NOT: Bu öykü Arif Anıl Özdil‘in yazdığı POST adlı öyküyle aynı evrende geçmektedir.
Mikrotom: Alınan doku örneklerinin son derece ince bir şekilde kesilerek incelenmesine imkan tanıyan kesme aracı.
Protein kılıf / kapsit: Virüslerin yönetici molekülünü (genomunu) oluşturan DNA veya RNA‘yı çevreleyen yapı.
Protoplazma: Hücre membranı ile çevrili bir hücrenin yaşam içeriği.
Apoptosis: Bir tür, programlanmış hücre ölümü.
Lam: Mikroskop altında incelenecek maddelerin, üzerine konulduğu yada yayıldığı, dar ve uzun, yassı cam parçası.
İşte, orada. Kenarlara doğru buğulanan görüşümüzün sislerinde kaybolamayacak kadar ortada, tam meydanda duruyor. Küçük, acınası bir yaratık… Hangi yöne kaçacağını bilemeyecek halde, bir o yana, bir bu yana dönüyor. Bize göre bu kadar minicik olmasaydı, belki de, ona parmağımızla bir köşeyi işaret edebilir ve “işte!” diyebilirdik; “bu tarafa kaçarsan eğer, utancını göremeyiz hiç birimiz.” Fakat, evrende bazı kurallar vardır. Maddenin korunumu yasası gibi, hiç bir zihnin kendi özüne ihanet ederek başkalaşamaması gibi… Lanetlilerin ızdırap çekecek olması gibi yasalar. İşte, buradaki de onlardan bir diğeri…
Boyut farkımızdan dolayı, yardımcı olmak adına hiç bir şey yapamayacağımız bu ufaklık, bir virüs. Gözlemimizi hak edecek kadar farklı bir virüs. Çaresizliğiyle bizi bile kendisine çeken tarzda… Kütlesiyle değil, niteliksizliğiyle Uzay-Zaman’ı bükebilen bir virüs. Eh, negatif özellikler bir “nitelik” sayılmamalı ki negatifliği anlamlı olsun, değil mi?
Uzayda uzaklara baktıkça geçmişe de bakıyor olduğumuz gibi, bu varlığa baktığımız sürece onun daha derinlerine zihnen seyahat edebiliyor, mikroskoptaki ışığı süzüşünde geçmişinin kalıntılarını görebiliyoruz. Anlama ve empati… Ufaklığın varlığındaki hasarları incelerken onun ızdırabını fark ettiniz mi? Peki ya, size olan benzerliğini?..
Eğer, henüz fark etmediyseniz, bilimin bu mikroskobik ışığının zihnimize yansıttığı gölgeleri inceleyelim dilerseniz.
Mıh gibi ortada duran virüsümüze takılıyor gözleriniz. Bakışlar dalıyor ve dimağ, görünenin içinde barınan ve ötesine taşan ayrıntıları fark etmeye başlıyor. Evet, virüsün bedenindeki yaralardan bahsediyorum. Neden-sonuç zincirinde geriye doğru ilerleyen zihninin “bunun bir de sağlıklı zamanları olmalı” yargısına ulaştığı yerden…
* * *
Şu anda 0.02 mikrometre boyundaki bu ufaklığın daha da ufak olduğu zamanlardaki, ruhunun bir daha asla kaybetmemek üzere bu ölümlü bedenine işlendiği o mazide kalmış doğum anındaki hassaslığı rahatlıkla tasavvur edilebiliyor. Yenidoğanların hepsi öyle olmaz mı zaten? Bütün bir evrene açık, bütün hissettiklerince şekillenen… Kendi yaşamlarıyla biçilip kendi kaderlerini inşa eden…
Bizim virüsümüz de böylesine narindi işte. Bu yüzden, şırıngada, bembeyaz bir sıvının içinde, akışkanlığın tüm yumuşaklığının göbeğinde dünyaya gelmesi, onun hayatı boyunca gördüğü tek iyi şansıydı belki de.
Ahh! Şu, hayalle sarılmış yaratığın güzelliğine bir bakın hele. Nasıl da huzurla duruyor, geçmişine uzanan düşümüzde…
Varlığını çevreleyen pırıltılı güzelliğin farkında mıydı acaba? Ya da onu her yönden sarıp sarmalayan; ruhun ilk soluğunun yakıcılığını, dingin okşamalarla yatıştıran şefkatin nadideliğinin?.. Cevapları her ne olursa olsun fark edebileceğiniz tek bir şey vardı sizin: Pamuk pamuk bir hoşnutlukla sarılmış ufaklığın keyfi…
Hemen her şeyin oradan oraya savrulduğu, atomların uzaklara göç ettiği ve alınan tüm solukların verildiği diyarınızda var olmanın, var olarak kalmanın ne kadar da zor olduğunu bilirsiniz. Yanıbaşınızdan geçip giden hayatın rüzgarına karşın sabit ve “ben” olarak kalmanın külfeti yaşanırken, tanrısal statikliğin arefesi tüm parıltısıyla ruhu çekerken, hangi varlık bu minicik virüsü kıskanmaz ki?
Bütün bir evren dolusu kucağın sarışını yaşıyordu. Her yönde sonsuzluğa uzanan bir koruma kalkanının ötesinde, her kıpırdanışında elinden tutan, onu gitmek istediği yöne kadar güvenle taşıyan bir sentetik protoplazma sıvısının içinde yüzüyordu.
Yaralı ufaklığın geçmişine yaptığımız düşünsel seyahatin bu noktasından sonra, sonsuz olasılıklar arasından tercih yapmak ve yolumuza devam etmek imkansız gibi görülebilir. Fakat, bir şeyi unutmamak gerekir; ruhlar arasındaki o tözsel benzerliği hatırlayıp bu gizem pekala çözülebilir.
Her yönde sonsuz ağaç kümelerinin uzandığı, dağların bile bu güzelliği çerçevelemek için yoldan kaçıştığı, muhteşem bir manzarayla karşılaştığınızda hemen hemen hepinizin ne yaptığını bilir misiniz? Bütün o güzelliği içinize çekmek istersiniz. İşte, bu virüsün başına da böyle bir hissin musallat olduğunu pekala kabul edebiliriz. Ciğerlere dolan temiz hava gibi, kapsitinden geçiyor içinde yaşadığı bengisu neferi. Protoplazma sıvısı tüm boşluklarını doldurup onu şefkatle sarıp sarmalarken kendi parıltısını da beraberinde getiriyordu elbette. Evet, varlığa henüz gelmiş bu virüs, neşeyle ışıldıyordu o dönemde.
Fakat, şırıngaların doğasını hepimiz biliriz. Bir şeyleri bir yerlere aktarma konusunda ne kadar ısrarcı olduklarını, varlıklarını sadece bunun üzerinden tanımladıklarını… Zaten, o sivri uçlarıyla başka ne yapabilirlerdi ki… Elbette kaçınılmaz olan gerçekleşti ve süt beyazı sıvıdaki virüsümüz bir başka yere zerk edildi.
Pamuk pamuk, yumuşacık sarışıyla yüreğinde bu minik canlımızı taşıyan, ona paket olan protoplazma, parıltılı, süt beyazı bir güzellikten ibaret değildi elbette; pek çok niteliğinden birisini o son ana kadar yerine getirdi ve deney alanındaki mikrotoma maruz kalmış koyun postu zerresine doğru püskürürken bile, virüsün sarsılmasını engelleyerek onu yetkince muhafaza etti.
Bir şeyler varlığa geldiğinde, süreçle birlikte ne olduğunu bilirsiniz. İlk anlarındaki sınırlarının ötesine taşarlar, kendilerini haşmetle var ederler: Büyürler. O halde, virüsümüzün bu aşamadan sonra da büyümeye başladığını, bizim için önemsiz derecedeki kısacık zamanına koca bir çocukluk çağını sıkıştırdığını söyleyebiliriz. Tüm o harikulade duygular, eşi benzeri olmayan ve bir daha bulunamayacak olan anlar… Hemen her şey minicik bir an’dı.
Bu noktadan sonra olanları hayal etmek sizin için kolay olmalı. Sonuçta, düşlerin sisleri arasından sıyrılan görüntüler, sizin de daha önceleri gördüğünüz şeyler. Bilinmezlikten silüet halinde çıkıp ileriye doğru uzanan parmakların aşağılayıcı sözleri taşıdığını bilir, iki yana kocaman açılan kolların şefkate değil de kavgaya davet taşıdığını sezersiniz. Görülerin birbiri ardına sıralandığı şu noktadan sonra, birbiri ardına yığılan açıklamaların hepsini ifade etmek, hayatın bütün anlarını betimlemek kadar zor olacağı için, sadece ana olaylara odaklanmanızı tavsiye ederim.
Size neler anlatacağını dinleyin ve düşten tamamen mantıki görülerle çıkan bu sahneleri seyrederken hayatın en klasik gizemine vakıf oluverin isterim.
Ve, evet; ufak olan büyüdü, kendi başına var olması için de sevgili protoplazması tarafından yalnızlığa sürüldü. Yine de; sıvı, üstüne akıtıldığı hayvan postunun derinliklerine doğru sızıp yavaş yavaş erirken bile merkezinde taşıdığı virüse nazik davranmış olmalı. Çünkü, gözlemimizin başlangıç noktasından itibaren bildiğimiz üzere, hiç bir şey kendi özüne ihanet edemez, olduğu şeyden vaz geçemez. Hem, şefkatin özü olacak kadar yumuşacık bu varlıktan da başka ne beklenirdi ki zaten?
Diğer yandan, ya sevginin her türlüsünü, en özel şeklinde almış olan miniğimiz? O kısacık hayatı boyunca yaşadığı her şey böylesine köklüce değiştiğinde ne tepki vermiştir sizce? Ah, dürüst olalım. Her şeyin güzelliğe bağlanmasını ve tüm düşlemleme boyunca bahsettiğimiz varlığın, taa en baştaki umutsuz vakadan bambaşka birisi olmasını elbette istersiniz. Ama, evrende hiç bir şeyin böylesine etkisizce kaykılamayacağını, kaçamayacağını da bilirsiniz. Ona sunulan beden ne kadar minicik de olsa, hayat hayattır; hayata maruz kalmalı ve onun tarafından yontulmalı, o olmalıdır. Gerçek anlamda yaşamaya başlamalıdır.
Güzel olanı, sevgiyi ve pek nazik yumuşaklığı daha çok hissedebilmek için, ciğerlerini doldururcasına içine almıştı beyaz şefkati. Kendi içine dalmış, tatlı hulyalarda mutluluğu kovalamıştı. Güzelliğe dair, onun her yerde olduğu sanrısının ruhunda kocaman bir yer etmesi elbette doğaldı. Pamuk pamuk, yumuşacık diyarlardan nerelere fırlatılıp atıldığını fark etmemesi de öyle…
Bu yüzden, kendisi de sevgi sunup onun kadar güzel olmak istediğinde, ömrünün ilk yirmi beşinci saniyesinde hayatının hatasını yaptı. Peki böylesi yüce bir arzu, bu şekilde mi cezalandırılmalıydı? Estetik yargısının yetkinliğini tamamen kaybetmiş, protoplazma sıvısı ile koyun yünü arasındaki farkı ölçememiş bir ruh, sonsuz karanlık zindanlara mı bağlanmalıydı?
Şımarıklık… Şımarıklık gözlerini kör etmiş olmalıydı ki içinde bulunduğu hale aldırmadan, sevgi saçmak için en yakınındaki hücreye doğru yol aldı. İçine girip üremekti amacı. Yozlaşmışlığını ve basitliğini aşikarca görebiliyorsunuz düşlemekte olduğunuz yerde. İşte, hala orada, hemen önünüzde. Özünden uzaklaşmış, mutasyona uğramış ruhlara neler olduğunu keşfedebilirsiniz şimdi.
Tüm sevgi doluluğuyla, doğumunda ona sunulmuş güzelliği taklide kalkıştığında, hücreye girdiği anda anlasaydı… Yamacına sokulduğu varlığın güzelliğini takdir etmesi gerektiğini kavrasaydı… Ruhuna kazınacak yozlaşmasından kaçınması mümkün olacaktı. Ama, yapmadı. Üremek için harekete geçtiğinde, hücre, bir şeylerin ters olduğunu kavradı ve bu köklü yozlaşmanın kendisine bulaşmaması için alelacele apoptosis yapmaya çalışırken patladı.
Öylesine görülüp geçilecek bir olay değil bu, varlığı ile yokluğu bir olan minicik bir hayatın, bir tanecik anısı değil bu. Milyonlarca ve milyarlarca kere tekrarlanmış, tüm mutluluk ve neşe dolu hevesliliğine rağmen, genç bir ruhu -içine doğduğu huzurun ifade ettiği her şeyle dalga geçercesine- karanlıklara sarmış, yaşamını soğurup tüketmiş bir ritüel bu. Böylesine güçlü, böylesine cefakar… Tekilliğine rağmen çok ana saçılan; çokluğuna rağmen tek bir ruha yapışan küçücük bir lanet bu.
Aynı şey, sonsuz kere, başka başka hücrelerle tekrarlanmaya başladıkça, virüsümüzün kırılganlaştığını görebilirsiniz. Oluşturduğu bütünün varlığına ihanet edercesine oraya, buraya kaçışan atomlarından bitaplığını sezebilirsiniz. Şu anda, tam da şimdide, düşlerden de gerçek bir gölgenin eşliğinde seyrettiğiniz ufaklık sizin kaderiniz.
* * *
Mikroskobun kadrajına girmemekte direten ve girdiği zamanlarda da, her nedense, yerinde tir tir titreyerek silikleşen C3AT-2 örneğini gözlemlemeye çalışmaktan vaz geçti laborant. Koca ekiple yapmakta oldukları araştırmanın hedefi ne kadar büyük ve önemli olsa da, araştırmanın kendisi ve yapılış şekli saçma olmanın ötesinde, bilimden çok simyaya, hatta simyadan çok çocukça saçmalamaya uygun gibiydi. Elbette, sadece kendisi için. Kesinlikle patronu için değil ama, kendisi için, değersizdi.
Kendisinin içerisinde bulunduğu hayat şartlarını düşündükçe gözlerinin önüne gelen varlıktan bir anda iğrendi ve mikroskobun başından kalkarken, refleks olarak masayı da itti. Kendisinden kaçmak istercesine fakat zihninin gerisinde nefesini hissettiği o silik varlığın yüreğine daha da çok gömülmek üzere…
Darmadağın olan hayatını iş yerine de sıçratmamak adına, masada sallanan her şeyi durdurmaya, düşmek üzere olan cam tüpleri tutmaya ve kendisini seyretmek üzere görevlendirildiğine inandığı vicdanından, olanları saklamaya çalıştı. Eh, başarılı da oldu çünkü herhangi bir hakaret dolu patron yargılamasını bu sefer duymamıştı. Saatlerin ilerlemesinin ardından kendi yüreğinde de yaşadığı gün batımıyla hafta sonunu kapatmak için yeniden davrandı.
Yapması gereken tek bir şey vardı; C3AT-2 örneğini daha sonra incelemek üzere saklanacağı kasaya taşımak. Ellerini mikroskoba takılı lamı çıkartmak üzere uzattığında, kendisine bakıldığı halde defalarca görmezden gelinen mikroskobun ketumlaşmış mizacı gün yüzüne çıkıp, takılı lamı bırakmamakta ısrarcı davrandı. Birkaç zorlama ve iç ses eşliğinde edilen küfürlerce söz konusu parça, cihazdan ayrılmış olsa da tüm bu sarsıntılı süreç boyunca mikro boyutta yaşananlar, bütün canlılık aleminin de sarsılmasına yol açacaktı:
* * *
Mutasyonla gelen lanetinin sona ermesini engellediği, binlerce virüs yaşamına sığacak kadar uzun ve milyonlarca deneyimi dolduracak kadar geniş hayatında, ufaklığımız tükenmek üzereydi. “Sadece bedensel” değil, ruhsal bir tükeniş… Kendi özünden kurtulmak için her yöne kaçışan, çatlaklarla dolan protein kılıfı, bitaplıktan kendisini tamamen bırakarak büzüşmüş halde.
Ama, diyarındaki tüm umutsuzluğun onun üzerine çöreklendiği, en saf ve güzel duyguların bile en yakıcı hislere dönüştüğü o son anda, hiç bir şeyin sonsuza dek değişmemek üzere kilitlendiğini sandığı noktada, yeni olaylar patlak verdi.
Varlık aleminin yırtılması, açılan yamaçtan yuvarlanmak, hayatın altındaki dehlizlerde saklanan renk cümbüşünün akışına bakakalmak… Birbiri ardına sıralanan ve devamlı bir algının kısıtlı boyutlarına sığmayan bu minik bilinç kareleri, virüsümüzün lamın sarsılışıyla yaptığı sıçrayışının zavallı ruhtaki etkileriydi.
Hangi bilinç, cehennemin ardına saklanan ışıltıyı gördüğünde onun huzmelerini izlemez ki? Sadece bakarak ve ışık sütunlarının nerelere kadar uzandığını tahmin etmeye çalışarak değil, onların oluşturduğu farazi istikamette ve bilinmezin göbeğine ilerleyerek, son hamlesini gerçekleştirerek kurtuluşu hedefler elbette. Ve, işte, böyle bir zamanda; kaçışın olasılığını kapatan örtüler kaldırıldğı anda fırladı o da. Doyasıya, kinetik enerjisinin izin verdiği noktaya kadar yaşadı tüm bu saykodelik deneyimleri. Hunharca.
Bütün zihinler, doğal olarak, hissetmek ister. Doğal olarak, bu hissin gereklerini, kendi bilgileri dahilinde gerçekleştirirler. Peki, bizim virüsümüz ne biliyor olabilir? Varlığa geldiği andan itibaren yaşadığı şeyler düşünüldüğünde, yaşamı boyunca gördüklerinden hangi sonucu çıkartabilir? Bunca acı, sonsuzca keder… Yozlaşmanın en ince noktaya kadar yayılması… Bazı soruları acı dolu geçmişi sordurmuştu ona elbette ve sonunda “Neden”lerin çok özel bir yasasını, baht bozumu yasasını buldu kendi girişimiyle.
Ardından, tüm diyarı birden bire sakinleştiği halde kendisi sakinleşemedi, farkına vardığı yeni yöntemi ve hedefiyle ilgili heyecanı tüm minik bedenine etki etmekteydi. Öyle ki, evrende yalnız kalmakla lanetlenmeseydi ve iletişime geçebilseydi, “Aynı üstün ve muhteşem deneyimi bir daha yaşamak için, o noktaya çıkan tüm o acı dolu yolları yeniden geçmeli. Ölmekte olan ruhu diriltmek için, geçmişte tadılmış güzellikleri bir tutamdan öte, avuç avuç yemeli. Maruz kalınan tüm kötülükler ısrarla ve misliyle yeniden yaşanılmalı ki peşinden gelen deneyimle bu yeni evren, tümüyle hissedilmeli” derdi.
* * *
Hiç bir şey, kendi özüne ihanet ederek başkalaşamaz. Kaderinden, yasaların kudretinden kaçamaz. Yozlaşmışlığı iliklerine kadar sindirmiş bu ufaklık, güzel olanı takdir etmemeye, hayatındaki bu aşamadan sonra da devam edecekti. Ne post-dışı dünyaya sıçradığını, ne de evrenin ona ayırdığı tüm talihsizliğini tek seferde yaşamak için bu köhne laboratuvarda çalışmaya gelmiş laborantın koluna yapıştığını bilebilecekti. Sonsuz işkence, tüm hırsı ve iradesiyle, sonsuzca üremeye çalışmaya ve güzelliğe ulaşacağını sanarak onu parçalamaya devam etti.
- Esaretin Nedeni - 15 Ocak 2019
- Bin Yıllık Azap Çağı - 15 Temmuz 2017
- Nada - 15 Nisan 2017
- Aramakla Bulunmaz; Bulanlar Hep Arayanlardır - 15 Mart 2017
- Bir Koordinat Düzlemi Macerası - 15 Şubat 2017
Öykünüz, Post adlı öykü ile aynı evrende geçmesine rağmen onunla arasındaki fark çok büyük bir uçurum. Post’un sadeliğinin aksine, teknik terimler, derin felsefi çıkarımlar ve son derece yoğun bir anlatımla örülü. Yeteneğinize şapka çıkarıyorum. Her iki öykü de çok güzeldi.
Öykümü okuduğun için teşekkür ederim 🙂 Uzun bir süredir seçkiye yazmıyordum. Bu süreçte kendimi toparlayıp daha “eli yüzü düzgün” işler ortaya çıkartacağımı umuyordum ama ruh halim battıkça battı ve ben, boğulmaktan kurtulmak için gerçekliği reddederek kendimi düş diyarına fırlattım.
2-3 gün civarı bir sürede yazılmış olan bu öykü, çok aceleye geldi ve -hemen hemen tüm öykülerimde olduğu gibi- benim tarafımdan hiç sevilmedi.
Başrmayı umduğum ve vurgulamaya çalıştığım şeyleri yapamadığım gibi, aynı zamanda, gereksiz bir kibir taşıdığını da sezdim. Bu da beni, haliyle, rahatsız etti.
Yine de, sevilmiş ve takdir edilmiş olması, yazarı olduğum halde benim bile farkına varmadığım gizli nitelikler taşıdığının göstergesi. Mutlu ettin beni 🙂
Gelecek ayki seçkiye de katılmayı ve daha önce hiç denemediğim bir şeyler yapmayı düşünüyorum. Kendimi geliştirmem, toparlanıp düzelmem lazım gibi… Yazdıklarım çok dağınık, boğucu ve… İşte… Ben okumazdım bunları 🙂
İçimdeki tüm düşlere destek olduğun için sana teşekkürler derim.
Anıl çok sevdiğim bir dostumdur. O da benimle hemen hemen aynı sürede (biraz daha geç olmakla birlikte) başladı öyküsüne. “Yetenek”le düzeltilmiş hallerinden çok, saf ruhla bezenmiş öyküler görmektesin ikisinde de. Onun tarzı ve kişiliği biraz… “kara mizah”a yöneliktir, benimki de saplantılı bir “temellendirme” ile döşeli… Aradaki teknik farkı, temelde, bundan kaynaklanıyor 🙂 Yazarları en “rötüşsuz” haliyle görebiliyorsun iki eserde de.
Açıkçası, mesajını okuduktan bir süre sonra cevap yazıyorum sana. O anda aklıma gelen ve bahsedeceğim şeyleri unuttum, bu yüzden, temasına uygun olan tek sözcüğü söyleyerek mesajımı sonlandırıyorum:
Teşekkür ederim 🙂
Sizin bana yazdığınız yorumlardaki gibi detaylı ve uzun yazamayacağım için açıkçası mahcubiyet hissediyorum. Yine de en temelden başlayalım. Elinize sağlık 🙂 Siz de farkındasınız ve belirtmişsiniz ki okuyucunun öykünün içinde kaybolma ihtimali var. Sanırım ben de biraz bu problemi yaşayan okuyuculardan oldum. Öykünün içine yerleştirilmiş felsefeleri, ufak detayları yakalamak için tekrar okumam gerekcek. Ancak bu öykünün en önemli özelliğinin önüne geçemiyor. Tarz! Yorumlarınızdan, daha önceki öykülerinizden bildiğim üzere farklı bir tarzınız, karakteriniz var ve bu kelimelerinize, anlatışınıza yansıyor. Rıhtım’ın en sevdiğim özelliklerinden biri de bu, yani farklı tarzlar ile karakterleri aynı potada eritebilmesi. Neyin anlatıldığından çok nasıl anlatıldığı üzerine yorum yazabildim ancak ilk okumamda düşüncelerim bu şekilde oluştu. Önümüzdeki ay görüşmek dileğiyle.
Merhaba 🙂 Ve, teşekkür ederim okuyup bir şeyler söylediğin için.
Evet, hemen hemen her öykümde yaşadığım bir sorun “kendi kendisini anlatabilen” öyküler yazmak. Çok defalar, farklı şeyler denedim bu eksiğimi düzeltmek için (sanırım en başarılı örneği “deprem” temasındaki “Nihayet”di) fakat… Bilemiyorum :/ Gelecek aya bir şey yetiştirebilirsem, önce diyarı ve temayı tasarlamaktan ziyade, önce karakterleri hazırlayacak ve öyküye öyle gireceğim. biraz daha “insan” anlatmak istiyorum. Sanırım temel sorunum bu, öyküde anlatılan şey insan veya ona dair bir şey olmayınca biraz… Tutuk oluyor. Burada da “sizde de benzeri vardır” diyerek, kibirli görünme riskine girerek benzer bir şeyi denemiştim ama olmadı :/
Yorumunun uzunluğuyla ilgili endişe etme lütfen, var olması bile yeterlidir benim için ki öykü tarzımız kadar olaylara yaklaşımımız da farklı. Yorumlama anlamında ikimizin yaptığı da olabileceğinin en iyisiydi 🙂
Belki önceki yorumlarımda denk gelmişsindir, “bambaşka” şeyler anlatan öykülere bayılıyorum. Şaşırmak, hayrete düşmek istiyorum. Belki, bu yüzden, “kendim için” bu şekilde yazıyorum :/ Ve, evet, Rıhtım’da pek çok farklı dostumuz var 🙂
Bu kadar yazmama rağmen pek bir şey söylemiş olmadım sanırım :/ Öyküm hakkında güzel şeyler söylediğin için teşekkür ederim. Beğenilmek kadar, eksiklerin görülebileceği kadar dikkatle bakılması da çok hoşuma gidiyor. Gelecek aylarda görüşmek dileğiyle 🙂
Sizdeki durum şuna benziyor aslında. Daldaki kuşu izlemek için ağacın altına yaklaşıyorsunuz. İçinizdeki istek öylesine güçlü ki, eliniz, kolunuz hiçbir yere sığmıyor. Kuşları ürkütüyorsunuz ve hepsi birden havalanıyor. Kelimelere de kuşlara yaptığınızın aynısını yapmış gibisiniz. İçinizde epey şey biriktirmişsiniz, bu çok açık. Ancak bence daha sade bir anlatım yolu seçebilirsiniz gibi geliyor bana. Elinize sağlık.
Onur güzel özetlemiş. Her paragrafı tek bir konu çerçevesinde tutarsan, öyküyü kavramak daha kolaylaşacak. Cümle bazında, yine döktürmüşsün. Kalemine sağlık.