Öykü

Yaşam Projesi

“P.S. 22 Kuşan 201

Son birkaç testi başarıyla geçtim. Tabi yeterli olmadığını biliyorum. Üç yüze yakın aday arasından kırk kişi seçilecek. Kırk kişi içinden ise sadece on kişi benim istediğim konuma atanacak. Seçilebilmek için elimden gelen her şeyi yapacağım.

Yarın G kuvveti dayanıklılığımı ölçecekler. Sorun çıkmayacağından eminim. Bana şans dile günlük.”

Küçük kabinin içindeki siyah koltuğa kurulup, görevlilerin işlemlerini bitirmelerini bekliyordu. Kalın deri ile kaplı koruma giysisi içindeki görevlinin sadece gözleri açıktaydı. Elini koltuğun yukarısına kaldırıp, üstten aşağıya bir kayış indirdi. Kayış inerken çıkardığı, pistondan boşalan hava sesi Ray’in heyecanlanmasına neden oldu. Hayatındaki en heyecanlı anlarını uçuş eğitimlerini alacağı zaman yaşayacağını biliyordu. Uçmak çok az insanın sahip olduğu bir ayrıcalıktı ve eğer testleri geçebilirse o da bu insanlardan birisi olacaktı.

Görevli, kayışı bel hizasına getirip yine aynı hava boşalma sesi eşliğinde Ray’i koltuk ile kayış arasına sıkıştırdı. Omuzlarından aşağıya inip belinde biten kayış, daha sonra belinin iki yanından arkaya doğru ilerliyor ve yirmişer kiloluk, kızaklar üzerine koyulmuş iki adet oksijen tüpüne bağlanıyordu.

Teorik eğitimler aldığı sırada bu kayışın ne işe yaradığını öğrenmişti Ray. Yüksek G kuvvetine maruz kaldığı zamanlarda, tüpler kızaklar üzerinde kayıp koltuktaki pilotun kemerlerini daha fazla sıkmaya başlıyordu. Bu sayede bacaklara giden kan akışı azalıyor ve pilotun bilincini kaybetmesini engelleyerek daha yüksek G kuvvetlerine dayanmasını sağlıyordu.

Ray, derin bir nefes alıp kontrollerin bitmesini bekledi. Hemen önünde, kabinden dışarıyı görmesini sağlayan lamine camdan ve üzerinde on beşe kadar sayılar bulunan yuvarlak, metal göstergeden başka bir şey yoktu. Kontroller bittikten hemen sonra sağındaki açık kapı da piston sesi eşliğinde kapandı ve test için beklemeye başladı.

“Bütün kontroller tamamlandı. Test için hazırız.”

Test amiri, görevliyi kafasını sallayarak onayladı. Oval test odasını görmesini sağlayan camdan bakıp, kabin içinde bekleyen Ray’e gözlerini dikti. Elinin altındaki düğmeyi açık konumuna getirip önüne kadar uzanan boru şeklindeki bakırdan yapılmış alete doğru eğildi.

“Teste başlıyoruz, hazır mısın?”

Aletten geçen ses titreşimleri Ray’in kulağına cızırtılar şeklinde geliyor olsa da, o bunları anlamakta hiç zorluk çekmedi. Baş parmağını eliyle birlikte havaya kaldırdı ve her şeyin yolunda olduğunun işaretini verdi.

Onayı almalarıyla birlikte günün sekizinci testine başladılar. Amirin hemen sağında oturan, önünde onlarca anahtar, vana, gösterge ve mekanik kollar bulunan teknisyenin elleri önündeki panel üzerinde gezmeye başladı. Sağındaki çarkı çevirip önündeki anahtarların ikisini açtı ve yine sağında bulunan kolu aşağıya indirdi.

Sıcak su buharının borulardan süzülerek test odasının altındaki çarklara gidişini duyabiliyorlardı. Gıcırtı sesleri eşliğinde test odasının içindeki kabin, odanın duvarlarına yakın bir şekilde dönmeye başladı. Yavaş dönüşler, teknisyenin önündeki vanayı çevirmesiyle hızlanıyordu. Duvarların ve zeminin altında yol alan buhar odayı gittikçe ısıtıyordu. Fakat ne sıcaklık ne de şimdiden maruz kaldığı 5G’lik kuvvet Ray’i rahatsız etmiyordu. Eğer savaşacaksa bunların çok daha fazlasını yaşayacaktı.

Cızırtılı ses tekrar geldiğinde hemen önündeki kumanda koluna sarıldı. 6G’lik kuvvet esnasında manevra kabiliyetini ve bilincinin emirlerin ne kadarını anlayacak kadar yerinde olduğunu ölçüyorlardı. On saniye kadar üzerinde 400 kiloluk bir insan otuyormuş gibi hissetmesinin ardından kabin tekrar yavaşladı. Yarım dakikanın ardından ise yine hızlanarak bu sefer 8G kuvvete kadar yükseldi.

Ray, her seferinde içinden üç saniye sayıp nefes alıyor ve beynini terk edip bacaklarına doğru çekilen kan yüzünden bilincini kaybetmemeye çalışıyordu. 9G’ye ulaştığında ise etraf karıncalanmış, kafası uyuşmuş ve bedenine uygulanan 600 kilonun üzerindeki ağırlığa teslim olmuştu.

Test odası tekrar yavaşladığında vücudunu saran soğukluk hissiyle kendisine geldi. Sınırlarını, tıpkı kendisi gibi test amiri de öğrenmişti. Bu bilgiler onun bir pilot olup olamayacağını belirleyecekti.

Kabin tamamen durduğunda hemen yanındaki oksijen maskesini taktı. Duvarların ve zeminin altından hızla akan karbondioksit odanın sıcaklığını bir anda düşürdü. Her ne kadar duvarlardan ve borulardan içeriye karbondioksit girme ihtimali az olsa da, tedbirli olması gerektiği için aldığı eğitimler yüzünden maskesini takıyordu. Hayatının neredeyse dörtte birini maske takarak geçirmişti. Fakat ilk defa kendisini karbondioksit tehlikesinden korur halde buluyordu.

Sıkıca bağlandığı kayışların çözülmesiyle test odasından çıktı. Bir sürelik tökezlemenin ardından tekrar normal şekilde yürüyordu. Test odasını gören kontrol odasının yanından geçerken, testleri geçip geçemediğini bir an önce öğrenmek için odadan içeriye dalmak istese de, bir hafta sonra sonuçların belli olacağını bildiğinden sabırlı davranması gerekiyordu. Koridor boyunca uzanan borulardan gelen tıkırtılara aldırış etmeden onları takip etti ve test için bekleyen yirmi iki kişinin bulunduğu alana girdi. Kulak tırmalayan cızırtılı sesin duyulmasıyla, bekleyenlerden biri ayağa kalktı ve Ray’in geldiği yönden ilerleyerek test odasına doğru yola koyuldu.

Ray, bir süre dinlenmek için en yakınında boşta bulduğu tik ağacından yapılma sandalyelerden birine oturdu. Başını avuçlarının arasına alıp dururken kulağına gelen uğultuları duymamaya çalışıyordu.

Bir süre sonra ise arkadaşı Stanley Rice, yanındaki sandalyeye kuruldu. Bembeyaz teni, maviden griye kaçan gözleri ve tüysüz kafası onun Natrix olarak doğduğunu gösteriyordu. Uzun yıllar toprak altındaki su yataklarında çalışıp pompaların ve buhar tribünlerinin bakımını yapan Natrixlerin arasından nadiren yer yüzüne çıkan olurdu. Stanley de mühendislik bilgisi sayesinde bu nadir insanlardan biri olmuştu.

“Nasıl geçti?” diye sordu Stanley, arkadaşının gözlerine bakmak için öne eğilerek.

“İyiydi. Kabindeki göstergede dokuz G’yi gördüm. Sekiz G’ye kadar sorun yoktu neredeyse. Yani yeter de artar bile.”

“Güzel. Duyduğuma göre Frank on iki G yapmış.”

Ray kaşlarını çatıp kafasını kaldırdı.

“On iki mi! Kesin pilot olarak seçecekleri ilk kişi de o olacaktır.” Başını önünden kaldırıp arkadaşına döndü ve devam etti. “Ne kadar saçma! Sadece on kişi seçilecek olması aptalca değil mi? Buradan gerçek anlamda pilot olabilecek yüzlerce insan var. Neden sadece on kişi?”

“Dostum, kaynak yetersizliğini biliyorsun. Sadece…”

“Biliyorum, biliyorum… Zaten anlam veremediğim şey de bu. O lanet sömürgecilere karşı savaşmamız için pilot istiyorlar ama yeteri kadar uçakları yok. MS Topları veya IMW üretene kadar nasıl uçak yapabileceklerini araştırsalardı bu durumda olmazdık. O piç kurularının geldikleri yeri bile basabilirdik ve tüm bu sorunların kökünden kurtulurduk!”

“Sinirlisin. Bu kadar kolay olmadığını sen de biliyorsun.”

“Biliyorum. Ama kabullenemiyorum. Frank gibilere dış atmosfer gezileri yapabilecekleri uçaklar verilecek ama bizim gibiler ise eğer şanslıysak buhar motorlu aptal hovercraftlara kalacağız.”

“Eve git en iyisi. Biraz sakinleşmen gerek.” Stanley elini Ray’in sırtına atıp devam etti. “Yarın hem büyük gün. On iki[1] yaşına basıyorsun, bunu bu asık surat ile kutlayamayacaksın değil mi?”

Ray kafasını sallayıp gülümsedi. Ardından yerinden kalkıp arkadaşına baktı.

“İyi o zaman, yarın görüşürüz.”

Çıkışa doğru ilerlerken, test için bekleyenler arasında daha önce de dikkatini çeken kızıl saçlı kızı gördü. Giydiği kahverengi uçuş tulumunun yakasına iliklenmiş isimliğinde “Kim Bury” yazıyordu. Göz göze geldiklerine birbirlerine gülümseyerek ve başlarını sallayarak selam verdiler. Dört aydır süren eğitimler ve testlerde bundan fazlasını da yapmamışlardı. Yarınki doğum gününe Kim’i çağırmak istese de, uygunsuz kaçacağını düşündüğü bu teklifi ona yönlendirmeden dışarıya hızlı adımlarla çıktı.

Birkaç saniye önce yoldan geçen araç yüzünden havaya kalkan toz Ray’in nefesini tutup gözlerini kapatmasına neden oldu. Tozun inmesiyle birlikte kızıl gökyüzünün ardına saklanmış güneşe baktı. Sonra yeşilin ve kırmızının hakim olduğu, yer yer askeri binaların görüldüğü alanda gözlerini gezdirdi. Ardından askeriye içinde kendisine ayrılmış olan eve doğru yürümeye başladı.

Kırmızı toprağı yer yer işgal eden yeşillikleri oluşturan tik ve çam ağaçlarının dışında bolca kuşkonmaz bitkisi bulunuyordu. Pyroeis adı verilen gezegenin her yerini sarmış olan bu bitkilerin bulunmadığı tek yer ise kutuplardı. Sera alanlarının dışında en verimli şekilde yetiştirilen tek gıda olmasından dolayı bolca üretildiğinden, gezegende yaşayanların şeker ve yağ ihtiyaçları da genelde bu bitkiden sağlanıyordu.

Gri yol kenarlarından baş gösteren yeşilliklere basmamaya özen göstererek ilerleyen Ray, yürüdüğü süre boyunca hayatını gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmesini izliyordu. Neden pilot olması gerektiğini bu anılarını sürekli tazeleyerek hatırlıyordu.

* * *

On dört dünya yılı öncesiydi. Pyroeis’e göre beş yaşında olan Ray, okulda aldığı “Dünya Coğrafyası” dersinde, Dünya yılına göre dokuz, hatta neredeyse on yaşında olduğunu öğrenmişti. İnsanların dünyadan nasıl kaçtıklarını, neden geri dönemediklerini ve eski adıyla Mars denilen bu gezegende neden yaşamak zorunda oldukları öğretilmişti ona. Ama en büyük eğitimin tecrübeyle gerçekleştiğini de öğrenmişti on yaşındaki Ray.

Ucu bucağı görünmeyen kuşkonmaz tarlalarının hasat zamanıydı. Dört yılda bir hasat edilen bitkinin meyvesinden neredeyse on kilo toplamıştı. Ray, bir elinde nazikçe tuttuğu hasırdan yapılma kuyiçasına[2] kuşkonmaz meyvelerini dolduruyordu. Kırk kişilik ekibin içinde Ray’in annesi ve babası da bulunuyordu. Ray’in meyveleri toplamasına yardım edip arkalarından gelen ekibe hasat edilmesi için çıplak bitkileri bırakıyorlardı.

Yaklaşan gürültü, serin havayı gerginliğe boğdu. Killi toprak kokusu korkuyu hatırlatıyordu artık. Yaklaşanlar Pyroeis savunmasını aşan sömürgecilerin gemileriydi. Gezegenin Phobos adı verilen uydusu üzerindeki silahlar yüzünden, uydunun gezegenin arkasında kaldığı zamanlar saldırdıklarını biliyorlardı. Uydunun tekrar yerleşim yeri tarafındaki yüzeye gelmesi ise beş saat sonra gerçekleşecekti. O gelene kadar fazlasıyla savunmasız kalan tarladaki işçiler, sömürgecilerin her geldiklerinde ne alacaklarını gayet iyi biliyorlardı.

Ray ve ailesi tarladaki herkes gibi güvenli olabilecek bir yere koşmaya başladı. En yakındaki ambardan dört yüz metre uzaktaydılar. Bir metreyi aşan kuşkonmazlar arasına saklanmak ise sömürgecilere davetiye çıkarmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Güvenlik güçleri gelene kadar tüm tarlada yetişen bitkileri ve alabildikleri kadar insanı kaçırıp gideceklerdi. Bu yüzden makul görülen tek yere, elli metre uzaklıktaki kuyuya doğru koşarken buldular kendilerini.

Kuyuya daha gelemeden saldıran on beşi aşkın sömürgeci uçağı tarlanın yarısını neredeyse işgal etmişti. Çiftçilerden bazıları silahlarını durmaksızın ateşleyerek onları bir nebze olsun yavaşlatmaya çalışıyorlardı. Silahların mermilerini ateşlemek için kullanılan manyetik gücün toplanması için ortasında dönen çarkın sesi kulaklarına geliyordu. Her ateşleme sırasında çıkan tok patlama sesi, sömürgecilerin gemisine çarpan mermilerin çıkardığı gonk çalmasını andıran ses ile tamamlanıyordu. Mermi yuvasına yeni mermiyi yerleştirmek için tetiği aşağıya ve sonra tekrar yukarıya çeken çiftçiler ise öleceklerini gayet iyi biliyorlardı. Tek umursadıkları şey sömürgecilerden kaçan aileleri için zaman kazanmaktı.

Kuyuya geldiklerinde, içinde devasa metal bir silindir bulunan kuyu içine girmenin sömürgecilerden kurtulma yolu olmadığını biliyorlardı. O an için amaçları oğulları Ray’i kurtarmaktı. Kuyunun iki yanında uzanan ahşap kollara tutunup kuyunun altından ayrı duran üst kısmını çevirmeye başladılar. Taşların birbirine sürterken çıkardığı sese, toprağı dahi titretecek kadar kuvvetli çarkların metalik sesleri eşlik ediyordu. Sömürgecilerin gemilerinden çıkan plazma mermileri tozu dumana katmasına aldırış etmeden devam ediyorlardı. Ta ki çarkların kaldırdığı ağırlık en üst seviyesine ulaşana kadar.

Kuyunu içinde yükselen silindir şeklindeki ağırlık çarklardan kurtulup yer çekimine kendisini bıraktığında, tarlanın altını kaplayan su haznelerine doğru yola koyuldu. Sadece devasa metal cismin gireceği kadar bir açıklığı bulunan su deposunun amacı tarlayı sulamak için yağmur etkisi yapmaktı. Kuyunun içinde yaptığı baskıyla, tarlanın çeşitli yerlerinde bulunan yüzlerce delikten fışkıran sular onlarca metreye kadar yükseldi. Toz ve dumana katılan su damlacıkları sömürgecilerin görüş alanlarını neredeyse sıfıra indirdi.

Ray’in babası bu anı fırsat bilerek Ray’e ve eşine ambara doğru koşmalarını emretti. Kuyunun yanındaki MPEW[3] isimli silahı alarak diğer çiftçiler gibi sömürgecilere ateş etmeye başladı. Enerji seviyesinin dolduğunu işaret eden ince düdük sesini her duyduğunda namluya saldığı mermiyi sömürgecilere gönderiyordu.

Ray ise annesiyle hızla koşuyordu. Ardından gelen çığlıklar, patlamalar ve anlam veremediği daha birçok gürültünün korkusuyla ilerliyorlardı. Sadece bir çığlık duraklamalarına neden oldu. Ray, babasının vücudunu delip geçen parlak renkli mavi plazma mermisine karışan kanın görüntüsüyle şoka uğradı. Onu elinden tutup koşmaya devam eden annesine ve durmaksızın adımlar atan ayaklarına tezat şekilde boynunu çevirmiş arkasındaki kaos alanını seyrediyordu.

Tarlanın ve ölenlerin neredeyse tamamını dakikalar içinde uçan araçlarıyla topladılar. Kimilerini ise fırlattıkları şok silahlarıyla bayıltıp tıpkı ölüleri aldıkları gibi depolarına atıyorlardı. Sömürgeciler için yenebilen her şey toplanırdı ve canlı olanlar ise daha uzun süre taze kalırlardı.

Ambara metreler kala Ray’in annesi de şok cihazından nasibini aldı. Kaskatı kesilen bedeninde tek hareket eden gözlerini kocaman açıp dişlerini sıkarak Ray’e baktı.

“Kaç!” diyebildi sadece. Ardından, arkasındaki kızıl toz bulutuna belini saran bir aletle yakalanıp çekildi.

Ray olduğu yerde donakalmış gözlerinden akan yaşlarla birlikte korkusunu iliklerinde hissediyordu. Kızıl bulutun içinden sinirle ona bakan gözleri anımsatan iki adet mavi ışık tam önünde kadar geldi. Onu yemeye hazırlanan devin gözleri her saniye yeri titreten ufak depremlerle birlikte daha çok yaklaşıyordu sanki.

Birkaç dakika içinde annesini ve babasını kaybetmesinin şokunu atlatamadan sıra kendisine gelmişti. Söylenenlere kulak misafiri olmuştu. Sömürgeciler en çok çocukları yemeyi seviyorlar diye biliyordu. Onu canlı canlı pişirecekler miydi? Annesinin sonu da bu mu olacaktı? Ona yapacaklarını görecek miydi? Ölüm korkusundan önce aklından geçenler tam olarak bunlardı Ray’in.

Büyük bir patlama, şiddetli gürültüyle birlikte geldi. Ray koluyla yüzünü koruduğu süre içinde önündeki ışıklardan eser kalmamıştı. Seyrekleşen toz bulutunun içinden iki mekanik bacağın üzerinde duran bir alet dikkatini çekiyordu artık. Bacaklarındaki çarklar hareket ettikçe dev adımlar atıp yeri titreten Dinozor isimli savaş araçları onu ve geride kalan birkaç kişiyi kurtarabilmişti. Güvenlik güçlerinin gelmesiyle kaçan sömürgecilerden geriye ise yağmalanmış bir arsa ve kızıl toprakta bile kendini belli edecek kadar çok kan kalmıştı.

* * *

“P.S. 23 Kuşan 201

Testte başarılı olduğuma inanıyorum. Yine de daha iyi sonuç alanları duymak biraz olsun canımı sıktı. Dış atmosfer pilotları arasına seçilip sömürgeciler ile birebir savaşabilmek için daha iyisini yapmam gerekiyor. Aksi halde bütün çabalarım boşa çıkacakmış gibi hissediyorum.

Kim adındaki kız ile bugün konuşmak istedim ama soğuk bakışları buna mani oldu. Doğum günüme çağırmamı yanlış anlayabilirdi. Kimi pilot adayları diğerlerinin çukurlarını kazıyorlar, beni de onlardan biri sanabilirdi. Yine de kafasını biraz olsun dağıtmak için iyi bir yol olacağına inanıyordum. Aslında biraz da kendisini merak ediyorum. Bu düşüncelerden kurtulmam gerektiğini biliyorum. Eğer bir pilot olacaksam hiçbir şeye bağlanmamalıyım.”

Ray, loş yanan lambanın altında düzenli olarak yazdığı günlüğünün bu günkü anılarını tamamlayıp kapattı. Arkasına yaslanıp derince bir nefes alarak tavana gözlerini dikti. Yanı başındaki telefon çalana kadar öylece durup anılara daldı.

Kulağında çınlayan zil sesine daha fazla katlanmamak için telefonun büyük, siyah ahizesini kaldırdı ve kulağına dayadı.

“Way[4]” olmuştu ilk sözü.

“Ray, benim Stanley.”

En yakın arkadaşının sesini duymak onu biraz olsun rahatlatıp düşüncelerinden uzaklaştırdı. Üç Pyroeis yılı öncesi tanışmışlardı Stanley ile. Hayatlarının belirli dönemlerinde yaşadıkları sömürgeci saldırılarından biriydi. Ani Müdahale uçakları düşürülmüş, Arabia adındaki şehri koruyan araçlar yok edilmişti. Her yer kaos alanına dönüyorken, sömürgecilerin görüş alanlarını durdurmak adına MS topları çalıştırılmıştı. Görevliler şehrin farklı yerlerindeki dev çarkların etrafına toplanıp onları döndürüyordu. Saniyede yirmi metre hızla yükselen sekiz metre çapındaki kuleler yerden gökyüzüne doğru deprem etkisiyle, şehri sarsarak ilerliyorlardı. Yüz metre uzunluğa varan kızıl, silindirik kuleleri her yirmi metrede bir altın levhalar sarıyordu.

Kulelerin altından ucuna doğru, yüzeyindeki binlerce delikten çıkan toz bulutu ve su buharı şehri sararken, aynı anda manyetik etkiyle tepesinden fırlayan dev diskler o kadar hızlı dönüyordu ki sömürgecilerin uçuş mesafesinde hortumlara neden oluyordu. Genelde dost uçaklar varken kullanılmayan diskler şu anki çaresizlik yüzünden şehri saran yüzlerce kulenin her birinden fırlatılıyordu.

Tüm halk sürekli yanlarında taşıdıkları saydam maskeleri takmış, güvenli bölgelerden gelen siren seslerine doğru koşuyordu. Stanley de güvenli bir yer arayışında olanlar içindeyken kalabalığın geçip gitmesine izin verdi. Gece görüşü fazlasıyla gelişmiş olan Stanley için, tozlar içinde dizleri ve elleri üzerine çökmüş çocuğu görmek zor olmamıştı. Koşan insanlardan ayrılıp meydanın ortasında, yoğun su buharı nedeniyle nefes alamayan çocuğun yanına gitti. Maskesini çıkarıp onun ağzına dayadı ve kendisine gelene kadar gözlerini ona dikti.

Ray, kendisine yardım eden beyaz tenli Natrixe bakarken, tozların arasından arada sırada parlayan mavi ışıklar dikkatini çekiyordu. Bir patlama çok yakınlarında gerçekleşmesine rağmen görememişlerdi. Birlikte ayağa kalkıp güvenli yere doğru hızla yürümeye başladılar. Sömürgecilerin yanı sıra, dönüş gücü biterken yer yüzüne inen diskler hem indikleri yerde açtıkları deliklerle hem de oluşturdukları fırtınalar ile tehlikeli oluyorlardı.

Ray, derin bir nefes alıp maskeyi çıkardı ve koluna giren gence uzattı. Stanley saydam maskeyi itip onun ağzına geri götürdü. Yer altında yaşadığı süre boyunca neme fazlasıyla alışmıştı. Su buharı ciğerlerini diğer insanlar kadar çok tahriş etmiyordu. Bir süre daha bu şekilde idare edebileceğinden emindi.

Tehlikeli alandan uzaklaşıp en yakındaki sığınakta birbirlerine sokularak kaldıkları süre boyunca gürültülerin, patlamaların ve çığlıkların kesilmesini beklemişlerdi. Maskeyi sırayla kullandıkları dört saat boyunca konuşmadan birbirlerine destek çıkmışlardı ve sonrasında yıllarca sürecek arkadaşlığın adımını atmışlardı.

Aradan geçen yıllardan sonra, askeri alanda bulunan su aktarım makinelerinin bakımını ve onarımını yapan arkadaşı Stanley, onun pilot olma yolunda en büyük destekçilerinden biri olmuştu. Ray, Stanley’nin teknik bilgisinden fazlasıyla yararlanmıştı ve bu bilgiler sayesinde mekanik uygulama sınavını geçebilmişti. Fakat önünde hala geçmesi gereken birkaç sınav daha vardı. Ve hepsini hakkıyla verebilse bile dış atmosfer uçuşlarına uygun bir pilot olarak seçilip seçilmeyeceği hala belirsizdi.

“Ne oldu Stan?” Ray’in sesi yorgun ve sıkılgan çıkıyordu.

“Dostum ne olduğuna inanamayacaksın. Frank dayanıklılık testinde hile yapmış. Nefesinde bolca lilitan bulunmuş.”

Haşhaş, kokain ve tridenin ardından son zamanların en çok rağbet gören uyuşturucusuydu lilitan. Tirdenden daha ucuz, çok daha az ölüm tehlikesine neden olan ve hemen hemen onun kadar kafa yapıyor olması kısa sürede kullanıcıların ilgisini çekmişti.

Uyuşturucu etkisinin yanı sıra damarları daraltıp kan dolaşımını hızlandırması nedeniyle, kullanan kişiye dinçlik, enerji ve muazzam oranda güç veren madde askeriyede görev alan herkes için yasaktı.

“Biliyordum! O piç güçlü görünebilir ama on iki G kuvvet diyordun, o kadar güçlü olması inanılmazdı.”

“Sanırım testi yapanlar da senin gibi düşünmüş olacak ki onu özellikle nefes testine soktular.”

“Frank artık pilot olamayacaksa dış atmosfer pilotu olmak için daha fazla şansım var demektir.”

Sesindeki mutluluk seri nefes alışa dönüşmüşse de Stanley için kulakları rahatsız eden cızırtılı seslerden öteye geçmiyordu. Ray’in sevincini daha da arttırmak için öğrendiği diğer bilgiyi de verdi.

“Aynen öyle. Duyduğum kadarıyla testlerde en iyi dereceyi alan ikinci kişi senmişsin.”

Ray büyük bir mutluluğun ardından durgunlaştı. Gecikmeden merak ettiği soruyu sordu.

“İkinci mi? Birinci kim?”

“Kim Bury adındaki kız.”

Ray, yanaşmaktan çekindiği kızın bu kadar başarılı olmasına şaşırmamıştı. Samacı uğruna yaşadığı, insanlara bağlanmamasından ve sadeliğinden anlaşılıyordu. Nasıl olsa pilot olduğunda bağlandığı insanlardan kopacaktı. Ölüme her an hazır, sadece diğerlerini korumak için yaşayan bir kızdı Kim. Fakat Ray’in bilmediği şey, Kim’in de tıpkı onun gibi sömürgecilerden intikam almak için pilot olmayı istemesiydi.

* * *

“P.S. 3 Yağan 201

Ortaya çıkan hile bir nebze olsun hedefime yaklaşmamı sağlasa da yeterli değil. Bünye deneyinde çuvalladım resmen. Dış atmosfer pilotu olarak seçilmem şu noktadan sonra mucize olur sanırım.

Stan’in gizlice öğrendiği bilgilere göre Kim adındaki kız hala birinci. Bildiğim kadarıyla sadece Denge Testinde düşük puan almış. Ama dış atmosfer uçuşlarına seçileceğine neredeyse eminim.

Yarın son test. Bana şans dile günlük.”

Üst üste bütün testleri başarıyla geçen Ray’in karşısında tek bir engel kalmıştı. Her pilotun fazlasıyla sahip olması gereken özelliği ölçen testin adı ise Karar Verme Testi idi.

Pilot adayları sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Ray de diğerleri gibi son testi başarıyla geçip dış atmosfer uçuşlarında görev alacak bir pilot olarak seçilmeyi arzuluyordu. Sömürgecilerle birebir çatışabileceği en etkili görevin bu olduğunu biliyordu ve diğerlerinin aksine pilot olmayı uçmayı sevdiğinden değil, intikam duygusundan dolayı istiyordu.

Sınırlı sayıda alınan pilotlar yeteneklerine göre üç farklı gruba ayrılıyorlardı. Dış atmosfer uçuşu yapan Phobos-1 ve Phobos-2 adlı uçan araçları kullananların görevleri, grupların arasında en zor olanıydı. Phobos üzerindeki savunma silahlarının bakımı için gerekli materyallerin ve mühendislerin taşınmasının yanı sıra sömürgeci gemileriyle ilk karşılaşan ve savaşan pilotlar da onlardı. Sömürgecilere karşı nadiren üstünlük sağlayan pilotlardan her yıl on adet yeniden seçilirdi. Toplamda otuz kişiden oluşan dış atmosfer pilotlarının ölümleri ise sadece sömürgecilerin elinden olmazdı. 1500 metrelik top namlusundan yörüngeye fırlatılmaları sırasında ölen 46 pilotun isimleri, bu pilotların yaşadığı askeri kışlanın girişindeki taş anıtın üzerine, diğer ölen 762 pilotla birlikte kazınmıştı.

Dış atmosfer uçuşçularından sonra gelen grup ise Ani Hava Müdahale Birliği olarak bilinen iç atmosfer uçuşçularını kapsıyordu. Saldırı alanlarına en güçlü silahları, yani Dinozor’ları taşıyan uçakların bir diğer görevleri ise saldırı yerindeki halkı alandan uzaklaştırmaktı. Dinozor’ların üretilmesinden önce sömürgecilerle savaşmayı deneseler de kötü manevraları ve düşük hızları nedeniyle fazlasıyla kayıp verilmesinin ardından sadece taşıma işiyle görevlendirilmeye başlanmışlardı.

Sonuncu grup ise şehirlerarası taşıma ve nakliye işlemlerini gerçekleştiren hovercraft kullanıcılarını kapsıyordu. Her ne kadar silahlı olsalar da saatte sadece yüz kilometreye ulaşan hızları nedeniyle olay yerine ulaşıncaya kadar sömürgeciler çoktan alandan uzaklaşmış oluyordu.

Karar Verme testine girmesine birkaç kişi kala, bekleyen pilot adaylarının arasından Kim’i gördü Ray. Birçok pilot adayıyla sohbet etme şansı bulsa da Kim adındaki kızın sert mizacı yüzünden ona bir türlü yaklaşamamıştı. Fakat Kim’in bu gün yüzüne yansıyan tedirginliği herhangi biriyle konuşmak istediği çağrısını veriyordu.

Ray vakit kaybetmeden ve farkında değilmişçesine Kim’in yanına kadar yürüdü. Zil ile birlikte dönen sıra numarasına gözünü diken onlarca pilotun aksine Kim, yanında olup bitenden habersizce bekliyordu. Ray’in konuşmasıyla irkilip gözlerini şaşkınca ona çevirene kadar da kıpırdamadı.

“Merhaba.” Ray sol elini selam verir şekilde kaldırmış dudağının bir kenarıyla gülümseyerek ona bakıyordu.

“Merhaba.”

“Bu kadar gergin olmamalısın.” Konuşmaya nasıl gireceğini bilemediğinden aklına ilk gelen kelimeleri sıraladı. Fakat beklemediği şekilde aldığı cevap “yanlış bir şey mi yaptım” korkusunu bir anda sildi.

“En korktuğum test bu. Sağ kulağımda işitme kaybım var. Ses derinliğini algılamada sorunlar yaşıyorum.”

“Uçuş canlandırması yapılacağı için ses kontrolü olmaması büyük sorunlara neden olacak diye endişe ediyorsun sanırım.”

Uçan bütün araçlarda bulunan sesli ikaz mekanizması, düşmanın geldiği yönden pilota ses vermesiyle çalışmaktaydı. Sesin şiddeti ve yönü düşmanın yerini ve uzaklığını gösteren en önemli etkenlerdi. Özellikle dış atmosfer uçuşlarında düşmanı gözle görmek neredeyse imkansız olduğundan, ses ikaz mekanizması pilotların tek güvendikleri uyarı sistemine dönüşüyordu.

İki yüz elli yıldır gerileyen tıp nedeniyle insanların hastalıkları tam anlamıyla öğrenilemediğinden, her insana pilot olma şansı veriliyordu. Testleri geçebildiği, psikolojik ve zihinsel sorunları olmadığı sürece, her birey pilot olabilirdi. Kim de bu denli önemli bir sorunu olmasına rağmen pilot olma şansına sahipti fakat bu testten sıfır puan alırsa tüm hayalleri suya düşecekti.

“Evet” diyerek cevap verdi Kim. Kaşlarını daha çok çatarak endişesini gösteriyordu.

“Merak etme. Bildiğim kadarıyla en başarılı pilot sensin. Bunun üstesinden geleceğine de eminim.”

Kim şaşkınlıkla Ray’e bakarken kafasını geriye çekti. Yüzündeki endişe hafif bir tebessüme dönüşürken ilk defa Ray’in yüzüne dikkatlice bakıyordu.

“Nereden biliyorsun?”

“Buranın mekanik işleriyle ilgilenen bir arkadaşım var. Genelde içeride olup biten her şeyi duyar. Senin en yüksek puan aldığını söyledi.”

Kim iyice gülümserken gözleri kısıldı. Güvenini yerine getiren Ray’e kafasını sallayıp teşekkür etti. Belki yalan diyordu diye geçiyordu içinden. Ama bu bile güveninin yerine gelmesine engel olmadı.

Aradan geçen bir saatlik sohbetin ardından test numarası Ray’i gösteriyordu. Heyecanına yenik düşen Ray, ona verilen çantayı beline takıp test yerine yürürken elinden gelen her şeyi yapmak için son fırsatı olduğunu biliyordu. Stanley’den öğrendiği kadarıyla bu testten alacağı puana göre dış atmosfer pilotu da olabilirdi. Fakat kötü sonuç onu hovercraft pilotu da yapabilirdi.

Test alanı tavandan sarkan elektrik lambalarıyla aydınlatılıyordu. Gezegende az miktarda üretilen elektriğin çoğunu da askeri binalar kullanıyordu. Ray ilk defa gördüğü parlak ışığın etkisinden bir süre çıkamadan tavana bakarken, odanın geri kalanını fark edemedi. Daire şeklindeki odanın duvarları yine daire şeklindeki gramofonlar ve odanın merkezine dönük ucu açık borular ile ile döşenmişti. Testin nasıl yapılacağını iyi bildiğinden, bu gramofonların işlevini de tahmin ediyordu.

Işıklar söndürülüp içerisi zifiri karanlığa boğulduğunda, gramofonlardan gelen cızırtılı ses testin başladığını söyledi. Odanın tam merkezinde duran Ray ise iki elini açıp hazırda bekliyordu. Gözlerini kocaman açsa da etrafta hiçbir şey göremiyor olması onu rahatsız ediyordu. Arkadaşı Stanley gibi bir Natrix olmanın avantajı gelmişti aklına tam o anda.

Ömürlerini yer altında geçiren Natrixlerin işitme ve görme becerileri çok gelişmiş oluyordu. Hatta bazıları elektromanyetik alanları hissedebilecek kabiliyette doğuyordu. Pyroeis’in ekvatorundan çekirdeğine doğru açılan on metre çapındaki, duvarları aynalar ile kaplanmış delikler, güneş ışığını ve havayı yeraltındaki Natrixlere gönderip zamanı öğrenmelerini sağlasa da, görüp görebilecekleri tek ışık kaynağı da yine aynalarla dolu olan bu saat sisteminden başka bir şey olmuyordu.

Ray, bir Natrix olamasa da şimdiki yeteneklerine güvenmek zorundaydı. Gözlerini kapatıp tüm konsantrasyonunu işitsel yeteneklerine verdi. Gramofonlardan gelen sesten bir saniye sonra o gramofona bağlı borudan odanın merkezine top gönderilecekti. Yakalayıp çantasına doldurduğu her top onun başarısını gösterecekti.

İlk ses sağ tarafından geldi. Ray hızla dönüp ellerini o taraftan gelecek olan topa açtı. Bir saniye sonra top göğsüne çarpıp sekince onu yakalamak için büyük çaba sarf etmesinin ödülünü, topu yakalayarak aldı. Topu çantasına koyup sonraki sesi bekleyen Ray, daha on dokuz top için bunu yapacağını biliyordu.

Ardı sıra gelen seslere karşılık veren Ray toplamda on top içinden altısını yakalayabildi. Sonraki toplar ise çok daha seri geliyordu. Neredeyse aynı anda gelen ikişer topları yakalamakta fazlasıyla zorlanan Ray’in testi bittiğinde çantasında sadece on bir adet top vardı. Bu başarısız bir test anlamına geliyordu ve hangi gruba seçileceğini beklemekten başka yapacağı şey kalmamıştı.

Stanley, günlük işini bitirdiğinde sonuçları bekleyen Ray’in yanına gelip oturdu. Son dört kişinin testlerinin ardından sonuçlar açıklanacaktı ve herkes sabırsızlıkla bunu bekliyordu. Stanley her zamanki gibi kulağına çalınan bilgileri yakın arkadaşı Ray’e fısıldamaya başladı.

“Fena çuvallamışsın.” Ray, buna morali bozuk şekilde kafa sallayarak karşılık verdi. “Elbet pilot olarak seçileceksin sanırım. Ama dış atmosfer pilotu hayallerin yıkılabilir.”

“Farkındayım” dedi Ray. Bir sürelik sessizlikten sonra arkadaşının açık renkli gözlerine baktı. O an için kendi sonuçlarından çok Kim’in ne yaptığını öğrenmek istiyordu. “Şu Kim denilen kızın sonuçlarını biliyor musun?”

Stanley gülümserken Ray’in onu soracağını tahmin ettiği için özellikle onunkilere de bakmış olduğunun işaretini biliyordu.

“Evet. Altı top yakalamış. Ama genel ortalaması çok yüksek.”

“Anladım.”

“Dostum benim gitmem gerekiyor. Ortalıkta fazla kaybolmam sorun oluyor.” Stanley ayağa kalkıp konuşmasına devam etti. “Kutlama yemeğinde görüşürüz.”

Aradan geçen bir saatin ardından sonuçlar açıklandı. Ray tıpkı tahminlerindeki ve Stanley’nin söylediği gibi dış atmosfer pilotu olamasa da iç atmosfer pilotu olarak seçildi. Diğer merak ettiği kız ise hayret verici bir ortalamayla, %94’lük bir puanla dış atmosfer pilotlarından biri oldu. Kendi için üzülse de, ona ilginç heyecanlar yaşatan kızın istediğinin olmasına sevindi.

* * *

“P.S. 4 Yağan 201

İnsan hayallerini yaşayamadıktan sonra yaşamanın ne anlamı var demiş bir yazar. Hayali, bir kahraman gibi ölmek olan birisi için ne anlam ifade ediyor bu? Hayali ölmek olan biri ölemediği için yaşamasının ne anlamı var… Böyle bir çıkmazdayım.

Kin ve nefrete kapıldığımı biliyorum. Dış atmosfer uçuşları kadar istemesem de şimdiki görevimin ne kadar önemli olduğunu da biliyorum. Bizzat ben o aşağılık yaratıkların hakkından gelemesem de, onları yok edecek olanları taşıyacağım. Bana şans dile günlük.”

Her ne kadar dış atmosfer uçuşlarına katılamayacak olsa da Ani Hava Müdahale Birliğine seçilmiş olmanın mutluluğuyla partinin tadını çıkarıyordu. Arkadaşları onun başarısını kutlamak için en pahalı içkiler ve yemeklerle masayı donatmıştı. Nar likörleri ve şaraplar bütün konukların ellerinde havaya kalkmış, Ray’in başarısına içiyordu.

Pilotların sonu her zaman güzel olmadığından onlara moral vermek için partiler verilirdi. Ray de şimdiden yürüyen bir ölü sayılırdı. Son zamanlarını mutlu şekilde geçirmesi için arkadaşları ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlardı.

Az sayıda yetiştirilen mısır, muz ve elma, masada Ray’in önünde duruyordu. Hatta süt, yumurta ve et bile masanın bir köşesinde yer alıyordu. Yarın şehirden ayrılıp başkente gidecek olan Ray için bu gezegende yiyip içebileceği her şeyi önüne getirmişlerdi.

Ray, gülümseyerek ayağa kalktı ve gülümsedi.

“Arkadaşlar” diyerek fısıltıları susturdu. “Bu güne kadar benim arkamda olan dostlarım. Sizlerin destekleri sayesinde şu an hayalimi yaşayacağım. Sizler ve daha yüzünü dahi göremediğimiz niceleri, benim yaşayabilmem için, tıpkı herkes gibi elinizden gelen her şeyi yaptınız.” Elindeki kadehi havaya kaldırıp devam etti. “Ben de sizlerin güvenliğinizi sağlamak adına elimden gelen her şeyi yapacağım. Pyroeis’e.”

Odadaki herkes hep bir ağızdan “Pyroeis’e” diyerek içkilerini yudumladılar.

Eğlenceli saatler ile birlikte günün de bitmesiyle Ray’in hayatı da değişmeye başladı. Birkaç saat içinde Stanley ile birlikte tren istasyonuna vardı. Isidis’den Utopia’ya gidecek olan trenin lokomotifinden çıkan beyaz dumanlar ufuktaki kızıl gökyüzünü ikiye bölüyordu. Kumların titreşmesi arttıkça Viking-12 adlı trenin yaklaştığı anlaşılıyordu. Çelik ve bakırın karışımıyla meydana gelen tonlarca ağırlığındaki araç, buharın gücüyle saatte yüz kırk kilometre hıza kadar ulaşıyordu.

İstasyona varmasına iki kilometre kala yavaşlamaya başlayan trenin son hareketleriyle etrafta yükselen gıcırtı ve demirin birbirine sürtmesiyle oluşan sesler bekleyen yolcuların yüzlerini ekşitmesine neden oluyordu. Hayatları boyunca bunun gibi seslere maruz kalmalarına rağmen Viking trenlerinin seslerine alışmak hala zor geliyordu.

Trenin son tıslamasıyla tamamen durduğunun anlaşılması üzerine yine aynı tıslama eşliğinde istasyona bakan taraftaki kapıları yukarıya doğru açıldı. İçinden çıkan onlarca insanın yerini istasyonda bekleyenler dolduruyordu. Bekleyenler arasında olan Ray de trendeki yerini aldı.

Stanley onu uğurlarken duygularını belli etmemeye çalışıyordu. Küçük kardeşi gibi gördüğü Ray’i bir daha göremeyecekti belki de. Ölümden kurtardığı arkadaşını ölüme uğurluyormuş gibi hissediyordu. Ona son kez sıkıca sarılıp trenden indi ve hareket edene kadar istasyonda bekledi. Ray’i, son anda olabilecek bir şeyden korumak için tetikte bekler gibiydi.

Koyun derisi beyaz koltuklarda seyahat edebilecek az sayıdaki insanlardan biriydi Ray. Askeriye ile alakalı olan her insana en büyük hizmet verilirdi ve Ray de bu hizmetlerden faydalanmaya başlamıştı. Trenin başından sonuna kadar ilerleyen bakır rengi boruların en az görüldüğü yer de onun kompartımanındaki odalardaydı. Soğuk havalarda trenin içini ısıtması güzel olsa da, tıpkı o zamanda olduğu gibi sıcak havalarda borunun içinden geçen su buharı içeriyi cehennem sıcağına çevirebiliyordu.

Pencerenin yanındaki çarkı çevirip üst camın yukarıya doğru açılmasını sağlayarak içerideki sıcaklığı bir nebze olsun azaltmak istiyordu. Trenin yola çıkmasına birkaç dakika vardı. Arkadaşı Stanley ile göz göze gelmeyi istemiyordu. Kimseye bağlanmamalıydı. Hem onların, hem de kendi iyiliği için en iyi karar buydu.

Tren, dev bir buhar motoru gibiydi. Su sirkülasyonu trenin ucundan arkasına, sona tekrar ısıtma bölümü olan ucuna gitmesiyle sağlanıyordu. Trenin arkasındaki hava akımı suyu tekrar soğutup ısıtılması için hazırlıyordu. Hızını alan trenin buhar motorlarından farkı ise tekerleklerin sürtünmesiyle oluşan ısıyı suyu ısıtmak için kullanabilmesiydi. Yakıt tasarrufu yapılan bu sistemin çok daha gelişmiş versiyonları çıkmış olsa da eski model olan Viking-12 adlı tren ihtiyaçları karşılayacak şekilde tasarlanmıştı.

Tren, ilk baştaki ani hareketinin ardından yavaşça hızlanarak yola koyuldu. Stanley görüşünden uzaklaştıkça tüm hayatını da geride bıraktığını biliyordu Ray. Trenin, rayların birleştiği yerlerden geçerkenki titremesi dışında sanki ilerlemiyormuş gibi son derece sabit gitmesi, çıkardığı ses ile tezat düşüyordu.

Kompartımanın kapısının açılıp içeriye beyaz saçlı ama yüzündeki dinç görünümden orta yaşlı olduğu anlaşılan adamın girmesiyle Ray kafasını çevirdi. Adam, kafasındaki beyaz fötr şapkayı gözlerini gizleyecek kadar aşağıya indirmişti. Kafasını kaldırıp Ray’e baktı ve hafif gülümseme ile başını sallayarak selam verdi. Ray de aynı şekilde adama karşılık vermesinin ardından, beyaz takım elbiseli adam tam karşısına, pencere kenarına oturdu.

Adam derin bir nefes alıp arka cebinden tütün tabakasını çıkardı. İçinden bir yaprak alıp üzerine tütün serpti. Uzun bir yol oluşturan tütünün en uç kısmına ise az miktarda magnezyum döktü ve kıvırarak oluşturduğu sigarasını dudakları arasına yerleştirdi. Tabakanın içinden çıkardığı sürtme çakmağı ağzına götürerek, tek eliyle kavradığı aleti iki parmağıyla sürtüp kıvılcımlar çıkardı ve sigarasının ucundaki magnezyumu tutuşturdu.

Ufak bir pof sesi ile birlikte kısa süre içinde yoğun duman sarmıştı etrafı. Yine kısa sürede yok olan duman ikisini de rahatsız etmedi. Adam, yanmaktan sararmış parmaklarıyla tuttuğu sürtme çakmağı tabakasına koyup sigara keyifleri için sakladığı bütün ekipmanını cebine tekrar yerleştirdi. Sigarasından bir nefes alıp dudaklarını ileriye uzatarak havaya üflerken gözlerini Ray’den ayırmıyordu.

“İçerisi çok sıcak, öyle değil mi?” dedi adam tıpkı tren gibi gıcırtılar çıkaran tok sesiyle.

Ray sadece kafasını salladı adama bakarak. Çok fazla konuşmak istemediğini hareketleriyle belli etmeye çalışsa da karşısındaki adam bunu anlamamışçasına devam ediyordu.

“Şu yeni çıkan modeller var. Yerin altından gidiyorlarmış. Suyun yanı sıra ısıyı da dönüşüme sokuyorlarmış diye biliyorum. Çok az miktarda magnezyum ile yüzlerce kilometre gidiyorlar.”

“Evet, biliyorum. Vermes modellerini bütün şehirler arasında bağlamayı düşünüyorlarmış.”

Bu sefer adam sessiz kalıp kısık gözlerini diktiği Ray’e bakarak kafasını bir süre sallayarak karşılık verdi. Kollarını dizlerinin üzerine koyup öne doğru eğildi ve sigarasını sol eline alarak sağ elini uzattı.

“Benim adım Ali. Ali Trider.”

“Merhaba. Ben de Ray Jackson.”

“Asker olarak seçildin anladığım kadarıyla.”

Ray konuşmak istemese de adamın bunu sadece elini sıkarak nasıl anladığını merak ediyordu.

“Evet. Nereden anladınız?”

“Tahmin diyelim” dedi adam tekrar arkasına yaslanarak. “Gözleme dayalı tahmin sadece. Ama tahmin edemediğim şey grubunuz. Natrix olamayacak kadar tenin koyu. Teknisyen olamayacak kadar da pürüzsüz tenin var. Yanıksız, çiziksiz… Ya savunma birliğindensin, ya nöbetçi, ya da hava birliği.”

“Ani Hava Müdahale Birliği’ne seçildim.”

“Hmm. Anlıyorum. Nefret dolu olanlardansın yani.”

“Ne demek bu?”

Adam sigarasının külünü koltuğun kenarındaki kül tablasına boşaltırken derin bir nefes aldı. Sanki defalarca aynı şeyi başkalarına anlatmaktan sıkılmış bir hal almıştı yüzü.

“Hava birliğinden sağ kurtulanlar nadirdir. Oraya gönüllüler gider ki onların amacı da genelde düşman öldürmektir. Kin ve nefret dolu olanlardır. Aslında ölmelerinin nedeni de bu nefret yüzünden verdikleri ani kararlarla gerçekleşir. Bir an önce birkaçını öldürebilmek için yanlış hareketlerde bulunanların isimleri kazınır duvara.”

“O aşağılık pislikleri öldürmek için sakin olamaz kimse. Onlar soğuk kanlılıkla bizim insanlarımızı kaçırıyor, öldürüyor, topraklarımızı yağmalıyorlar. Ölmeyi hak ediyorlar.”

“Elbette öyle. Tıpkı onlara karşı duranlar kadar onlar da ölmeyi hak ediyor.”

Ray kaşlarını çatarak adama daha dikkatli baktı. Onlara karşı duranlardan kastının Pyroeis ordusu olduğunu biliyordu. Adamın nasıl böyle bir cümle kurduğunu anlamaya çalışmadan sorusunu yöneltti.

“Onların tarafında mısın?”

“Kimsenin tarafında değilim evlat. Onlar veya biz diye bir şey yok. Onlar da tıpkı bizler gibi hayatta kalabilmek için yapabilecekleri şeyleri yapıyorlar. Tek sorun seçtikleri yol yanlış. Ama bunun için onları değil, onları bu yola sevk edenleri suçlamak gerekiyor.”

“Ne saçmalıyorsun sen! O aşağılık yaratıklar babamı öldürdü. Annemi kaçırdı. Kaçırdıkları insanlara ne yaptıklarını…” Daha fazlasını söyleyemeden gözleri doldu Ray’in. “Şimdi onların sadece insan olduklarını mı söylüyorsun!”

“Aynı şeyleri biz de yaşadık evlat. İç savaş dönemi sırasında bu gezegende bir milyar insan vardı. Kaynaklar yetersizdi, üretim çok yavaştı. İnsanlar aç kaldılar. Baştakilerin karnı doyup bütün ihtiyaçları karşılanırken diğerleri açlıktan ölüyordu. Daha fazla dayanamadılar ve iç savaş başladı. Sömürgecilerin yaptıklarından daha beterlerini yapanlar da oldu ama kitaplar yazmaz onu evlat. İnsanlar aç kaldığında öldürür. Yaşamak için öldürür. Tehdit altında kaldığını düşündükleri zaman öldürür. Kim olduğunu düşünmeden, tıpkı kendisi gibi çocuk olmuş, aşık olmuş ve büyümüş bir başka insanın neler hissettiğini, ne düşündüğünü umursamadan öldürür. O sömürgeciler bize saldırmasaydı şu anda parçalara ayrılmış ve farklı kişiler tarafından yönetilen ülkeler olacaktı ve yine, sırf daha iyi yaşayabilmek için birbirimizi öldürüyor olacaktık. Sadece bahaneler değişir, asıl amaç öldürmektir.”

Ray’in siniri yerini düşüncelere bıraksa da sömürgecilere insanmış gibi bakmayı reddediyordu.

“Ne yani savaşmamalı mıyız? Onlar da sırf insan diye bizleri katletmelerine izin mi vermeliyiz?”

“Elbette hayır. Sadece kendini ve yaşamaya hakkı olduğunu düşündüğün insanları korumak için mi savaşacaksın, yoksa sırf öldürmek için mi diye karar vermen lazım. Kin ve nefretten arınmanı tavsiye ediyorum sana. Aksi halde kana susamış o yaratık dediğin insanlardan farkın olmaz.”

Ray daha fazla konuşmadan durdu. Gözlerini hızla akıp giden ağaçlara çevirip uzun süre adamın dediklerini düşündü. Artık bir insanı soğukkanlılıkla öldürüp öldüremeyeceğini tartıyordu kafasında. Ne kadar acımasız olabileceğini düşünüyordu sadece.

* * *

“P.S. 8 Fırtına 202

Bütün bunlara başlamanın doğru olup olmadığını sorguluyorum o adamla konuştuğumdan beri. Ama kimse yapmazsa bu insanları kim koruyacak? Korumak ile öldürmek arasında çok büyük bir uçurum var. Tıpkı o adamın dediği gibi kinime yenik düşmemem gerekiyor.

Eğitimler iyi gidiyor. Yarın eğitimlerimin sonucunu uçuş denemesi yaparak öğreneceğiz. Artık dönüş yok. Elimden gelenin en iyisini yapacağım. Bana şans dile günlük.”

İki aylık genel eğitimlerin ardından Ray ilk uçuşuna çıkmaya hazırlanıyordu. Kumlu arazi üzerinden hangara doğru yürürken içinde tarif edilemez bir heyecan vardı. Uçuş güvenliğinin düşük olmasının yanı sıra duyduğu heyecana öncülük eden şey uçma hissiydi. Hiçbir canlının yapamadığı gibi uçacaktı. Eski anlatılara göre uçan hayvanlar olduğunu duymuştu. Başkent Ütopya’da Bereket Günü kutlamalarında, bir elinde buğday, diğerinde çapa tutan Demeter’in heykelinin kalbinden beyaz bir güvercin bırakıldığını ve gökyüzünde uçarak gittiğini gören arkadaşlarının anlattıklarını duymuştu. Ama hiç uçan bir hayvan görmemişti.

Hangar kapısı iki yana doğru çarkların yardımıyla gürültülü şekilde açılıyordu. Ray ve hemen yanında duran yardımcı pilot kapının biraz açılmasıyla güneş ışığının ardından içeriye girdiler. Deneme uçuşu için özel olarak üretilmiş olan uçağın silahı veya ek donanımları yoktu. Amaç sadece uçmasıydı ve fazladan bir kişi olan yardımcı pilotu taşıyabilmesi için gereksiz ağırlıklar çıkartılmıştı. Pilot kabini iki kişinin arka arkaya oturabileceği şekilde uzundu. İki yanında bulunan pervanelere güç veren buhar motoru neredeyse otuz yıllıktı.

Pyroeis’de neredeyse her yerde kullanılan motorun tasarımını ve geliştirmesini Philip Burroughs adındaki bilim adamı yapmıştı. Buhara dönüşen su ilk pistona akarak bobini çeviriyor, ardından ön kapak adı verilen bölme kapanıp, üçüncü pistonu dolduran su buharının etkisiyle ilk pistona basınç uygulanıyordu. İlk pistondaki buhar ikinciye, üçüncüdeki dördüncüye geçerken ön kapak açılıyor ve ilk pistona akacak olan su buharı için hazırlanıyordu. Pistonlardan çıkan buhar uçan aracın içinden akan hava ile soğutulup tekrar suya dönüşüyor ve kaynatılmak üzere su tankına gönderiliyordu.

Her ne kadar Philip adlı bilim adamının ürettiği Burroughs-2 adlı motor suyu soğutmak için kimyasallar kullanıp bu ısıyı tekrar suyu kaynatmak için kullansa da, Ray’in kullanacağı uçakta bu teknoloji bulunmuyordu. Motor tipine göre değişen, yakıt olarak bol miktarda magnezyum, sodyum veya lipit kullanılan uçağın seyir halinde çıkardığı duman düşman uçakları için kolay hedef olmasına neden oluyordu.

Ray ve yardımcı pilot uçağın küçük, camla kaplı kabinine yerleşip, hangar mürettebatının uçağın son hazırlıklarını yapmasını bekliyorlardı. Ray bu sırada aldığı eğitimleri aklından geçiriyordu. Eğer zor bir durumda kalsa bile deneyimli yardımcı pilot kontrolü ele alıp uçağı kullanacaktı. Fakat Ray bu duruma gerek kalmayacağına inanıyordu. Azmi ile bütün eğitimleri en üst seviyede tamamlamıştı.

Görevlilerden biri uçağın önüne geçip motorun buhar akışının başlaması için gerekli ilk gücü vermek için pervaneyi çevirdi. Uçağın ön kısmında başlayan titreme bir süre boyunca kabini de titretti ve ardından gerekli devir hızına ulaştı. Uçağın ön ucundan arada sırada yüksek basıncı dengelemek için salınan buharın tıslama sesi, saldırıya hazır bir boğayı andırıyordu. Pilotun önündeki panel sayesinde gaz atılımı uçağın istenildiği yerinden yapılabiliyordu. Hatta tanktaki yedek su bitene kadar uçağı hızlandıran, arkadan bir itiş bile sağlayabiliyordu.

Ray, panelindeki düğmeleri kontrol ettikten sonra baş parmağını havaya kaldırarak hazır olduğunu işaret etti. Görevlilerden kalkış için izin almasıyla sağındaki paneli ileriye hareket ettirerek motora güç verdi.

Hangarın önünden başlayan kumlu pistin üzerinde hızla hareket ettikçe koltuğuna gömülüyor, bacaklarının arasındaki kumanda kolunu tutmakta zorlanıyordu. Göstergelerden biri yeterli hıza geldiğini işaret eden sarı bölgeye ulaşınca kolu geriye doğru çekerek pist ile olan bağını tamamen kopardı ve kızıl gökyüzüne doğru havalandı.

Gözleri kocaman olan Ray, heyecanı, korkuyu ve mutluluğu aynı anda yaşıyor gibiydi. Göğe doğru tırmandıkça karnındaki soğukluk artıyordu. Dört yüz metre yüksekliğe gelince motorun gücünü düşürüp bu irtifada süzülerek ilerlemeye başladı. Arkasındaki yardımcı pilotun ona verdiği görevleri tek tek yaparken bir yandan da altında akıp giden manzaranın tadını çıkarmaktan kendini alıkoyamıyordu.

Yarım saatlik, birkaç manevra ve dalış antrenmanından sonra depolardaki yakıtın ve suyun yarısını tüketmişti. Yardımcı pilot uçuş konusunda Ray’in yeterli olduğuna kanaat getirirse, sonraki deneme uçuşunda silah kullanımını öğrenecekti.

Ani Hava Müdahale Birliği’nin asıl amacı saldırının gerçekleştiği yerlere silah konusunda çok daha etkili Dinozor isimli savaş makinelerini taşımak olsa da, nadiren düşman uçaklarıyla it dalaşına girdiklerinden hafif silahlar ile donatılırlardı.

En etkili silahlardan olan IMW ve IMD’nin ağırlığını kaldırabilecek kadar güçlü olsalar da, silahların ateşe hazırlanma süresinin yavaşlığı, düşman uçaklarının manevra kabiliyeti ve dost uçaklarının kontrol zorluğu nedeniyle bu silahlar genelde Dinozor’lar tarafından kullanılırdı. Uçaklar ise RedThunder adı verilen silahlarla donatılırdı.

RedThunder’lar tıpkı MS topları gibi çalışan, düşman uçaklarının görüş alanını yok etmeye yönelik silahlardı. Düşmana fırlatılan kapsüller temas anında patlayarak etrafı sarı dumana boğup düşmanın konumunu değiştirmeye zorluyorlardı. Düşman uçakları ise alçaldıkları zaman Dinozor’ların en etkili saldırısı olan Iron Fist denilen, mekanik koçbaşı silahıyla tanışıyorlardı.

Bilindiği kadarıyla o güne kadar on sekiz adet düşman uçağı düşürülmüş olsa da, birçoğuna hasar verilmiş, hatta bir daha kullanılamaz hale getirmiş olduklarından emindiler. Yüz binlerce hayat kurtaran Dinozor’ların kaptanları gerçek kurtarıcılar idi. Ancak asıl saygıyı, hayatlarını tehlikeye atan pilotlar hak ederlerdi.

Deneme uçuşunun bittiğini haber veren yardımcı pilotun emri ile uçağın burnunu hangara yöneltti. Pusulasından nerede olduğunu takip eden Ray’in en başarılı olduğu eğitim de harita bilgisi idi. Fakat hangara yaklaştıkça gözüne çarpan değişiklik, içindeki huzursuzluğu git gide arttırıyordu. Her ne kadar kalkan uçaklardan sonra pistin üzeri dumanla kaplansa da, şimdiki gördüğü manzara uçaklarınki değildi.

Etrafta uçuşan sömürgeci gemileri etrafa ateş ediyor, yapacakları sömürgeye müdahalenin gecikmesi için hangarı yok ediyorlardı. Tıpkı Pyroeis gibi, sömürgeciler de stratejilerini geliştirmişlerdi. Saldırıdan önce düşmanın savunmasını hedef alan uçaklardan biri ise Ray’i gözüne kestirdi. Üzerine doğru gelen beyaz renkli, uçarken uğultudan başka ses çıkarmayan sömürgeci uçağından çıkan plazma mermileri hedefini şaşmadan kabini delip geçiyordu. Delik açılan yerler bir süre daha yanarak büyüyor, uçağın aerodinamiğini bozuyordu.

Ray hızlı bir karar ile buhar basıncını uçağın sağ tarafına vererek etrafında hızla dönmeye başladı ve saldırganın altından geçti. Sömürgeci ise yerinde durup kendi ekseninde döndü ve Ray’i takip etmeye başladı. Arkasından gelen mavi renkli plazma mermileri uçağının iki yanından geçip gidiyordu. Birkaç mermi uçağa isabet etmesiyle, kabinin ön tarafına fışkıran kırmızı renkli sıvı Ray’in görüş alanının bir kısmını kapattı.

Ray başını çevirip arkasına baktığında yardımcı pilotun kopmuş kafasıyla dehşete düştü. Daha ilk deneme uçuşunda saldırının ortasına düşmüştü. Bir an önce kendisini toparlayıp karar vermesi gerektiğini anladı. Hangardan geriye neredeyse hiçbir şey bırakmayan sömürgecilerin bir kısmı kaçırdıkları insanlar ile geri dönüyordu. Onlar için ziyafet olacak o insanları kurtarmak için yanıp tutuşsa da, yapabileceği hiçbir şey olmadığının da farkındaydı. Tıpkı trendeki adamın söylediği gibi, eğer bir zafer istiyorsa bunu nefretine yenik düşerek değil, yapmak zorunda olduğu için yapmalıydı.

Cehenneme dönen ortama rağmen sakin kalmaya çalışıyordu. Patlayan uçakların yere düşüşünü görüyordu. RedThunder’lardan çıkan mermiler yüzünden hangarın üzeri sarı bir bulutla kaplıydı. Buluta doğru uçan Ray, arkasından onu takip eden uçaktan kurtulmanın yanı sıra onu nasıl yok edeceğinin planlarını kuruyordu. Bir süre daha peşinden gelirse sağ kalma ihtimali zaten yoktu. Bu yüzden ölmeden önce sömürgecilerden birini de peşinde sürükleyecekti.

Sarı bulutun içine daldığında tıpkı peşindeki sömürgeci gibi kendisi de hiçbir şey görmeden ilerliyordu. Arada sırada mavi ışıklar hızla yanından ilerleyip yok oluyordu. Hava basıncını ölçerek yüksekliği ölçen altimetreye baktığında 40 metre yükseklikten yere doğru ilerlediğini anladı.

Uçağının burnunu havaya kaldırıp birkaç saniye içinde beş metre kadar yükseldikten sonra, buhar basıncını uçağın ön tarafından veren kolu tutup bir süre indirdi. Uçak hızla yavaşlarken arkasındaki sömürgeci neler olduğunu fark edemeden altına kadar ilerlemişti Ray’in.

Ray, tekrar hızlanamayacak kadar uçağı yavaşlattı. Zaten amacı tekrar uçmak değildi. Önündeki kolu ileriye iterek hemen altındaki sömürgeci uçağının tepesine sert bir darbeyle çarptı. Kabinin içinde sıkıca bağlandığı kayışlara rağmen sağa sola savruluyordu. Altındaki uçak yükselmek için uğraşsa da üstündeki ağırlığa daha fazla dayanamadı ve kumlu araziye çakılıp bir süre ilerledi. Ray’in uçağı ise birkaç takla atıp durabildi.

Ray, göğsündeki ağrı ve kulağındaki çınlamayla hayatta kaldığına inanamıyordu. Onu sıkıca saran kayışları açtığında, aslında baş üstü durduğunu yere sırtı üstüne düşerek anladı. Aynı şekilde kaburgalarından birkaçını da kırdığını bu şekilde öğrendi.

Bir eliyle göğsünü tutup diğeriyle yerde sürünerek, tozun altında az da olsa görülen sömürgeci gemisine ilerliyordu. Tıpkı kendisi gibi onun içindeki pilot da yaşıyor olabilirdi ve ne pahasına olursa olsun onlardan birini öldürmeden gitmemeye yemin etmişti.

Geminin yanına kadar geldiğinde dizleri üzerine doğrulup sonra ayağa kalktı. Geminin çizgiyi andıran cam alanı kabinin içini görmesini sağlayan tek yerdi. İçeride ise kanlar içinde kalmış, üstü çıplak, boynunda kemikten yapılma bir kolye takan ölü sömürgeciyi görmesiyle rahatladı ve olduğu yere düşerek bayıldı.

* * *

“P.S. 22 Bereket 202

Daha ilk uçuşumda sömürgecilerle karşılaşmam, hatta onlardan birini düşürmem büyük ilgi gördü. Günlerdir hastaneye ziyaretçi akını oluyor. Stanley de birkaç kez fırsat buldukça geldi. Timberman Dişlisi[5] diyor artık bana.

Birkaç gün sonra taburcu olacağım. Keşke çok daha erken çıksam buradan ve görevime dönsem. Hayatımın geri kalanında birçok insanı kurtarıp sömürgecilerin kalbine korku salmayı istiyorum. Bunu elbette yatarak yapamam. Bana şans dile günlük.”

Otuz sekiz günlük tedavinin ardından tekrar gökyüzüne dönmek için sabırsızlanıyordu. İyileşme süreci içinde iki adet gazete röportajı ve bir adet madalya töreni gören Ray, tüm gezegende duyulmuştu. Silahsız, eski model bir uçakla sömürgeci düşürüp hayatta kalmıştı. Hatta tüm zamanlar içinde sömürgecilere karşı birebir savaşıp hayatta kalan yirmi sekiz pilottan biri olmuştu. Hastaneden çıkıp istirahat için kışlasına gönderildiğinde tekrar orduya katılmasına bir hafta vardı. Odasının kapısının çalınmasıyla, bütün yaşananların bunlarla sınırlı kalmayacağını da öğrenecekti.

Kapıyı açtığında karşısında Brad Robinson ve yanında dört koruma duruyordu. Tüm zamanların en iyi pilotu olarak bilinen Brad, 1200 saatlik uçuş deneyimi ve düşürdüğü dört sömürgeci uçağıyla Pyroeis’in efsanesiydi. Yetmiş yaşına rağmen dinç görünüyordu. Ancak uçuş için yeterli sağlığı olmadığından artık orduda savunma ve strateji uzmanı olarak görev alıyordu.

Ray daha şaşkınlığını üzerinden atamadan Brad elini uzatarak konuşmaya başladı.

“Merhaba, ben Brad Robinson. Pyroeis savunma ve strateji uzmanı.”

“Biliyorum” diyebildi sadece Ray kocaman açtığı gözlerini kırpmadan.

“Son saldırıda yaptığınız akıllıca manevra ile ilgimizi çektiniz.”

Şimdiye kadar birçok ilgi görmüştü ancak Brad Robinson’un bile kendisini bizzat tebrik etmesini beklemiyordu. Yaptığı şeyin gerçekten ne kadar önemli olup olmayacağını düşünmeye başlarken karşılık verebildi.

“Teşekkür ederim.”

Brad, eliyle girebilir miyim işareti yapıp Ray’den onay alınca arkasındaki görevliler ile birlikte içeriye süzüldü.

“Tabi buraya kadar sizin başarınızı övmeye gelmedik” dedi ellerini arkasına bağlayarak. “Aslında uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir proje için cesur ve iyi pilotlar arıyorduk. Bu güne kadar bu görevi teklif ettiğimiz neredeyse hiç kimse kabul etmedi. Ve şimdi de bunu size teklif ediyoruz.”

Ray olayların daha farklı bir yöne gideceğini anlamasıyla tedirginleşti.

“Ne projesinden bahsediyorsunuz?” dedi yutkunmasının ardından.

“Eğer ilginizi çektiyse sizi araştırma merkezine götüreceğiz. Bütün detaylar orada size ve sizinle göreve çıkacak olan yardımcı pilotunuza anlatılacaktır.”

Daha hiçbir şey öğrenemeden böyle bir teklifi kabul etmesinin tek nedeni karşısındaki adamın Brad Robinson olmasıydı. Onu bir görev için seçtiyseler bunu asla sorgulamadan kabul etmeye hazırdı.

Çok uzun sürmeyen yolculuktan sonra Pyroeis’in en ünlü yerlerinden biri olan gözlem evine ulaştılar. Bütün bilimsel aktivitelerin yapıldığı gözlem evi en sıkı korunan yerlerden biriydi. Devasa, gri bir yarım küreden oluşan binanın üzerindeki açıklıktan dışarıya uzanan teleskop yılın belirli dönemlerinde dünyayı gözlerdi.

Philip Burroughs da dahil olmak üzere yüzün üzerinde bilim adamına ve mühendise ev sahipliği yapan yer askeri stratejilerin de belirlendiği kritik noktalardan biriydi. Gözlem evinin belli başlı noktaları görev için seçilmiş olan Ray ve son saldırıda başarılı bir savunma çıkaran Edgar Dick ismindeki başka bir pilota gösterildi. Ardından görevin önemini ve ne olduğunu anlatması için Philip Burroughs ile buluştular.

Philip, karşısındaki sandalyelere oturmuş olan iki adayı karşısına alıp görev ile ilgili bütün bildiklerini anlatmaya başladı.

“Pilot adayları hoş geldiniz” diyerek başladı konuşmasına. “Sizlere anlatacağımız proje gizlilik içermektedir ve kesinlikle buradan dışarıya çıkmayacaktır.”

Bunu şimdiye kadar anlamış olan pilotlar, Philip’i başlarını sallayarak onayladılar. Fakat Edgar bu görevle ilgili duyduğu gizli bilgiyle alakalı aklına takılan soruyu sormaktan kendini alı koymadı.

“Daha önce bu projeye dahil etmeye çalıştığınız pilotların hepsi öldü diye biliyorum. Projenin gizliliği konusunda fazlasıyla katı kurallarınız var sanırım.”

Edgar’a göre görevi kabul etmeyenleri askeriyenin kendisi öldürüyordu. Bu da yapacakları işin ne derecede korkutucu olduğunu gösteriyordu.

“Aslında onlar pilot oldukları için öldüler. Görevi kabul etmeyenler pilotluklarına devam ettiler ve sonuç malum. Bu görevin çok tehlikeli olduğunu öncelikle belirtmem gerekir. Elbette sizler de Pyroeis içerisinde pilotluk yaparak onlarca yıl yaşayamayacağınızı biliyorsunuzdur. Sizleri seçtik çünkü bu gezegenin iyiliği için en iyisini yapmayı istediğinizden eminiz. Ayrıca son saldırıdaki başarınız, korkusuzluğunuzu ve bu görev için gerekli olan kabiliyetinizi gösteriyor.”

Philip hızlı konuşmasını öksürerek böldü. Ortalama yaşama yaşı olan kırk beşi on yıl geçmiş olmanın sorunlarını yaşıyordu sık sık.

“Projenin adı Yaşam Projesi. Yaklaşık yetmiş yıldır bunun üzerinde çalışılıyor. Amaç, Pyroeis insanlarının güvenliğini ve yaşam standartlarını yükseltmek.”

“Bütün bunları biz ikimiz mi yapacağız?” dedi Ray. Philip’in şaka yapıyor olduğunu düşünerek gülümsedi.

“Evet, öyle umuyoruz. Eminim ki ikiniz de Pyroeis tarihini biliyorsunuzdur. Dünyaya yaklaşan meteor nedeniyle insanların dünyayı terk edişini, sonrasında meteorun yön değiştirmesini, ancak insanların kurduğu yapay zeka sistemi ve robotların insanların tekrar dünyaya inmesini nasıl engellediğini okumuşsunuzdur. Ardından ise antik adı Mars olan bir milyar insanın Pyroeis’e yerleşmesini ve üç yüz dünya yılı boyunca bu kızıl hapishanede mahsur kalışımızı da.” Philip’in söyledikleri üzerine Ray’in gülümsemesi silindi. Akıllarında tam olarak neler döndüğünü merak ediyordu artık. “Sizin göreviniz ise dünyaya dönmek. Robotların sistemini kapatıp güvenlik kalkanlarını yok etmek ve Pyroeis halkının naklini sağlatmak.”

“Daha dış atmosfer uçuşlarını bile tam olarak yapamıyorken dünyaya kadar nasıl gitmemizi umuyorsunuz?”

“Şimdi ona geliyordum. Bu güne kadar düşürebildiğimiz sömürgeci gemilerinin parçalarını kullanarak çalışabilen bir uçak yapmaya çalışıyorduk. Ancak tek sorun sağlam bir motor bulamamız olmasıydı. Son savaşta düşürdüğünüz uçakta ise sağlam, trityum ile çalışan nükleer motor parçası bulabildik. Elbette eksik birtakım parçalar mevcuttu fakat onları kendi mühendisliğimiz ile halledebildik. Yani kısacası çalışan bir sömürgeci uçağı yaptık. Bu uçağı kullanarak dünyaya gideceksiniz ve size vereceğimiz bilgiler doğrultusunda görevi tamamlayacaksınız.”

Bu sefer Edgar sözü kesen kişi oldu.

“Çok kolay gibi söylüyorsunuz ancak dünya savunma sistemini siz de biliyorsunuz. Zamanında milyarlarca insanı öldüren, güçlü bir savunma var orada. Atmosferine giremeden bizi yok ederler.”

“Bunun üstesinden nasıl geleceğimizin araştırmasını uzun süredir yapıyoruz. Öncelikle eski kayıtlardan bildiğimiz şeyler var. Robotlar dört adet sunucu tarafından yönetiliyor. Savunma sistemini de yöneten sunucunun dünya tarihinin her yılı, 19 Temmuz’da yenileme yapmak için üç dakikalığına kapatıldığını biliyoruz. Tabi bu uçuşu aynı tarihte daha önce denedik ancak üç dakika çok kısa bir süre. Bu sefer bize yardımcı olacak şey ise meteor yağmuru.”

“Meteor yağmuru mu?”

“Evet. Yaptığımız gözlemler sonucunda robotların atmosfer dışından gelen her şeyi tehdit olarak algıladıklarını gördük. Meteor yağmurları sırasında resmen deliye dönüyorlar. Bu gözlemler sırasında fark ettik ki, işlemleri sırayla yapıyorlar. Bir bölgeden gelen bütün meteorları tek tek yok etmeye çalışırken, dünyanın başka yerinden gelenler ile daha sonra ilgileniyorlardı.”

Ray ve Edgar tüm dikkatlerini verdiklerini bilim adamını dinlerken merakları yüzlerinden okunuyordu.

“Yine gözlemlerimiz sonucu öğrenmiş bulunmaktayız ki, Dünya tarihinde 19 Temmuzda, yani robotların yenileme için kapatılacağı üç dakikalık sürenin olduğu zamanda, büyük bir meteor yağmuru dünya atmosferine çarpacak. Hem üç dakikalık avantaj, hem de yağmur nedeniyle robotların meşgul olması sizin içeriye girmeniz için gerekli zamanı sağlayacaktır. Ancak daha önce de dediğim gibi bu çok riskli bir görev.”

“İçeriye girsek bile bizi daha sonra yok etmeyeceklerini nereden biliyorsunuz?” diye sordu Edgar.

“Siz dünya yüzeyine inip araçtan çıktığınız anda kesinlikle size zarar vermeyeceklerdir. Onlar insanları öldürmez.”

“Öldürmez mi? Milyarlarcasına ne yaptılar peki?”

“Onların gözünde ateş ettikleri şeyler cansız uçaklardan ibaretti. Onlar insanlar gibi düşünemiyorlar. Eğer uçaktan çıkıp onlara görünürseniz sorun çıkmayacaktır.”

Edgar üst üste aklına takılan soruları yöneltmeye devam ediyordu.

“Pekala, dünyaya indik diyelim. Sonra bizi de öldürmediler. Peki burada yaşayan milyonları oraya nasıl götüreceğiz?”

“Görevin tehlikeli kısmını size anlattık. Eğer görevi kabul ederseniz eğitimleri ve diğer bilgileri almaya başlayacaksınız. Sorduğunuz soruların cevabı da eğitimler sırasında verilecektir. Görevi kabul ediyor musunuz?”

Ray tereddüt etmeden kabul ettiğini söylerken aklından tek geçirdiği şey bu gezegendeki insanların daha fazla acı çekmemesi gerektiğiydi. Ancak Edgar onun kadar iyimser olamadı. Başarı oranı çok düşük olan bir görev için hayatını harcamayı göze alamadı. Belki birkaç ay içinde ölecekti ancak ölümü kesin kabul etmemeyi tercih etti.

“Beni bu görev için seçtiğiniz için teşekkürler ancak ben görevimi Pyroeis’i koruyarak yapmayı istiyorum. Öleceksem de göklerde öleceğim.” Bu sözleri sarf ederken ölmeyeceğini, hatta bir efsane olacağına inanıyordu. Ancak ortamdaki karizmasını arttırmak adına aklından geçenleri çarpıtmıştı.

Edgar’ın ardından teklif gönderilen iki kişi de görevi kabul etmedi. Son olarak dış atmosfer görevlerini harfiyen yerine getiren başarılı pilot Kim Bury bu görev için gözlem evine getirildi. Kim ise daha asıl pilotu görmeden görevi kabul etti. Tıpkı Ray gibi kendisinin amacı da Pyroeis’deki insanları sonsuza kadar kurtarmaktı.

Ray ile karşılaşması sırasında ikisi de gülümsedi. Bu tesadüf bir şekilde ikisinin de hoşuna gitti. Tek kelime dahi etmeden birbirlerine bakarlarken, onları tanıştırmak için ortamda bulunan Brad, olanları anladığı için konuşmadan ortamdan ayrıldı.

* * *

“P.S. 29 Bereket 202

Kim ile göreve çıkacağımızı öğrenmek güzel oldu. Bir şekilde kader onu yine karşıma çıkardı. Belki onunla birlikte Pyroeis’i kurtaracağız. Belki de onunla bu görevde birlikte öleceğiz.

Nasıl olsa ölümü göze alarak çıktık bu yola. Ve şimdi çok daha iyi bir amaç için hizmet veriyoruz. Yakında eğitimler başlayacak. Daha pilot olamamışken yine eğitimlere gireceğiz. Belki de hayatımın sonuna kadar eğitilip asla doğru dürüst uçamayacağımdır, ne dersin günlük?”

Kısa kanatlarının üzerinde dik dairesel bir kaplama bulunan beyaz uçak, bu güne kadar onlara korku salan sömürgecilerin kullandığındandı. Önündeki iki adet ışık, kızgın bir yaratığı andırırcasına çatık duruyordu. Pilot kabinini oluşturan bombeli alanın üstündeki ince çizgi şeklindeki pencere ise ortaya doğru biraz genişliyordu.

Philip, uçak hakkında verdiği bilgiler arasında kanatlarındaki dairesel alanlar içindeki jiroskoptan bahsetmişti. Uçağın yer çekimine karşı koyarak uçtuğunu, ancak bu sistemin onun dengesini fazlasıyla sarstığını ve havada normalde taklalar attığını anlatmıştı. Kanatlardaki jiroskoplar sayesinde ise uçak her daim yere altı gelecek şekilde duruyor ve sarsıntısız bir yolculuğa imkan sağlıyordu.

Philip, sanat eseri gibi gördüğü uçağı canlı şekilde pilotlara gösterirken onun hakkında söylediği şeyler ağzını sulandırıyordu.

“Bu uçağı bu güne kadar düşürülen sömürgeci uçaklarıyla yaptık” oldu ilk cümlesi. Sesinde gurur ve kibir vardı. “Onlar kadar donanıma sahip olmasa da görev için gerekli ihtiyaçlarımızı fazlasıyla karşılıyor. Trityum motoru, bu güne kadar görmediğimiz kadar çok enerjiyi, çok uzun yıllar boyunca üretebiliyor.”

Uçak hakkında birçok bilgi alan pilotlardan Kim, merak ettiklerini de aklına geldikçe soruyordu.

“Gerekli olan yakıtı da düşürülen uçaklardan mı elde ettiniz?”

Philip gözlerini uçaktan ayırıp gözlükleri üstünden yanındaki kıza baktı. Biraz düşündükten sonra bildiklerini anlatmaya başladı.

“Hayır. Yakıtı aslında motorun kendisi üretiyor. Eski kayıtların yardımıyla da motorlara yakıt olarak, iki farklı tanka lityum ve döteryum[6] koyulduğunu öğrendik. Döteryumlar füzyon tepkimesine girerek helyum açığa çıkarırken aynı zamanda nötron ışıması yapıyorlar. Açığa çıkan nötronlar ile de lityum bombardımana tutularak motor radyoaktif trityum elementini oluşturuyor. Trityum ise beta ışımasıyla helyuma dönüşürken aynı zamanda enerji açığa çıkarıyor. Motor ise hem açığa çıkan helyumlarla hem de beta ışımasının enerjisiyle güç kazanıyor. Bu güç ile anti yerçekimi pompalarını çalıştırıp ayrıca itiş gücü sağlıyor.”

“Kısacası uçabiliyor demek istiyorsunuz sanırım?” dedi Ray anlamadığı bilimsel konuşmalara son vermek için.

“Evet, uçabiliyor.” Philip, uçağın etrafında gezerlerken gördüğü kısımları eliyle işaret edip tek tek anlatmaya devam ediyordu. “Manevra kabiliyeti bu güne kadar gördüğümüz en yüksek uçak. Hızının uzay boşluğunda saatte 42 bin kilometreye kadar çıkabildiğini tahmin ediyoruz. Yolculuğa dünya tarihine göre 4 Nisan 2490 yılında, yani 2 ay sonra çıkacaksınız ve 19 Temmuz 2490 yılında, meteor yağmurundan önce oraya varmış olacaksınız.”

“Hala anlamadığım bir şey var. Oraya gitsek bile robotların savunmasını nasıl kapatacağız?”

“Eğer bir aksilik çıkmaz ve gezegene iniş yaparsanız, araçtan çıkarak robotların gelmesini bekleyeceksiniz. Ne yapmanız gerektiği size daha sonra anlatılacak. Eğitimleriniz bugünden itibaren başlayacak. Şimdilik bilmeniz gerekenler bu kadar. Şimdiden görevinizde başarılar dilerim.”

* * *

“P.S. 12 Zafer 202

Eğitimler başladığından beri en ilginç deneyimlerim dünya atmosferi ile ilgili olanlardı sanırım. Deney için girdiğim odada yaklaşık bir saat durdum. Oksijen ve nem seviyesi yüksek olarak ayarlanmıştı oda. Sıcak ama insanın içini serinleten, insanı canlı hissettiren bir atmosferi var.

Diğer ilginç deneyimim ise yeni uçak ile oldu. Bundan önce gerçek anlamda bir kez uçak kullanma fırsatım olmuştu fakat bizim uçakların hantallığı ile sömürgecilerin uçaklarının asla yarışamayacağını anladım. Eskiden teknolojinin ve imkanların bu kadar çok olduğuna inanmak gerçekten hayret verici.

İndiğimiz zaman robotlar ile iletişime geçmemiz gerektiğinden eski İngilizce öğrendik. Robotlar ile iletişime geçip burada insanları dünyaya götürmelerini emredeceğiz. Öğrendiğimiz kadarıyla belirli bir kalıp ile ne söylersek kesinlikle uygulamak zorundalar. Ancak öncelikle bizi görmeleri lazım.

Kim ile birlikte eğitimlere giriyoruz. İşitme kaybına rağmen çok usta bir pilot. İşini ciddiye aldığı kesin, hem de benden bile fazla. İkimiz de bu yolculuğun dönüşü olmayacağını biliyoruz ancak başarılı olursak hem bizi, hem de Pyroeis’teki insanları kurtaracağız. Şans bizimle olsun.”

Geçmek bilmeyen iki ayın ardından göreve çıkma günü gelip çattı. Ray ve Kim gizli merkezin kasvetli koridorunda hangara doğru ilerliyorlardı. Onlar için özel üretilen mavi giysilerin üzerinden geçen esnek bakır rengi borular, vücut ısılarını ve oksijen seviyesini dengede tutuyordu. Başlarına taktıkları kaskın içi ise oksijen, basınç, sıcaklık, radyasyon göstergeleriyle donatılmıştı.

Hangar ekibi kahraman pilotların gelmesiyle alkış tutmaya başladı. Tüm insanların geleceği ellerinde olan iki pilot için saygılarını gülümseyerek gösteriyorlardı. Ray ve Kim sevgi gösterileri arasında ilerleyip uçak içindeki yan yana bulunan koltuklara kurulup ayarlamaları yaptıktan sonra kalkış için Brad’in iznini beklemeye başladılar. Uçağın içi daha önce hiç görmedikleri bir teknoloji ile donatılmış olsa da yer yer kendi teknolojilerini de görmekteydiler. Enerjiyi dikkatli kullanmak adına birçok dijital gösterge analoglarıyla değiştirilmişti. Yer yer, hayatlarının her anında karşılaştıkları bakır borular geminin içinde ve konsol üzerinde yol alıyordu.

Brad Robinson ve Philip Burrough, kendilerine ayrılmış odadan hangardaki uçağa bakıyorlardı. Uçağın tüm kontrollerinin yapılmasının ardından Philip’in onayı ve Brad’in emri ile pilotlar önce trityum motorunu çalıştırdılar. İlk çalışmasıyla titreyen uçak bir süre uğultulu ses çıkardıktan sonra yine sakinleşti. Ardından jiroskoplar çalıştırıldı ve hemen sonra uçağın anti yerçekimi sistemi aktif edildi.

Uçağın usulca havalanmasıyla hem pilotlar hem de bu sahneye şahit olan herkes hayranlık içine düşmüştü. Defalarca bu şeylerin saldırısına uğramalarına rağmen bu gücün ne denli güzel ve büyük olduğunu daha yeni anlayabiliyorlardı. Helyum iticiler ile hangardan çıkan uçağın sonraki aşaması gökyüzüne yükselip, mavi bir nokta olarak görülen gezegene varmaktı.

İlk defa ciddi bir uçuşa, hatta kimsenin şahit olamayacağı kadar uzun bir uçuşa başlayacaklardı. Hayatları boyunca savaşma isteği ağır bassa da bu sefer barış için uçacaklardı. Hatta başarılı olurlarsa sömürgecileri bil kurtaracaklardı.

İyi niyetleri gökten inen ateş toplarıyla gölgelendi. Dünya, Mars’a yaklaştıkça saldırılar artardı ve sömürgeciler de Phobos’un gezegenin arkasında kalmasını fırsat bilerek sürpriz bir saldırı yapıyorlardı. Şehrin yakınında olan gözlem evinden bütün vahşet görülebiliyordu. Ray ve Kim o an için görevi bırakıp altlarındaki son teknoloji alet ile bu canavarlara saldırmak isteseler de, Ray’in aklına yine Ali’nin sözleri geldi. Sakin olmak zorundaydı. Eğer başarılı olursa milyonlar kurtulacaktı.

Şehrin yüzlerce noktasından yükselen MS topları ateşlenip koca alanı göz görmeyecek şekilde toza ve buhara boğmalarını fırsat bilen Ray, hızla yükselerek vatanı olan gezegenden ayrıldı. Gezegenden uzaklaştıkça patlamalar ufalıyor olsa da yaşanan acıları içlerinde hissediyorlardı.

Sonraki birkaç saat boyunca gözlem eviyle iletişime geçmeye çalışsalar da bir türlü onlardan haber alamadılar. Ne kadar kayıp verildiğine dair bilgileri yoktu. Ancak görevleri açıktı. İletişimlerini kaybetmiş olsalar bile dünyaya gidip emirleri uygulayacaklardı.

Kim ve Ray, üç aylık uçuş boyunca birbirlerini tanıma fırsatı bulmuşlardı. Ray, Kim’in neden pilot olmak istediğini de bu süre içinde öğrenebilmişti. Tıpkı kendisi gibi çocukken yaşadığı bir travma ve kin, onu sömürgecilerden intikam almaya sevk etmişti.

Ray’in aksine evlerinden kaçırılmıştı ailesiyle birlikte. Aynı kafes içinde on kişiden sadece dördü hayattaydı. Daracık alanın içine pompalanan oksijen alt taraflara ulaşmadığından iki kişi havasızlıktan ölmüştü. Kim, korkuyla ağlarken ailesi onu nasıl teselli edeceğini bilmiyordu. Sürünerek yanına kadar geldiği kızına sarılan annesi de ağlayarak ona eşlik ediyordu.

Büyük bir gürültünün ardından defalarca takla atan gemiye ulaşan savunma ekibi, depoyu açtıklarında hayatta kalan tek kişi olarak Kim’i kurtarabilmişlerdi. Ailesi veya kendisi yenmek üzere Ay denilen yere götürülmese de, onların kaybını ömrünün sonuna kadar unutmadı Kim.

Mavi gezegene görüş alanlarında büyüdükçe içlerindeki heyecan da artıyordu. 19 Temmuz günü yaklaştıkça, sömürgecilerin Pyroeis’e yaptıkları saldırılar da artıyordu. Dünya ile Mars’ın birbirine yaklaştıkları dönemlerde sıklaşan saldırılarda aldıkları her şeyi stoklayan sömürgeciler şimdiye kadar Ray ve Kim’in gemisine denk gelmemişlerdi.

Mavi atmosferi etrafını ince bir tabakayla sarmış gibi görünen gezegenin üzeri beyaz bulutlar ile kaplıydı. Kendi gezegenlerinde nadiren görülen bulutları burada neredeyse her baktıkları yerde görebiliyorlardı. Gezegenin huzur veren renkleri Ray’in, yüzyıllar boyunca insanların bu gezegende niçin savaştıklarına anlam verememesine neden oluyordu.

En büyük umutları Philip’in hesaplamalarının doğru olmasıydı. Onun söylediğine göre tam bir dakika sonra meteor yağmuru başlayacak ve robotlar onlara karşı savunmaya geçecekti. Aynı zamanda sunucuların üç dakikalık kapanmaları da onlara bolca vakit kazandıracaktı.

Vakit gelip atmosferden içeriye girdiklerinde, etraflarını saran alevlerden başka bir tehdit görünmüyordu. Isı kalkanı görevini başarıyla yerine getirip dünyanın yakıcı atmosferini yararken arkasında duman bırakıyordu. Şimdiye kadar gözcü robotlar tarafından çoktan fark edilmiş olduklarını biliyorlardı fakat üç dakika sonra aktif olacak sunucular önce yüzlerce meteor taşıyla ilgileneceklerdi. Yine tahminlere göre bu zaman onların yeryüzüne, hatta gözlemler sonucu insanların toplandığı ve yaşadığı belirlenen İngiltere adı verilen yere inmelerine olanak sağlayacaktı.

Alev örtüsünden kurtulup gökdelenler ile sarılmış adayı görene kadar her şey yolunda gidiyordu. Ta ki okyanusun içinden fırlayıp arkasında beyaz dumanla iz bırakarak ilerleyen roket üzerlerine gelene kadar. Ray, üzerine yaklaşan roketten aldığı eğitimleri düşünerek kurtulmayı denemeye karar verdi. İyice yaklaşmasından sonra etrafından dönüp roketi gerisinde bırakacaktı.

Kendisinin bile şaşırdığı kadar sakinlikle gelen roketten büyük bir ustalıkla sıyrıldı. Fakat roket olduğu yerde durup döndü ve tekrar arkasından izler bırakarak onlara yöneldi. Uçağın radarında görülen kırmızı nokta, göstergenin tam ortasına doğru hızla ilerliyordu. Ama Ray’i asıl korkutan noktaların bir anda artarak ekranın her yönünden onlara yaklaşmasıydı.

Adaya yaklaşmalarına bir dakika kala yok edileceklerdi. Medeniyetin ve sonsuz kaynakların bulunduğu yeşil dünyada bir tek nefes dahi alamadan öleceğinin korkusu sarmıştı içini. Ama asıl onu korkutan kendisinden ziyade görevi başaramayıp yüzyıllardır acı çeken Pyroeis halkını kurtaramamaktı.

Ray o an için Philip’in verdiği eğitimleri hatırladı. Robotlar asla insanları öldürmezdi. Onlar için şu anda uçan bir cisimlerdi ancak içinde insan olduğunu gördüklerinde saldırıyı keseceklerdi. Hiç olmazsa Ray bunu umut ediyordu.

Roketlerin çarpmasına saniyeler kala Ray, kendisiyle birlikte Kim’in koltuklarının fırlatma düğmelerine bastı. Yerinden fırlayan tavan arkalarından gelen rokete çarptığında büyük bir patlama gerçekleşti. Ardından ise Ray ve Kim koltuklarıyla birlikte fırlayıp gökyüzüne uçtular.

Yanlarından geçip giden roketler şimdiden yüzlerce metre uzaklaşan uçağa tek tek çarpıp patlıyorlardı. Her roketin çarpmasıyla uçaktan geriye kalan ateş topu büyüyor ve etrafa parçalar saçılıyordu. Parçaların birkaçı koltukların arkasından açılan paraşütlere çarpıp delikler açtı. Kim’in paraşütü Ray’inkine göre daha fazla hasar aldığından hızla altındaki okyanusa düşmeye başladı.

Ray ne yapacağını bilemeden Kim’e bakarken onun gözlerindeki korku ve elini uzatıp “kurtar beni” der gibi bakışları yüzünden kendinden nefret etti. Onu kurtarabileceği hiçbir şey gelmiyordu aklına. Daha Kim’i bile kurtaramazken nasıl bütün Pyroeis halkını kurtarabileceğinin umutsuzluğu kaplamıştı yüreğini.

Tam o sırada adadan gelen bir güvenlik robotu Kim’e doğru uçuyordu. Üzerinden fırlattığı kelepçeler ile koltuğu yakalayan robotun ardından bir diğer eşi aynı şeyi Ray’e yaptı. Onları alıp adaya doğru usulca götürürlerken ikisi de büyük bir rahatlamayla kollarını ve başlarını saldılar. Birbirleriyle göz göze geldiklerinde gülümseyerek başardıklarını gösterircesine kafalarını sallıyorlardı.

Robotlar, koltuklara bağlı Ray ve Kim’i boş meydana bıraktılar. Ray ve Kim ise vakit kaybetmeden kemerlerini çözüp korku dolu anlar yaşatan koltuklardan kurtuldular. Gökdelenlerle dolu olan şehrin sokaklarında sadece birkaç kişi vardı ve onlar da tüm dikkatlerini dışarıdan gelen yabancılara yöneltmişlerdi. Kendilerine göre daha açık tenli olan bu insanların dışarıdan geldiklerine şahit olan insanlar için alışılmadık bir durumdu bu.

Ray, artık yaşayacağı yerin burası olduğunu düşünerek gülümsedi. Tıpkı eğitimlerdeki gibi derince havasını soludu. Buna alışmak istemediğine karar verdi. Ömrünün sonuna kadar bu havayı aynı zevkle solumayı istiyordu.

Fakat artık diğerlerini kurtarması gerektiğini biliyordu. Bu dünyayı onlar da görmeliydi. Etrafta uçuşan binlerce robot tıpkı burada yaşayanlara olduğu gibi onlara da hizmet etmeliydi. Onları buraya getiren robotlara bakıp ona öğretilenleri söylemeye başladı.

“Gabriel, Raphael, Azrael, Mikael, sizlere emrediyorum, mars üzerinde yaşayan insanları dünyaya nakletmek için bir gemi yapın ve onu marsa gönderin.”

Güvenlik robotları yerinden bile kıpırdamayınca Ray’in sırtından soğuk terler boşanmaya başlamıştı. Aldığı eski İngilizce dersini tam öğrenemediğini, ya da aksanını robotların anlamadığını düşündü. Her ihtimale karşı tekrar etti.

“Gabriel, Raphael, Azrael, Mikael, sizlere emrediyorum, mars üzerinde yaşayan insanları dünyaya nakletmek için bir gemi yapın ve onu marsa gönderin.”

Robotlarda yine bir farklılık olmadı. Bu sefer Kim aynı sözleri tekrarlamak için ağzını açtığında güvenlik robotlarından birinden metalik konuşma sesi geldi.

“İkinci neslin emirleri yerine getirilmez.”

Robotlar kelepçelerini fırlatıp Kim ve Ray’i bileklerinden yakaladılar. Onları havada sürükleyip siyah kubbeli bir araca bindirdiler. Kim ve Ray ise olan biteni anlamaya çalışmanın şaşkınlığıyla, sürekli onlara emirler vermeye çalışıyorlardı. Ancak robotlar onların söylediği hiçbir şeyi dinlemiyorlardı.

Saatlerce süren yolculuk boyunca neler olduğunu anlamayan Ray’in şimdiki korkusu nereye götürüldükleriydi. Sömürgecilerin Ay denilen yerden geldiklerini biliyordu. Bunca süre boyunca acaba dünyayı ele geçirip geçirmediklerini düşündü. Ancak hala aklına yatmayan şeyler vardı. Dünyanın üzerinde sayısız bitki ve inanılmaz bir teknoloji buluyordu. Neden insanları kaçırıp bunları yapsınlar ki diye düşündü. Kim ile birlikte neler olacağını bu uzun saatler boyunca tartıştılar. Hatta bir düşüncelerine göre robotlar onları, sömürgecileri beslemek için götürüyor oldu.

Götürüldükleri yere vardıklarında eski kabilelerle dolu, tamamı koyu kahve hatta siyah tenli insanlar ile karşılaştılar. Dünyanın bir ucunda sonsuz nimetler varken, diğer tarafında insanlar yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Akıllarındaki sorular milyonları buldu. Kendi hayatlarına anlam veremezken buradaki anlamsızlık iyice kafalarını karıştırdı. Yoksulluk ve zorluklar içindeki gezegenden kaçıp bolluğa ulaştıklarında bile yine yoksulluğun içine atıldılar. Tek bildikleri şey ise, kaderin asla değiştirilmeyeceğiydi.

“M.S 28 Ağustos 2490

Görev istediğimiz gibi gerçekleşmedi. Robotlar bizi dinlemiyorlar. Tıpkı bizi bıraktıkları bu yerdeki insanlar gibi, bizleri diğerlerinden ayrı tuttuklarını anladık. Buradaki insanların yaşayışları da Pyroeis’tekinden farklı değil. Bizler sömürgecilerden çocuklarımızı kurtarmaya çalışırken buradakiler ise robotlardan zulüm görüyor. Çocuklarını robotlardan sakınıyorlar…

Hesaplamalar yanlış. Bu yer ile ilgili bilmediğimiz hala bir sürü şey var. Görevde başarısız olduk. Kim ile birlikte yapabileceğimiz her şeyi düşünüyoruz. Pyroeis’teki insanları kurtarmak için elimizden geleni yapmaya çalışacağız. Bize şans dile günlük.”


[1] Dünya yılına göre 22.6 yaşına denk gelmektedir.

[2] Küçük el sepeti

[3] Magnetik Particle Effective Weapon (Manyetik Parçacık Etkili Silah)

[4] Pyroeis’de, “Alo” yerine “Kimsiniz” anlamına gelen “Who are you” cümlesinin ilk harfleri kullanılmaktadır.

[5] Asla durmayan dişliler olarak bilinirler. Dişliler aşınsa da, dişler kırılsa da Timberman Dişlileri üzerlerine dökülen demir tozunu manyetik etkileri sayesinde tutarak yenilerler. Kırk yıldır da zorluklardan başarıyla çıkan veya ölümden dönen insanlar için bu tabir kullanılmaktadır.

[6] Pyroeis’in yer altı su kaynaklarında bolca bulunan ve çıkarılan, genelde ağır su (D2O) yapımında kullanılan hidrojen izotopudur. Ağır su ise farklı kaynama, donma, buharlaşma, ısı tutma özelliklerine sahip olduğundan kimi endüstrilerde bu suyla çalışan buhar motorları yapılmaktadır.


NOT:

Öncelikle okuyan herkese teşekkürler.

Burada okuduğunuz olaylar Ütopya Projesi adlı seride geçen olaylardan yaklaşık 200 yıl öncesini konu almaktadır. Devamını öğrenmek adına Ütopya Projesini okuyabilirsiniz.

Seriyi normalde çok daha detaylı ve bölüm bölüm yayınlamayı istesem de tek seferde yazmayı uygun gördüm. Olayların hızlı gelişip sonuçlanmasından ve yetiştirmek için kontrol edemediğim için yazım yanlışları, cümle bozuklukları vs dolayı şimdiden affınıza sığınıyorum.

Yaşam Projesi” için 2 Yorum Var

  1. Boş zamanlarımda kaçırdığım seçkilerdeki öyküleri okuyordum. Bu öyküye denk geldim. Çok da sevdim. Başyapıt olmuş diyebilirim. Bundan sonra da hemen Ütopya Projesi serisini okudum. Harika bir evren yaratmışsınız, çok ayrıntılı düşünmüşsünüz. Zekanıza hayran kaldım.

    1. Estağfurullah, inşallah dediğiniz gibi başyapıt olacak eserler çıkarabilirim ilerde 🙂 Beğenmenize çok sevindim. Yorumunuz için de teşekkür ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *