Gece, tüm karanlığı ile yüreğine çökmüştü. Camekânlı odanın oya işlemeli tül perdesinin arasından içeri süzülen donuk ay ışığı, allara bulanmış ellerinin arasındaki gümüş hançerin kanlı yüzeyine dokunmuş, kararan hissiz gözlerine yansımıştı.
Sermaye olan bedeni, pespaye gönüllerin eğlencesi olmaktan çıkmıştı artık. Ruhunu ise çok önceleri, yaşanmamış çocukluğunda kaybetmişti, kaybettirilmişti. Duygusuz dünyasından ona kalan yegâne şey biricik kardeşinin anısıydı. Ondan sonrası ise bulanıktı.
* * *
Açlık kasırgası henüz vurmamıştı gecekondu bölgesini ama fırtına yakındı ve sırra kadem basan ayyaşların, ruhunu satan kevaşelerin yurdu olmuştu yaşadığı yer. Pazar malı olan biçareler, açlık ve zevk eksikliklerini gideriyordu insan müsveddelerinin.
Yoksulluk tarlasında açan bir başaktı Ayşegül. Yalnız ve sevgisiz bir çocuktu. Mutlu kelebekler dans ederdi ufacık yüreğinde, kardeşi Oğuzcan’ı şefkatle kucakladığında. Alamadığı sevgiyi ona verirdi. Yemediği azığını ona yedirirdi.
Çok önceleri terk eylemişti yavrularını gariban anneleri. Ayyaş babaları eve nadiren gelir, geldiği zamanlar kâbus anları başlardı. Üvey anneleri olan entarisi yamalı, yalınayak, kapçık ağız, çatısız Kehribar’ın ise ne zaman ne yapacağı hiç belli olmazdı.
“Fahişenin sıpaları! Üstüme kaldınız!” derdi hep.
Kışın getirdiği zalim soğuk, yemeğe ve sıcaklığa muhtaç, zavallı bedenlerini donduruyordu. Delik deşik köhne gecekonduda Ayşegül, henüz bir buçuk yaşında olan kardeşine sarılmış, bir yandan akan burnunu eliyle siliyor, bir yandan da onu sıcak tutmaya çalışıyordu çaresizce. Kehribar içeri girdiğinde, onlar bir ayağı kırık, eski kanepede yatıyorlardı. Pis kadın çarpık ağzıyla,
“Bırak o veledi! Bulaşıkları yıka sürtük!” diye azarladı zavallı kızı.
Uyuyan bebeği ürkütmeden yavaşça kalkan kız, buz tutmuş ellerini ısıtmak için üfleyerek lavabonun yanına gitti. Kehribar ise Oğuzcan’ın yanına gitmişti. Rengi solmuş, minik bebek hiç hareket etmiyordu. Elini alnına koyduğunda çocuktan hiç sıcaklık gelmediğini fark eden kadın nafile bir çabayla çocuğu sarsıp uyandırmaya çalışmıştı. Ayşegül, ağlamaya başlamış, ona bir şey olmasından çok korkmuştu ama artık çok geçti. Minik bebek sonsuz uykusuna dalmıştı çoktan. Gerçeği anlayan Kehribar avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
“Seni aşağılık! Onu sen öldürdün! O kadar sıkmasaydın ölmeyecekti! Kahpenin dölü! Bunu ödeteceğim sana!”
Ayşegül hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ama ağlaması Kehribar’ın oklavayla acımasızca onu dövmesinden değil, hayatında en çok sevdiği ve onun için en değerli varlık olan kardeşini kendi elleriyle öldürmesindendi. Çatlak kadın o kadar sert vuruyordu ki Ayşegül bir süre sonra kendini kaybetmiş, bunu gören Kehribar, öldüğünü zannederek onu ve minik yavruyu ağzını gelişigüzel bağladığı bir çuvala koyup onları dondurucu soğukta boğazın derin sularına atmıştı.
* * *
Nane molla gecelerin mayhoş sırdaşı yaşlı balıkçı Telli baba, yeşil parkesinin içine sakladığı köpek öldüreni yudumluyordu boğaz kenarında. Martılar, kahvaltılarını sebepleniyorlardı serin kış sabahında. Sis, yeni yeni kalkıyordu yayılarak üzerinde oturduğu boğaz sularının durgun yüzeyinden. Telli baba, sahile vuran küçük kızın bedenini gördüğünde bulutlu kafasıyla yapabileceği en iyi şeyi yaparak eliyle kızın midesine bastırmış, ağzından sular gelen Ayşegül şans eseri kurtulup hayata geri dönmüştü. Minik kardeşi ise derinlerde bir yerde rahatsız uykusuna dalmıştı çoktan.
Tenha bir barakada yaşayan balıkçı, onu fakirhanesine götürüp ısınmasını sağlamış ve karnını doyurmuştu. Ne var ki orada kalamazdı Ayşegül. Kendine zor bakan yaşlı adam ara sıra yanına uğrayan dilenci başı, gevrek, uzun boylu, kel ve dişsiz Salih’e bahsetmişti ondan. Salih de eğer kızı verirse ona iyi para vereceğini söyleyince o da kabul etmişti. Ne de olsa yaşam şarap davasından ibaretti onun için.
Henüz on iki yaşında olan Ayşegül için farklı bir hayat çizgisi belirlenmişti. Yazgısı onu garip ve acımasız bir girdaba sürüklüyordu. Alınıp satılan bir hayattı onunki artık.
Dişsiz Salih, ona dilencilik zanaatını anlatıyor, kemikli uzun sert elleriyle acımasızca işkence edip orasını burasını kurcalayarak, istediklerini yapmazsa çok daha kötü şeyler olacağını söylüyordu.
Aradan geçen iki senede Ayşegül büyüyüp, serpilmeye başlamıştı. Ara sıra aşağı mahallelere gelip piyasaya yeni düşenleri kontrol eden ve onları tuzağa düşüren yardakçı, kesik kulak Melahat onu fark etmiş ve henüz taze olduğunu anlayınca onun üzerinden kazanacağı parayı düşünüp ağzı sulanmıştı. Hemen planını yapan Melahat, onu dişsizden satın alarak çok zengin bir mafya babası olan Faça Hüseyin’e pazarlamıştı. Faça tarafından zorla ırzına geçilen, henüz on dört yaşındaki Ayşegül’ün yüreğindeki son masumiyet kırıntıları da yok olmuş, virane olan ruhu dipsiz kuyu misali kararan gözbebeklerine yansımıştı. Hissizdi artık.
Sinsi kadın para kaynağını bulmuş, her ay onu mafya babasına pazarlıyordu. Aradan dört ay geçmiş ve küçük kızın karnı şişmeye başlamıştı. Faça, ondaki değişimi anlayarak onu öldüresiye dövüp hastanelik etmiş, çocuğu düşürmesi için ise özellikle karnını tekmelemişti vahşi adam. Son anda kurtarılan talihsiz körpe, çocuğu düşürmüş ve yine ölümden dönmüştü. Ayşegül’ü caninin elinden alan Melahat, onu esrar satıcısı keş Ali’ye teslim etti. Zenginlerin pezevengi olan peruklu Naciye için alıştırılan ve keş Ali’nin yanında dumanlı iki sene geçiren kendini bilmez haldeki zavallı Ayşegül, yazgısının bir başka hüzünlü yolculuğuna çıkıyordu.
Adının bile ne olduğunu unutan genç kız, on yedi yaşındaydı ve hazırdı. Başak sarısı lüle saçlı, gül pembe yanaklı, nehir yeşili gözleri süzgün bakışlı, baştan çıkarıcı bahar kokusu tenli, kayıp gecelerin yalnız ve ruhsuz yolcusu, satılmış zevk kraliçesi Banu’ydu artık o. Nefes kesici güzelliği sosyetenin dillerine destan olmuştu. Çok para kazanmış, kazandırmıştı. Duygusuzdu. Sadece nefes alır, işini yapar ve yoluna devam ederdi.
Aslında canının bir parçası olan biricik kardeşini yanlışlıkla öldürdüğü gece, boğaza atıldığında ölmesi gerektiğine inanıyordu. Hissettiği tek şey olan kardeş sevgisi ise küçük yavrucakla beraber yok olmuştu.
Bir sene sonra Naciye, ondan yeterince faydalandığını düşündüğü için artık reşit olan kızı evli ve çok zengin birine sattı. Kuma gittiği eve girerken evde onu karşılayan karnı burnundaki kumral, hamile kadın, ona nefretle bakmaktaydı. Onun yanından geçerken kadının hiddetli nefesini ensesinde hissetmiş ve sıktığı dişlerinden acı bir ıslık sesi gibi gelen fısıltısını duymuştu.
“Seni aşağılık o…. !”
Az sonra lüks cipiyle eve gelen çam yarması, pala bıyıklı, esmer adam, diğer odaya geçmiş, hamile kadın ise çığlık atarcasına bağırmaya başlamıştı adama.
“Şerefsiz godoş! Bunu da mı yapacaktın bana?”
“Kes sesini be kadın!” diye gürleyen adam, hala ağzında bir şeyler geveleyen kadını dövmeye başladı.
Yan odadaki kapının aralığından içeriye bakan Banu, yere düşen kadının karnını vahşice tekmeleyen caniyi izliyordu. Hiçbir şey hissetmeyen kıza bu görüntü hiç yabancı gelmemişti. Az sonra saçlarından sürüklenerek dışarı çıkarılan hamile kadın kanlar içerisindeydi ama köpüren ağzıyla hala bir şeyler mırıldanıyordu. Yüzü gözü şişmiş, tek gözü kapanmış, kolları vücudundan bağımsız bir organmış gibi hareket ediyordu. Kadını evin dışına sürükleyen adam cipin arka kapısından onu zorla içeri soktu ve kapıyı kapatıp kilitledi. Geri dönüp evin açık kapısından kafasını uzatan adam ona bakıp, pis pis sırıtarak, “Geliyorum yavrum!” dedi.
Adama garipçe bakan genç kız, kapı kapandığında birden hatırlamıştı. O görüntü zihninin tavan arasına sıkışmış olmalıydı. Bulanıktı bu anı ama bir zamanlar Ayşegül diye birinin varlığı hala orada, içeride bir yerdeydi.
Sessiz geceyi soluk ışığıyla aydınlatan keyifsiz dolunayın altında, kafası güzel olan sarhoş adam, siyah cipini park ettikten sonra sallanarak eve girdi. Kapıyı kapattı ve “Ben geldim yavrum!” dedi kelimeleri ağzında yuvarlayarak. Etraf karanlıktı ve göz gözü görmüyordu. İki katlı evin alt kat ışığını yakarak etrafa bakan adam hiç kimseyi göremeyince kaşlarını çatmış ve üst kata çıkmıştı. Yatak odasına doğru yöneldiğinde bayıltıcı parfüm kokusu geliyordu burnuna. Odaya yavaşça giren adam yatakta olmasını umduğu kız için yatağın üzerine baktı. Çarşaf kabarıktı.
“İşte buradasın!” dedi iştahla.
Çarşafı kaldırdı ama sadece yan yana dizilmiş yastıklar vardı. Ay ışığı karanlık odayı aydınlatıyor, adam şaşkınca bakıyordu yatağa. O an gözleri fal taşı gibi açılan adam, inlemişti ve inlemeye devam ediyordu. Soğuk çeliğin, kaynayan kanına dokunuşu onu yavaşça yere çökmeye zorlamış, vücudu, omuriliğinden beynine kadar uyuşmaya başlayıp güçsüzleşen hantal bacakları onu taşımaz olmuştu. Hissettiği acıya burnuna gelen şehvetli parfüm kokusu karışıyor ve bu, olanları anlamasını güçleştiriyordu. Gözleri ay ışığının parlaklığına takılmış ve ayağa kalkması gerektiğini hissetmiş, kendini zorladığında ise artık bunun için çok geç olduğunu anlamıştı.
Saç köklerinin acısı ile sarsıldı. Manikürlü, pembe, uzun tırnaklarını saç derisine geçiren ve ince parmaklarıyla saçlarından tuttuğu adamın kafasını geriye yaslayan Ayşegül, böbreklerini delik deşik ettiği gümüş hançeri adamın boğazına dayamıştı.
Adamın kendi değerli hançeriydi bu. Birçoğunun uzuvlarını kesmekte ve onlara faça atmakta kullanmıştı onu.
Kararmış gözlerinde acımasızlık perdesi vardı Ayşegül’ün. Yavaş yavaş kesmeye başlamıştı adamın boğazını. Kanlar yere fışkırıyor, garip sesler çıkarıyordu tavuk gibi boğazlanan cani. Yaptıklarının bedelini ödeyecekti.
Az sonra işini bitirmiş olan genç kız adamı bırakmış ve yere yığılışını izlemişti sessizce. Yerde hala garip sesler çıkaran adam acıyla son nefesini veriyordu. Hamile karısını döven, doğmamış çocuğunu öldüren, zorla ırzına geçen Faça Hüseyin, kendi kanının içinde can çekişerek ölmüştü.
* * *
Çocukluğunu hiç yaşamamış, hayatı boyunca hırpalanmış ve kullanılmıştı o. Sevgisiz yaşamında tek özlemi kardeşine tekrar kavuşmaktı. En büyük pişmanlığıydı bu aynı zamanda. Onu hep korumak istemiş ama yanlışlıkla ellerinde can vermişti minik bebek. Sonrası, sonrası ise yaşanmamıştı hiç. Onun için sonrası olmamıştı. Olmamalıydı. Özgürdü artık.
İşte bunları düşünüyordu boğazın kasvetli sularına çakılmadan önceki son metrelerde. Kesilmiş film şeritleri halindeydi saniyelere sığan anlamsız anıları. O sulardaydı biricik kardeşi Oğuzcan. Ona kavuşacaktı sonunda. Gözlerini kapattı ve son sözlerini geçirdi aklından.
“Canım kardeşim, yanına geliyorum! Özgür ve hep beraber olacağız artık.”
Ayşegül, erkek kardeşini öldürmenin bedelini ödeyebilecekti sonunda. Pişmanlığının başka çaresi yoktu. Ona tekrar kavuşmak için kendini yüz altmış metrelik boğaz köprüsünden atmıştı.
Oysaki kardeşini üşümemesi için sararken havasız bırakarak öldürdüğünü zanneden Ayşegül’ün tüm hayatını değiştirebilecek olan acı gerçeği kimse fark etmemişti. Son yılların en soğuk gecesiydi ve küçük kız kardeşini ne kadar sararsa sarsın, o soğuğa minik Oğuzcan’ın çelimsiz bedeni dayanamamıştı. Onu, Ayşegül değil, açlık ve soğuk öldürmüştü.
* * *
Puslu sabahın seherine doğru ilerleyen gecenin sonunda, Rumeli kıyılarında ıssızlık hüküm sürerken, sahile vuran dalgaların ve yosun tutmuş kayalıklarının arasından, solmuş beyaz elbisesinin üzerinden süzülen suların yere damlamasına, yüzünü örten ıslak, kumral ve dalgalı saçlarına aldırmaksızın yavaşça kumlara iz bırakarak sudan çıkıyordu ölüm çobanı. Ölmemişti, ölmüyordu ve ölmeyecekti. Bunun sebebini artık anlayabiliyordu.
Ölmeyi hak edenlerin çobanıydı o. Onları sürecek, yönetecek, besleyecek ve kanlarını içecekti sonunda. Tıpkı Faça’ya yaptığı gibi…
Merhabalar. Güzel bir öykü, tanıdık bir öykü. dolayısıyla Ayşegül’de tanıdık bir karakter. Hepimiz biliyoruz onun kim olduğunu, haberlerde görüyoruz bazen onu ya da dedikoducu bir komşu teyze anlatıyor bize öyküsünü Ayşegül’ün. Burada da siz anlatıyorsunuz Ayşegül’ün hikayesini, çocuk olamayışını, insan olamayışını ve sonuç olarak bir katile dönüşmesini. Fakat Ayşegül’ün zihnine tam olarak girememişiz. İnsan bilmek istiyor, adamı öldürürken ne hissetti? İntikam mı alıyordu yoksa sadece hamile kadının dövülmesine mi öfkeliydi? İlk kez cinsel ilişkiye zorlandığında ne hissetmişti? Artık bir daha hiçbir zaman çocuk olamayacağının farkına mı varmıştı yoksa zaten farkında mıydı? Tam olarak ne zaman katil olmaya karar vermişti? İnanın bunun gibi birkaç tane daha soru sorabilirim. Sonuç olarak hikaye sadece Ayşegül ve onun yaşadıklarından öteye gidememiş. Ayşegül’ü tam olarak tanımak istiyor insan, kafasının içine girebilmek neler hissettiğini bilmek istiyor. Yine de en başta da söylediğim gibi tanıdık bir hikaye. Öyle tanıdık ki, bu tanışıklık rahatsız ediyor. Kendini okutmasını bilen güzel bir hikaye.
Pek iyi şeyler yazmadım belki, kusura bakmayın eğer rahatsız ettiyse ama dürüst olmak gerektiğini düşünüyorum.
Teşekkürler bu güzel eleştiriniz için. Daha neler yazılmazdı ki öyküde inanın ben de aynen öyle hissettim ilk yazdığımda. Bu tarz hislere derinlemesine girip her bir durum psikolojisini yazmak inanın ben de çok isterdim. Sadece o da değil. Diğer karakterlerin de aynı oranda payı var bence bu düşüncede. Çatısız Kehribar, Telli Baba, Dişsiz Salih, Kesik kulak Melahat, Peruklu Naciye, Keş Ali ve tabii ki Faça Hüseyin. Bu anlamda bakıldığında kısa kalması sadece kısa öykü olarak kalması gerektiğinden. O yüzden sadece bazı karakter için kısa nitelemeler ve Ayşegül için ise durumunu belirten sade ifadeler kullandım. Amacım ise onun neler hissettiğini hissettirmek değil, okuyucunun hayal gücüne bırakmaktı. Diğer türlü bakıldığında derin psikolojik bir romanın kısa özeti gibi duruyor hikaye.
Yorumunuz kesinlikle rahatsız etmedi aksine yazılanların okunup değerlendirilmesi ve eleştirilmesi yazarı doğru yola götürecek yegane araçtır diye düşünüyorum. Bu anlamda müteşekkirim.
Eh bizim insanımız yorum fakiri burası aşikar. Okuduklarını beğenmeseler dahi ya da yarısında bile bıraksalar bunu belirtmek yazan kişiye zarar vermez. Eh belki şevki kırılabilir yazarın ama hiçbir şey söylenmemesinden iyidir.
hazin bir hikaye, her gün geçtiğimiz sokaklarda yaşayan, görmemek için gözlerimizi kapadığımız bir karakter Ayşegül. elinize sağlık.
Teşekkürler 🙂
Hikâyeyi okuduktan sonra söylediğim ilk şey şu oldu. ‘Bir şeyler eksikti, ama ne?’
Bu coğrafyada yaşayan herkesin aşina olduğu bir konuya el atmışsınız ve gayet yalın bir dilde anlatmışsınız. Açıkçası okurken pek sıkılmadım. Yalnız bu tarz konuları yapı olarak her daim sıkıcı ve muğlak bulurum. Okumaya başladığımda ise standartların üstünde ve ayrıksı bir yazıyla karşılaştığımı düşündüm. Fakat okumaya devam ettiğimde gücün rölantide seyrettiğini hissettim. Ve bitirdiğimde, söyleyecek yeni bir şeyi olmayan sıradan bir yazı okuduğum hissiyatına kapıldım.
Sonra dedim ki, neyse iki gün sonra tekrar okuyayım belki o zaman daha iyi anlayabilirim. Fakat gene olmadı. Önümüze ağır bir dram sunulmuş fakat gerekli çarpıcılığa erişilememiş. Ayrıca bu tür yazılarda çoğu zaman kara mizah beklerim. Sizce de güzel olmaz mıydı?
Daha uzun olabilirdi, daha ayrıntılı. Belki modern bir perspektiften sunulabilirdi. Elbetteki takdir sizin. Öykü için elinize sağlık.
Yorum ve ayrıntılı eleştiriniz için çok teşekkürler.