir komutan gibi kapatıyordu. Gecenin tüm hücrelerini dolduran aydınlık, azalmak şöyle dursun, yapışkan ve akıcı bir madde gibi, zaman geçtikçe gözlerine ve şuuruna yayılıyor, parladıkça idrâkini kapatıyordu. Zihni bin bir düşüncenin hücûmuna uğradı. Kim bilir hangi delinin, her gün aynı saatte fırlattığı takıntılı çığlıklar yüzünden dışarı çıkmış, sokaklarda amaçsız dolaşmış, bir vehmi andıran hâtıranın peşinde, dünyânın en mühim sırlarından birini keşfe gider gibi gitmiş, nihâyet beceriksizliği yüzünden dağ gibi paralar harcanarak yapılan gemisini karaya oturtan bir kaptan misâli, çâresizliğin denizlerine dalmıştı. Ya tabiatüstü bir olay ile karşı karşıyaydı veyâ bir rüyânın orta yerinde öylece duruyordu.
Bir iki yoklamadan sonra bütün melekelerinin saat gibi işlediğini fark edince cıva gibi ağırlaşan havanın, bir daha ayrılmamak üzere ciğerlerine son bir saldırıya kalktığını hissetti. Karşı durabilmek için gerekli ve yeterli teçhizâtı hâiz değildi. Düşman bütün bir medeniyetin imkânlarını seferber ederek üzerine geliyor, kendisi Afrikalıların en ilkel silâhlarına dahî sâhip olmamanın aczini yaşıyordu. Işık artıyor, şuurun bir kapısına yöneliyor ve yalnız o kapının içerisini aydınlatıyor, düşüncenin geri kalan kısımları ışığın aydınlığında kararıyordu. Ve tek aydınlık nokta, ona biraz sonra öleceği fikrini telkin ediyordu. Umutsuzluk, dünyâdan ayrılmama isteği ile birleşerek ona son bir hamle yapmak kudreti verdiyse de, meçhûl ve cisimsiz bir düşmanla çarpışmak, Tanrı’ya meydan okumakla eşdeğer olduğundan, bu son faaliyet umudunun da yok olması, rûhunun bütün derûnî kuvvetlerini infılâk ettirdi. Kendini kaderin kaatil kollarına terk etmek üzereydi. Waterloo’dan mağlûp dönen Napolyon gibiydi; farkı, hiçbir vakit fethemedeyeceği Avrupa’yı fethetmek sevdâsına düşmemiş olmasıydı; fakat yine de suçun kendisinde olduğunu, vicdânına karşı bir borç telakkî ettiği için kabûl ediyordu.
Bir kuvvet omzunun üstünden bastırdı. Direnecek takati olmadığından sağ dizinin üzerine çöktü. Bu hâliyle yere diz vuran bir askeri andırıyordu.. Ve uzun zamandır ilk kez içini tam mânâsıyla ferahlatan o sesi duydu. Daha önce bir acılı haykırış hâlinde çıktığını sandığı o çığlık, şimdi kulaklarına en şen şakrak kahkahadan daha memnûniyet verici bir sıcaklıkla çarptı. Aydınlık kararıyor, gözleri güneşten kamaşmış bir çocuk uyuşukluğuyla gözlerini ovuşturuyor ve her şeyi unutarak yalnız o sesi ve biraz sonra görmeyi umduğu sesin sâhibini düşünüyordu.
Önüne zar zor bakabildi, saat 03:19 olmuş olmalıydı. Işıktan kalan benekler yavaş yavaş siliniyor ve manzara netleşiyordu. Kendisi bir asker gibi yere diz vurmuş, en lüks kıyafetler içinde dikiliyor; şişman, uzun saçı ve sakalı yağlanmış ve dağılmış, sanki binlerce yıldır giydiği kıyafetleri parçalanmış bir adamın karşısında selâm duruyordu. Manzaranın garipliğini düşündü. Karşısındaki adam, ince fakat gür sesiyle “Kalk!” diye gürledi. “Kalk ki seninle berâber, bin yılların evlâdı da ayaklansın.” Karşı koymak istedi; fakat bir asker itaatiyle ânında ayaklandı. “Ben ki, birkaç bin yıl yaşındayım. Dünyâ kurulalı beri yaşadığımı söylerler ya, evvelim de vardır. Hiçbir rûh yaratılmamışken Tanrı ile ahbâblık etmişim. En kuvvetli rüzgârlarda yellenmişim. Topraklarda tohumlarla bellenmişim. Dünyâyı yapan suda sellenmişim. Yüz binlerce insanın dilinde dillenmişim. Meleklerden fazla zamânım vardır. Kaç çürümüş dilde destânım vardır. Nice saraylarda fermânım vardır. Ummanlar dolduran vicdânım vardır. Kâbuslar dolduran nâmım vardır. Her millette şânım vardır. Bozkurt demekle maruf, Tanrı’dan hediye hayvanım vardır. Ve bozkır derler, ünvânım vardır.”
Şişman adam koluna girdi, “gel” dedi. Tek tük, modern çağın meczûp ışıklarının yandığı pencerelerle süslü sık apartmanların daralttığı, rûhsuz ve nefessiz bıraktığı sokaklarda yürümeye koyuldular. Adamın yüzüne bakmaktan korkuyor; fakat baktıkça kalbindeki yükün hafiflediğini, vücûdunun serinlediğini, gönlünün ferahladığını hissediyordu. Şişman adam gülümsüyor, konuşmuyor; ancak huzûr telkin ediyordu. Henüz yaşlanmaya başlayan suratının kırışıkları, tebessümlerin tazyîkiyle ortaya çıkıyor, her kırışığın altından başka başka çağların adamlarının ıztırapları, sevinçleri, neşe ve kederleri yekpâre el sallıyor, bu yüzün çizgileri koskoca bir tarihin karakterini yapıyordu. Tarihten bir yaprak, herhangi bir zaman parçası veyâ yaşadığı devri aksettiren bir ayna değil, farklı farklı çağlarda yaşamış adamların oluşturduğu bir hâlita idi. Bu hâlitada, aynı adamlar Çin’e ve Roma’ya aynı ânda akınlar yapabilirdi; yüzündeki tebessüm, olsa olsa bu kudretin ifâdesiydi.
“Biliyorum, çığlıklarımı neden yalnız senin duyduğunu merâk ediyorsun. Hattâ beni, az önce kafanda yarattığın o meczûp ışıklara benzetiyorsun. Burada haklısın; ben bu devrin adamı değilim; fakat bir meczûp.. hayır, hiç değilim. Meczûp olan, beni bu karanlık ve rûhsuz geceye, taş duvarlara, beton soğukluğuna, ufuksuzluğa ve hattâ uzaktaki dağların arasına hapseden insanlıktır. Benim hamurum, başlayıp bitmeyen bir coğrafyada yoğruldu. Aynı mayadanız. Çığlığımı duyman bundandır. Benim sıkıntılarım, senin kalbinin derinliklerinde de yaşar. Meziyet üstündeki tabakayı kazıyabilmektedir.”
Suratı asılmıştı şimdi; müthiş bir kızgınlık dolduruyordu az önceki tebessümün yerini. “Bu kadar hızlı şekilde saadetten öfkeye, rûh dinginliğinden kıyâmet kızgınlığına geçişime şaşıyorsun. Ancak az evvel gülen de, şimdi heybetli bir öfkeye kapılan da ben değilim. Benim ardımda asırların çizdiği portreler vardır. Topraklarımda Mete Han, Dadaloğlu’nun şiirlerini söyleyerek cenge gitmiştir. Yunus Emre’nin dinginliğiyle Bâyezid’in “yıldırım” öfkesi ikiz kardeştir; hem de tek yumurta ikizidir. Az önceki adamla şimdikinin hiçbir farkı yoktur. Selçukluların başındaki Sultan Sancar’la, onun devletini yıkan Oğuzlar, kim bilir, belki de aynı boydandı. Pîr Sultan’ın varıp gittiği şâh, Osman Gâzî’den başkası değildir ki, birisi öfkeyi, birisi refâhı yapmıştır.
“Fakat neden sen? Çünkü sen, benim çocuğumsun. Şehirlere hapsolmanın, atlanıp pusatlanıp terk-i diyâr eyleyememenin derdini, benim kadar bilirsin. Bu uyuyan gölgeler, gözlerinin gördüğü yerin bir sonu olmazsa rahatsız olurlar. Oysa senin için, ‘sonsuz’un kendisi de yoktur. Sonsuz, modern çağların uydurmasıdır ve böyle olduğu, kendi içinde ‘son’ olmasından da bellidir. Senin ufuklarını Tanrı yapmıştır ve kendisi gibi yapmıştır. Başı ve sonu yoktur, bengüdür. Bunun için beni sen duyarsın ve bunun için duymayanlardan da, duya duya alışanlardan da farkın vardır. Ben birazdan gideceğim. Bundan sonra, seni yanıma çekmek için haykırmak mecbûriyetinde kalmayacağım için memnûnum. Senin vicdânına çekileceğim. Orada, senden önce gelmişler ve senden sonra geleceklerle birlikte, sen ve senin gibilerin halkın içinden yukarı çekilmenizi, dünyâyı Tanrı’nın isteğince düzenlemenizi izleyeceğim. Orada, bir gün senin de gelmeni bekleyeceğim.”
* * *
Bu saatte sokağa çıkmak zorunda kaldıkları için tedirgin gezinen iki adam, özenle giyinmiş genç bir adamın bu saatte ve bu sokakta çamurlar içinde yattığını görünce hayrete düştüler; fakat hayretlerini deşmeyi erteleyerek başına üşüştüler. Birkaç sesleniş ve ufak tokat genç adamı kendine getirdi. Uyanır uyanmaz ağzından çıkan kelimeyi diğerlerinden gizlemeye çalışarak etrâfına, büyük bir tecessüsle bakındı. İki adam, sorularını cevapsız bırakan gencin “bozkır” diye sayıklamasına da, heyecanla etrâfına bakınıp bir köşeyi henüz dönen boz renkli bir köpeğin peşine takılmasına da anlam veremediler. Birbirlerine, insanların terbiyesizliğinden, saygısızlığından, kadir kıymet bilmezliğinden, bir selâm savurmaktan, bir teşekkür kelimesi sarf etmekten âciz oluşundan dert yandılar.
Genç adam, diğerlerinin ve az önce kendisinin de köpek sandığı, ama şimdi bozkurt olduğunu çok iyi bildiği hayvanın peşine takıldı. Ancak bozkurt, genç adamın kendisine yetişmemesi için hızlandı ve biraz sonra ortadan kayboldu. Genç adam, içini dolduran ümit ve ümitsizlik tezadıyla bir kaldırımın kenarına çökerek düşünmeye başladı. Ve bir kurt uluması, şehrin sokaklarını ve göklerini doldurdu. Aynı ânda bir başka kurt, Tanrı Dağlarından bu ulumaya cevap verdi. Galiba “ümit, en sonra terk olunan şeydir” dediler.