– 1 –
Yedi yaşındayken vatanım olan Kenya’dan Sadi Paşa Konağı’na getirilmiş ve az uyku, az yemek ve çok çalışmayla buradaki onuncu yılıma gelmiştim. Sahiplerim vicdanlı insanlardı. Ne beni ne de diğer kölelerini durduk yere dövmezlerdi, hatta çok çalıştığımızda bize ödül olarak fazladan meyve bile verdikleri olurdu.
Yine bir gün temizlik yapmak ve kullanılmayan eşyaları yığmak için depo olarak kullanılan bodrum katına indim. Elimde büyükhanımıma ait olan ve artık giyemediği eskimiş giysilerle, eskimiş olmalarından dolayı artık kullanılamayacak durumdaki gereçlerini boş bulduğum duvar diplerine düzgünce yerleştirmeye başladım. Büyük hanımın bu tarz eski püskü süprüntüleri neden atılmasına izin vermediğini anlayamıyordum. Her zaman eşyaların sahiplerinden izler taşıdığını ve bu izlerin onların ruhlarının yansımalarını barındırdığını söylerdi. Saçma bir düşünceydi bu bence. Bana göre bir şey kullanılamayacak duruma gelmişse atılmalıydı. Ancak bu konuda fikir beyan etmem benim haddime değildi. Madem bu kullanılmış eşyalar atılamayacaktı ben de içlerinden işime yarar olanları ayıklayabilirdim. Nasıl olsa büyükhanımdan başka hiç kimse bu eski püskü süprüntülerin akıbetinin ne olduğunu önemsemezdi.
Duvar diplerine yığılmış vaziyette onlarca eşya vardı. Kenarı kırılmış veya çatlamış eski vazolarla, küçük biblolar, bir veya iki bacağı da kopmuş durumdaki ahşap sandalye ve masalar ve bir tane de büyük, ahşaptan yapılmış, kapaklarından ikisi kırılmış durumda olan genişçe bir dolap gözüme ilişti. Dolabın yanında duran üstü bir parmak kalınlığında tozla örtülü yığına doğru eğilip baktım. Bunlar artık eskimiş olmalarından dolayı okunamayacak duruma gelmiş kitaplardı. Bu kitapları bu şekilde yere atılmış halde bırakmak Çeşmifelek’in işi olmalıydı. Yaşlı ve cahil halayık ne anlardı ki okumaktan, sayfalarda kaybolup hayal gücünün engin denizlerinde bazen bir deniz altında olduğunu, bazen de ayın ve yıldızların üzerinde yürüdüğünü hayal etmekten…
Kitapların bu şekilde yere atılmış olmasına gönlüm razı olmadı. Bunlar benim için en değerli hazineydi Ama sahiplerim nereden bilebilirlerdi ki kölelerinin bir kitap düşkünü olduğunu? Yere atılmış olan kitapları tek tek alıp kapakları kırık olan dolaba yerleştirmeye başladım. Kitaplardan kimisinin sayfaları dökülüyor, kimisinin de bir zamanlar kalın ve sağlam olduğunu tahmin ettiğim ciltleri elimde kalıyordu. Biraz yapıştırıcıyla kurtarılabilecek durumda olanları tamir edip odama götürmeye karar verdim. Geri kalan yıpranmışları da düzgünce dolap raflarına yerleştirdim. Ama ne yazık ki neredeyse hepsi harap durumdaydı. En sonunda içlerinde en sağlam olanını kapıp bodrumdan çıktım.
Öğlen güneşinin altında bahçedeki bir ağacın altına oturup kitabı incelemeye başladım. Harekesiz bir Osmanlıca’yla yazılmıştı. Biraz zorlansam da harekesiz harfleri de okumayı becerebilirdim. Kopmaması için yavaşça kitabın yazısı olmayan ve rengi solmuş siyah renkli kapağını çevirip ilk sayfasını okudum. Efsun İlmi yazıyordu. Yazarın adının yazıldığı kısmın üzeri yıpranmışlığından okunmuyordu. Meraklanarak diğer sayfaları da çevirdim. Çeşit çeşit büyü tariflerinin olduğu bir kitaptı bu. Tek tek sayfalarda tarifleri verilmiş büyü isimlerini okumaya başladım. Muhabbet büyüsü, zenginlik büyüsü, şan-şöhret büyüsü, güzellik büyüsü ve hatta ölüm büyüsü… Hangi akla hizmet bu tarz bir kitap yazılırdı ki? Büyü kötü bir şeydi ve henüz küçük bir kız çocuğuyken büyük babamın bana büyü hakkında söylediği sözler hala daha aklımdaydı.
“Büyü denen o kötü şeyi yapmaya kalkanlar elbet bir gün kötü ruhların lanetine uğrarlar. Büyücüler kırk gün kırk gece ölüm döşeğinde kıvranırlar ve daha ölmeden derileri çürümeye, içinde kurtçuklar gezinmeye başlar. Acı içinde kıvranarak ölen bu lanetlilere ölümden sonra da rahat yoktur. Kıyamet kopana kadar gömüldükleri yerde azap içinde kıvranırlar.”
O zamanki çocuk aklımla büyük babamın anlattıklarından öyle çok etkilenmiştim ki üç gece boyunca kabuslar görmüştüm. Ondan sonra da kendi kendime büyüden uzak duracağıma yemin etmiştim. Şimdi ise elimde insanı lanete sürükleyen bu korkunç şeylerin tariflerinin olduğu bir kitap vardı. Ne yapıp edip bu kitabı yok etmeliydim. Birden bire arkamdan seslenen Çeşmifelek’in sesini duyarak yerimden sıçradım.
“Maul neredesin sen hergele? Yapılacak onlarca iş varken kestane ağacının altında tembellik ediyorsun öyle mi? Hele ben seni bu akşam bir aç bırakayım da gör sen o zaman. Kalk hadi çarşıya gidip akşam yemeği için gerekli malzemeleri alacaksın daha.”
“Bekir’i yolla.” dedim bir yandan da elimde tuttuğum eskimiş, kara kaplı kitabın üzerine oturmuş görünmesini engellemeye çalışıyordum. Bekir vekilharcın oğluydu.
“Evde yok. Hem sen bana karşı mı geliyorsun ne diyorsam onu yap!” dedi ve alınması gerekenleri hızlı hızlı söyledi. “Hadi tembellik edip durma, kaldır kıçını da işe yara biraz!” dedi ve kös kös mutfağa doğru yürümeye başladı. Giderken de “Oyalanma!” diye bağırdı. Yaşlı halayık uzaklaştığındaysa derin bir nefes alıp oturduğum yıpranmış kitabın üstünden kalktım. Bunu yok etmeliydim en iyisi yakmak olacaktı, ama bunu yapmak için vaktim yoktu. Ben de alelacele bir çukur kazıp kitabı bu çukurun üzerine attım. Çabucak çukuru toprakla kapattıktan sonra çarşıya alınacakları tedarik etmek için yollandım.
– 2 –
Çarşıdan gelir gelmez bir koşu gidip elimdeki torbaları mutfağa bıraktım. İkindi ezanı okunmak üzereydi ve ben onca ağır torbayı bu sıcakta taşımış olmamdan dolayı çok yorulmuştum. Çeşmifelek beni mutfak kapısında durdurup bu sefer de yapılacak işleri birer birer sıraladı. Başta haremlikteki yerler süpürülecek, tüm evin tozu alınacak, camlar silinecek ve Nagehan Hanım’ın uzun süredir boş olan odası baştan aşağı temizlenecekti. O an aklıma uzun zaman önce hafızama yazıp da unuttuğum bir şey dank etti. Sadi Paşa Efendi’nin küçük kızı Nagehan Hanım Avrupa’dan bugün gelecekti. En iyi arkadaşımın bugün geleceğini nasıl unutabilmiştim? Bu yüzden kendime kızdım.
Nagehan’la aynı yaştaydık ve bu konağa getirildiğim ilk zamanlarda derimin rengine aldırış etmeden bana arkadaşlık eden tek kişi oydu. Köle olmam onun umurunda değildi ve bana tıpkı gerçek gibi davranmıştı. Hatta biraz büyüyünce oyuncaklarını ve Almanya’dan getirtilmiş bebeklerini bile benimle paylaşmıştı. Babası Sadi Paşa kızına okuma yazma öğretilirken bana da öğretilmesini istemişti. O zamanda hangi efendi kölesine okuma yazma öğrenmesine izin verirdi ki?
Yıllar geçtikçe benim omzumda bir halayık olarak yapmam gereken işler daha da bindiriliyor, Nagehan’la görüşecek zamanım kısıtlanıyordu. Ben çoğunlukla ev temizlemek ile meşgulken o da Fransız mürebbiyesiyle piyano veya Fransızca çalışıyor olurdu. Bazen ona imrenerek bakardım. Sadece sahip olduğu imkanlara değil, sarı lüle lüle saçlarına, mavi renkli kocaman gözlerine ve süt beyazı tenine de gıpta ederdim. Çünkü derimin renginden dolayı bazen küçük çocuklar benden korkardı. Bir zenci olarak ne zaman Nagehan’a baksam bir gün derimin renginin beyaza döneceği günü hayal ederdim.
Biraz büyüyüp on bir yaşımıza geldiğimizde derimin rengini açmak için Nagehan’la yaptığımız denemeyi de hala daha hatırlarım. Nagehan çamaşırların rengini açmak için kullandılar temizlik malzemelerini genişçe bir leğenin içine doldurmuş ve biraz da su doldurup iyice köpürmesini sağlamıştı. Yanına yaklaşıp sormuştum.
“Ne yapıyorsun?”
“Senin rengini açmak için deney yapıyorum. Dün Çeşmifelek ‘Siyah şeylerin rengi nasıl açılır?’ diye sordum. O da bana ‘Çamaşır mı yıkatacaksın küçük hanım?’ dedi. Ben de korkumdan ‘Hayır.’ diyemedim, kafamı salladım. Çeşmifelek de bana bunları göstererek çamaşırlar bunlarda beraber suda ovuşturup köpürte köpürte nasıl temizlendiğini anlattı. Çok kolaymış Maul. Gel seni de köpürtelim” deyip güldü.
“Sahi mi söylüyorsun?”
“Sahi ya hadi atla leğene.” Nagehan’nın sözünü ikiletmeden leğenin içine daldım ve gözlerimin yanmasına aldırış etmeden köpüklü suyla yüzümü, kollarımı ve bacaklarımı ovuşturmaya başladım. Nagehan da bana yardım ediyor, arada sırada daha güçlü bastırıp ovalamamı söylüyordu. Fakat biz ne kadar ovuşturursak ovuşturalım derimin rengi bir türlü açılmıyordu. Artık derim fazla suda kalmaktan buruş buruş olmuştu ve canım da hafiften hafiften yanmaya başlamıştı.
“Üff, olmuyor galiba.” dedim
“Hayır hayır olacak. Sen az bastırıyorsun.” dedi ve sol kolumu tutup leğenin içindeki suyla ovuşturmaya başladı. Bu sırada onun da üstü başı sırılsıklam olmuştu.
“Ay, acıdı.”
“Aman senin de canın pek tatlıymış Maul.”
“Ne yapayım yakıyor.”
“Hadi hadi sızlanma, yakında sen de bembeyaz olacaksın.” dedi ve tam o sırada yaşlı halayığın sesiyle sıçradık.
“Ne yapıyorsunuz siz burada bakayım?”
“Hiç.” dedik ikimiz de bir ağızdan.
“Hiii, her tarafı ıpıslak etmişsiniz.” dedi ve beni kolumdan tuttuğu leğenin içinden çekip çıkarttı.
“Ben sana bunun hesabını sorarım.” dedi tehditkar bir yüzle. Sonra da Nagehan’a dönüp “Hadi küçükhanım saat gecenin kaçı olmuş siz hala ayaktasınız. Aa durun bakayım, sizin üstünüz de sırılsıklam olmuş. Önce sizin üzerinizi değiştirip yatırayım, sonra bu utanmaza haddini bildiririm.”
“Yoo, kalfa ne yapacaksın Maul’e? Biz sadece deney yapıyorduk.” dedi ve Nagehan’nın itirazlarına aldırış etmeden onu odasına götürdü.
Geri döndüğündeyse ben titrer bir vaziyette leğenin başında oturmuş elbiselerimin suyunu sıkıyordum. “Seni utanmaz!” dedi halayık ve ben dur, yapma, etme demeye fırsat vermeden bana bir güzel sopa çekti. O gün Nagehan da ben de acı bir tecrübeyle çivit, arap sabunu ve killi sabunla derimin renginin açılamayacağını anlamıştık. Çeşmifelek’in sopasından sonra da bir daha asla böyle bir şeye girişmemeye karar verdik.
Aradan altı yıl geçmişti ve ben bir elimde çalı süpürgesiyle Nagehan’nın odasındaki halıyı süpürürken bir yandan da geçmişte bu ve buna benzer yaşadığımız pek çok anıyı hatırlayıp kendi kendime gülümsüyordum. Odanın temizliği bittikten sonra kalfanın sıraladığı diğer bütün işleri teker teker bitirdim.
Akşam olmuştu ve artık kollarım çalışmaktan ufak ufak sızlamaya başlamıştı. Birdenbire bir fayton sesi duyuldu. Kafamı mutfak penceresinden dışarı çıkarıp baktığımda Nagehan’nın arabasının gelmiş olduğunu gördüm. Üç senedir görüşemediğim biricik dostumun geldiğini duyunca heyecanla kapıyı açıp bahçe girişine doğru yürüdüm. Arabadan uzun boylu, ince yapılı naip görünümlü bir genç kız ve ardından da iri yarı, koca göbekli otuz beş kırk yaşlarında bir adam indi. Adamın fesi sanki koca kafasına küçük geliyor gibiydi.
“Aman efendim, Sadi Paşa’m” diyerek dalkavukça bir tavırla kızını karşılamak üzere aşağı inmiş olan paşa hazretlerinin ellerine abandı adam.
“Hoş geldiniz Hamdi Paşa. Nasıl iyi geçti mi yolculuğunuz?” diye sordu Sadi Paşa.
“Çok şükür, çok şükür efendim. Yalnız kızınız Nagehan Hanımefendi’nin yolda bir karın ağrısı tuttu. Ama iyi oldu sanıyorum.” dedi. O sırada Nagehan kapıda dizilmiş olan ev halkından ve hizmetlilerden hiçbirisini görmeyerek soğuk bir tavırla anne ve babasının elini öptü. Yorgun olduğunu söyleyerek odasına çıkmak istediğini söyledi. O merdivenlerden üst kata çıkarken ben de arkasından bakakaldım. Bir an Nagehan kafasını çevirip bana baktı ve hiçbir ifade göstermeksizin tekrar başını çevirdi. Arkasından bavulunu çıkarmaya çalışan Çeşmifelek çabucak ağzında bir şeyler geveleyip sofrayı kurmamı emretti.
Yemek sırasında Hamdi ve Sadi Paşalar dışında hiç kimseden ses çıkmıyordu. Mutfakla yemek odası arasında mekik dokurken görebildiğim kadarıyla Nagehan iyice zayıflamış, sararmış, solmuştu. Hamdi Paşa ise boyuna yemek yiyor, habire Viyana’da, Londra’da, Paris’te yaptıklarını tekrar ede ede ve de yüksek seste anlatıyordu. Kibar bir beyefendi olan Sadi Paşa ise bu adamı hiçbir sıkılma emaresi göstermeden dinliyordu. Hamdi Paşa denen bu kaba adamın Sadi Paşa’nın konağında ne işi olduğunu bir türlü anlayamamıştım En sonunda bir şeyler biliyordur umuduyla Çeşmifelek’e bu adamın neyin nesi olduğunu sordum.
“Aa bilmiyor musun ayol? O bey yoğurtçuzade Nedmettin Paşa’nın mirasyedi oğludur. Birkaç ay evvel Nagehan Hanımefendi ile nişanlandırıldılar, yakında düğünleri olacak. Yoksa küçükhanım sana bunları o pek özel mektuplarında anlatmadı mı?”
“Yoo, anlattı.” dedim. “Anlattı da ben o Hamdi Paşa’nın bu Hamdi Paşa olup olmadığını merak ettim. Yoksa bilmez miyim küçük hanımın nişanlandığını?” Nagehan’ın yazdığım hiçbir mektuba cevap vermediğini bu yaşlı halayığa söyleyecek kadar aptal değildim.
“Kız kaç tane Hamdi Paşa tanıyorsun sen? Hem seni ne ilgilendirir hanımefendinin ne yaptığı? Git hadi tatlıları götür.” diyerek elime sütlaçların yan yana dizili olduğu tepsiyi tutuşturdu.
Nagehan’ın beni arayıp sormamasına hep bir bahane bulmuştum, ancak nişanlandığı haberi bende derin bir şok yarattı. Acaba Bekir’in bundan haberi var mıydı? Ben bildim bileli Nagehan’a aşık olan bu çocuk acaba kızın bu yoğurtçuzadeyle evleneceğini duymuş muydu? Nagehan Hanım demek bu çok önemli haberi bile bana söylemeye lüzum görmemişti. O an ona gerçekten kırıldım. Tabi konağın küçük hanımının zenci bir köleyle ne işi olurdu?
Kahveler içildikten sonra Hamdi Paşa müsaade isteyip kalktı. Vedalaşırken de Nagehan’a olan kedinin ciğer gördüğü zamankine benzeyen bakışları gözümden kaçmadı. Etraf toplanır toplanmaz ben de odama gittim ve bu olanları düşünmeye başladım. Artık Nagehan’la aramızın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını anlamıştım…
– 3 –
“Hişt, hişt. Maul. Uyuyor musun?” Birisinin beni dürtüklemesiyle uyandım.
“Ne? Ne oluyor?”
“Benim, Nagehan.” diye fısıldadı döşeğimin kenarına eğilmiş duran şekil.
“Bir şey mi emrettiniz hanımefendi?” dedim.
“Üff Maul, kes şu mesafeli konuşmaları bahçeye gel de konuşalım.” dedi ve Çeşmifelek’i uyandırmamaya gayret ederek odadan dışarı çıktı. Ben de hemen üzerime eski bir şal alıp küçükhanımın peşi sıra bahçeye vardım.
“Sizi dinliyorum.” dedim.
“Ah Maul!” diyerek boynuma atılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Neyiniz var?” dedim telaşlanarak.
“Bu şekilde araya mesafe koyma.” dedi hıçkırıkları arasından. “Çok çaresizim.” dedi.
“Ne oldu?” diye tekrar sordum. Böylece Nagehan üç sene evvelinden başlayarak Avrupa’da yaşadıklarını anlatmaya başladı. Hamdi Paşa ile nasıl evlenmek zorunda olduğunu ve bana neden hiç cevap yazmadığı kısma gelince hıçkırıkları bollaşmıştı.
“Yani çok mu zengin? Ama siz de fakir değilsiniz ki canım?”
“Fark etmiyor musun Maul? İnişe geçtik. Babamın tek derdi şu an gemiyi batmadan kurtarmak. O yüzden beni o mirasyediyle gönül rahatlığı içinde evlendirecek.”
“Ama o adam senden çok yaşlı.”
“Ne fark eder? Zengin sonuçta ve şu an için önemli olan da bu.”
“Neden bunları bana mektupta tek tek anlatmadın?”
“Ah nasıl anlatabilirdim? Mübarek adam bir gün bile beni yalnız bırakmadı ki… Hatta benden önce o okudu mektuplarımı. Cevap bile yazmama fırsat verdirmedi. Öylesine anlayışsız ve gaddar ki. Varsa yoksa zevk, safa, eğlence. Ben bu adamla asla mutlu olamam.” dedi ve tekrar bir hüngürtü kopardı.
“Tamam tamam, sakin ol.” dedim, sakin olamayacağını bilmeme rağmen.
“Ya Bekir?” dedi. “O nerede şimdi?”
“Bazen konakta, çoğu zaman da getir götür işlerine koşuşturur halde. Aslında sen gittiğinden beri doğru dürüst yüzünü göstermedi bile.”
“Onu da özlemiştim.” dedi ve yine ağlamaya başladı, bu kez sesi eskisinden daha fazla çıkıyordu.
“Sessiz ol Nagehan. Çeşmifelek cadısını uyandırmak mı istiyorsun?”
“Ya ne yapayım, sen derdime bir çare bul. Ya da, ya da…”
“Ya da ne?”
“O adamla evlenmektense kendi canıma kıyarım.” dedi yaşlı gözlerinin arasından.
“Ne saçmalıyorsun sen? Ağzından yel alsın.” dedim, söylediği cümlenin etkisinden kurtulmaya çalışarak.
“Başka bir yolu daha olmalı.” Fakat ben de Nagehan’ın bu çılgınca intihar fikrinden geri çevirmek için ortaya atacağım başka bir fikir bulamamıştım o an.
“Buldum, buldum!” dedi. Gözlerindeki delice bir ışıltı belirdi.
“Ne buldun?”
“Salak mıyım o yoğurtçuzade müsveddesini haklamak dururken kendi canıma kıyayım?” dedi ve gülmeye başladı. Bu gülüşte içimi ürperten bir şeyler vardı.
“Neler söylüyorsun sen Nagehan? Bak kuzum senin sinirlerin çok bozulmuş. En iyisi şimdi gidip uyuyalım, sabah oldu mu adamakıllı konuşuruz her şeyi.”
“Amaaan sen de! Dur hele aklıma geleni dinle bir.” dedi. Artık ağlamıyordu, aksine eline yeni bir oyuncak verilen bir çocuk gibi ilgi ve heyecanla konuşmaya başlamıştı.
“Hamdi Efendi bundan sonra her gün konağımızın baş misafiri olacaktır. E haliyle akşam yemeklerinde paşa babamın sofrasında sunulan ikramlardan bir orduyu aratmayacak iştahıyla nasiplenecektir. Bu durumda da yemekten sonra ikram edilecek olan kahveyi asla geri çevirmeyecektir. İşte burada biz devreye giriyoruz.”
“Anlamadım?”
“Anlayacaksın. Adamın kahvesine zehir koyacağız, olacak bitecek.”
“Amanın! Ben Allah’tan korkarım. Yapmam ben böyle bir şeyi. Hatta senin de yapmana izin vermem.”
“Ya demek öyle? Ben de seni dostum sanmıştım Maul. Anlamıyor musun eğer o adam ölmezse ben kendimi öldürürüm. Bu senin için daha mı iyi yoksa?”
“O nasıl söz öyle? Ölüm şart mı sanki?”
“Şart ya, bu adamın benden soğuyacağı yok. Sakız gibi yapıştı.”
“Başka bir yol bulmalıyız.” dedim. Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Bu sefer yine parlak bir fikir daha Nagehan’ın zihninde zuhur etti.
“Buldum.” dedi. “Madem bana o herifi öldürmemde yardımcı olmayacaksın, o zaman benimle büyücü hocalardan birine gel. Yaptırıverelim nefesi kuvvetli bir hocaya büyü kurtulalım gitsin.”
Kocaman kocaman gözlerimi açtım.
“Kuzum Nagehan, kendine gel lütfen. Yok öldürmek yok büyü yaptırmak. Neler olmuş sana böyle?”
“Sen onu bunu bırak şimdi, bana yardım ediyor musun etmiyor musun onu söyle. Eğer etmezsen de sorun değil, zaten anlaşılan o ki görüşmediğimiz bu üç sene içinde ikimizin arasından çok fazla şey gitmiş. “ dedi, sitemkar bir edayla.
“Yapma lütfen. Ben sadece biraz şaşkınım o kadar. Ama hocaya gitmek zorunda mıyız?”
“Değiliz, aslında.” dedi ve durdu. Düşünceli gözlerle tekrar yüzüme baktı. “Aslında büyüyü kendimiz de yapabiliriz.”
“Gene başladık.”
“İyi, iyi. Senden yardım isteyende kabahat zaten.” dedi ve ayağa kalkıp hızlı adımlarda gerisingeri yürümeye koyuldu.
“Dur, nereye gidiyorsun?”
“Kendi başımın çaresine bakmaya.” dedi. Bense o an ne kadar kendime kızarsam kızayım en yakın arkadaşımı yeniden bulmuşken kaybetme riskini göze alamadığımdan onun benden istediği yardımı esirgememeye karar verdim.
“Tamam, yardım edeceğim.” dedim. Bir an durdu ve geri dönüp şaşkın gözlerle yüzüme baktı.
“Sahi mi söylüyorsun?”
“Evet, yalnız bir şartım olacak.”
“Ne istersen, yerer ki beni bu dertten kurtar.”
“Bu kitaptan hiç kimseye söz etmeyeceksin.”
“Hangi kitaptan?” diye sordu ve ben de Nagehan’a yardım etmem için kendi kendime güvencem olarak gördüğüm, bana göre lanetlenme pahasına da olsa sırf en yakın arkadaşımı kaybetmemek için içindeki tarifleri uygulamaya karar verdiğim ve kestane ağacının altına gömdüğüm büyü kitabından bahsettim.
“Demek büyü kitabı öyle mi? Hemen getir. İncelemek istiyorum.” dedi. Merakı neredeyse kocaman mavi gözlerinden akıyordu.
“Pekala.” dedim ve ağacın altındaki çukurdan kitabı getirip Nagehan’ın dizlerinin dibine koydum.
Biraz topraklanmış olmasına aldırmadan büyük bir süratle incelemeye koyuldu.
“Bu bir hazine Maul.” dedi neşeyle.
“Bak.” dedim. “Sadece işimizi göreceğiz ve sonra da bu kitabı yakacağız. Anlaştık mı?”
“Hıı.” dedi. Verdiği bu cevap beni pek de tatmin etmemişti. Sonra büyük bir heyecanla “İşte buldum.” dedi. “Soğutma büyüsü.”
Gösterdiği sayfaya bakarak büyüyü incelemeye başladım. Yarasa bacağı, kurutulmuş ökse otu yaprağı, baldıran otu, tırtıl kanı ve bana çok iğrenç gelse de malzeme listesinde var olan yeni ölmüş dişi kurbağanın sol gözü. Ben tam bunları nasıl temin edebileceğimizi düşünürken. Nagehan konuşmaya başladı.
“Yarın sabah ilk iş bu malzemeleri temin etmek olacak. Şimdi yatalım, iyi bir uykuya ihtiyacımız var.
– 4 –
O gün öğleden sonraya kadar Nagehan ortalarda görünmedi. Yeni bir elbise için kumaş almak bahanesiyle evden çıkmıştı, fakat ben asıl amacının ne olduğunu biliyordum. İkindiye yakın konağa elinde ufak bir çuvalla döndü. O sırada ben kilimleri çırpıyordum. Sessiz adımlarla yanıma yaklaşıp;
“Malzemeler tamam, geriye sadece ayın on dördünü beklemek kalıyor.” dedi. Ve ondan sonraki beş gün boyunca ne müstakbel kocasına, ne de paşa babasına hiçbir şeyi belli etmedi. Hatta aramızda bunun lafı bile geçmedi. Ta ki ayın on dördü gelene dek.
Sözleştiğimiz gibi herkes uyuduktan sonra kestane ağacının yanına gittim. Nagehan orada beni bekliyordu. Yerde bir tane ufak gaz ocağı ve de ocağın üzerinde eski küçük bir kazan vardı.
“Haydi, başlayalım.” dedi. “Sen dediğim gibi malzemeleri kazanda kaynatırken ben de büyülü sözleri fısıldayıp cinlerin efendisini buraya çağıracağım ve ona meramımızı anlatacağım.” diye ekledi. Birden ürpermeye başladım.
“Nagehan acaba üç harflileri de işin içine dahil ederek doğru olanı mı yapıyoruz dersin?”
“Elbette ki. Tarifi okumadın mı? Cin efendi yardıma gelerek efsunlu salyasını hazırladığımız karışıma dahil edip “Muradınıza hal verdim.” demezse büyü tutmazmış. O yüzden korkma da dediğimi yap.” dedi ve eline büyü kitabını aldı. Başladı okumaya.
“Sekiz damla tırtıl kanını bir buçuk bardak kaynar suya damlat.” dedi. O sırada nereden bulduğunu kestiremediğim küçük bir kavanoz yeşil renkli tırtıl kanını elimde tutuyordum. Bu Nagehan’ın aklından korkulurdu. Lafını ikilettirmeden kazanın içindeki suya sekiz damla bu yeşil kandan damlattım. Bir yandan da ocağın altını açmıştım.
“Üç tutam ökse otu.” dedi ve dediği gibi karışıma ekledim.
“Şimdi kaynamasını bekleyeceğiz.”
Sessizce bekledik. Su kaynayınca Nagehan elinde kitabı alarak devam etti. “Şimdi de yedi dal baldıran otu koy.” Baldıran otlarını da koydum. “Şimdi.” dedi, “İşin en çetrefilli kısmına geliyoruz. Önce yarasa kanadını ve ardından üç saniye bekleyip kurbağa gözünü ekliyoruz. Bundan sonra da aynı anda ikimiz birlikte “Ey Yeddu cin! Gel derdimize yetiş diyeceğiz.” dedi. Korkumu bastırmaya çalışarak geri kalan malzemeleri de tiksinerek kazana bıraktım.İğrenç bir koku yayıldı. Ve sonra başladık bir papağan gibi aynı anda sözleri tekrar etmeye.
“Ey Yeddu cin! Gel derdimize yetiş Ey Yeddu cin! Gel derdimize yetiş!…, ,…. Ey Yeddu cin! Gel derdimize yetiş!“ Yedi kere bu sözleri söyledikten sonra ikimiz de sustuk. Sonra Nagehan kafasını sağa sola sallayarak kitapta tarif edildiği gibi ağacın etrafında dönmeye ve “Seddu Cinnu, Yeddu Cinnu, Hattu Cinnu, Fettu Cinnu…” demeye başladı. O an gerçekten korkuyor ve lanetleneceğimize inanıyordum. Sonra Nagehan dönme işini de tamamladıktan sonra durdu ve kazanın yanında bana da işaret ederek diz çöktü. İkimiz de aynı anda üç kere tekrar “Ey Cinlerin efendisi Yeddu Cin. Derdimize derman ol.” dedik ve sonra beklemeye başladık.
Mehtabın altında büyük bir sessizlik içinde bekliyorduk. Ben ne kadar korkuyorsam Nagehan o kadar kararlı ve cesur görünüyordu. Neyse ki fazla beklememize gerek kalmadan korktuğum şey yanı başımızda belirdi.
Tostoparlak bir şekil nereden geldiğini anlayamadığımız bir şekilde kestane ağacının altına doğru yuvarlandı. Karanlıkla seçemediğimiz yüzü, tüyler içinde idi ve çok korkunçtu. Sırtından siyah renkli pelerini uçuşuyordu ve eğer karanlıkta yanlış seçmediysem dikkatle baktığım ayakları ters duruyordu. Evet cin efendi yanımıza teşrif etmişti. Ben korkudan bayılmamak için ağacın dalına tutundum. Nagehan’sa kılını bile kıpırdatmadı.
“Ey sizi insan soyundan gelen reziller!” Dağ gibi bir sesle kükrüyordu.
“Ne diye beni rahatsız edersiniz?” Ben dişlerimin tangırtısından konuşamayacak haldeydim. Nagehan titrek bir sesle cevap verdi.
“Efendim yardımınıza muhtacız. Lütfen efsunlu salyanızı bize bahşeyleyin.”
“Bunun için mi beni uykumdan ettiniz, sizi gidi melunlar.” diye tekrar kükredi
“Aman efendim, lütfen lütufta bulununuz.” dedi Nagehan. Titreyen sesinden onun da bu tüylü yaratıktan korktuğunu fark etmiştim.
“Madem istediğiniz bu, öyleyse siz de bana bu yardımım karşısında istediğimi vereceksiniz.”
“Ne isterseniz.” dedi Nagehan. Dizleri titriyordu.
“Sus! Sözümü kesme! Sizden istediğim çok değerli bir şeyinizi bana vermeniz. Vereceğiniz şey öyle değerli olmalı ki yerine ondan başka bir şey koyamayın bir daha.”
Nagehan’la birbirimizin yüzüne anlamadığımı söyleyen bir dille baktık.
“Bana kalbini ver!” dedi Nagehan’a. Nagehan’sa küt diye yere çöktü. Kolundan tutup onu tekrar ayağa kaldırdım.
“Fakat bu nasıl olur efendim?” dedi kız.
“Bana eşarbını ver, bu eşarpla kalbinin de bir köşesini kendime bağlayacağım.” dedi. Nagehan tereddüt içinde cin efendinin bu sözleri üzerine bocaladı. Ne yapacağını bilemez gibi görünüyordu.
“Ne duruyorsun bre melun? Ver bakayım eşarbı!” diye bağırdı yaratık. Nagehan kısık bir inlemeye benzeyen bir ses çıkararak eflatun rengi eşarbı ellerinin titremesine engel olamadan cin efendiye uzattı. Cin ise tüylü kollarıyla eşarbı bir hamle de aldı. Sonra kafasını hızlıca kazana doğru çevirip tükürdü. Ve ağzından şu sözler döküldü; “Muradınıza hal verdim!”. Daha sonra ikimizin de yüzüne bakarak “Ey insan soyundan gelenler, şimdi bu iksiri büyü yapmak istediğiniz kişiye içirin. Bu içkiyi sen ikram edeceksin Nagehan.” dedi ikimiz de şaşırdık. Fakat alimlerin alimi cin efendinin Nagehan’nın adını bilmesinde şaşılacak ne vardı ki? “Yolunuz açık olsun.” dedi ve bir anda gecenin karanlığında kayboldu.
O gider gitmez Nagehan’a baktım. Hiçbir söz söylemden hemen yerdeki eşyaları toplamaya koyulmuştu. Kazandaki büyülü sıvıyı bir kavanoza boşalttı. Etrafı topladı ve beraberce olabildiğine sessiz adımlarla geri kalan eşyaları toplayıp bodruma sakladık. İşimiz bittiğinde güneş ilk ışıklarını göstermeye başlamıştı. Nagehan endişe dolu bir yüzle bana baktı.
“Acaba doğru olanı mı yapıyoruz?” Cevap vermemi beklemeden odasına doğru yürümeye başladı.
* * *
Odama gider gitmez döşeğime serildim. Daha uykuya bile dalamamıştım ki sabah namazına kalkan büyükhanımın çığlığıyla uyandım. Yıllardır odasına kimseyi sokmayan ve deli olduğu rivayet edilen bu yaşlı hanımın odasına Çeşmifelek ve diğer hizmetlilerle beraber ben de girdim. Kadıncağızın bembeyaz saçları birbirine dolanmış yerde ayakları çarpık bir vaziyette yatağının kenarında oturur halde duruyor, eliyle pencereyi gösteriyor ve dehşete düşmüş bir yüz ifadesiyle ağzından anlamsız sesler çıkarıyordu. Nagehan hemen koşup büyükannesinin yanına vardı. O sırada büyükhanımın çığlığına Sadi Paşa ve zevcesi Gülizar hanım da uyanmıştı.
“Neler oluyor yahu?” diyerek içeri girdi Paşa. Üzerinde hala daha sabahlık olmasına rağmen ciddiyetinden ödün vermiyordu. Nagehan anlamaz gözlerle bir babasına bir büyükannesine baktı.
“Anne, iyi misin?” diye sordu Gülizar Hanım ve o da büyükhanımın yanına çöktü.
Büyükhanımsa ağzından tek kelime anlamlı söz söylemeden eliyle pencereyi gösteriyordu.
“Eyvah, iyice keçileri kaçırdı hanımcığım!” dedi büyükhanımın hizmetini gören kalfa Selime.
Diğerleri de ah vah şeklinde çıkan yakınmalara başladılar.
“Anne ne oldu?” diye sordu Paşa. Kadınsa dehşete düşmüş gözlerini pencereden ayırmadan; “Geldi!” dedi. “Cin Efendi bu gece benim odama geldi.”
O sırada Nagehan’la korku dolu bir ifadeyle göz göze.
– 5 –
O gün akşamı zor ettim. Akşam yemeği yenip kahvelerin içilmesi için salona geçildiğinde Nagehan mutfağa koştu. Aşçının elinden cezveyi alarak kahveleri kendinin yapacağını söyledi ve aşçı kadını oradan uzaklaştırdı. Kahveleri yapıp fincanlara boşalttı ve en son Hamdi Paşa’nın fincanın üç damla pis kokulu iksirden damlattı. Sonra tepsiyi eline alıp salona doğru yollandı. O, kahveleri ikram ederken ben de kapı kenarından olan biteni izliyordum. Hamdi Paşa Nagehan’ın uzattığı tepsiden ona en delici ve aç bakışlarını ayırmadan kahvesini aldı. Herkes kahvesini yudumlarken Nagehan gözlerini yoğurtçuzadeden ayırmıyordu. Paşa iki yudumda bitirdi kahvesini ve farklı hiçbir tepki göstermeden sohbetine devam etti. Gidene kadar da ara ara Nagihan’a yolladığı kedinin ciğer gördüğü zamanki haline benzeyen bakışları değişmedi.
Paşa konaktan ayrılınca Nagehan yanıma koştu.
“Maul, acaba tarifte bir yeri mi atladık dersin?”
“Bilmiyorum ki. Bu adamın senden soğuması, hatta tiksinmesi gerekirdi. Oysa ki hemen önümüzdeki aya düğün yapalım deyip durdu.”
“Üff. Şu efsun kitabı da fos çıktı iyi mi?”
“Ayrıca anlamıyorum cin efendi bize göründükten sonra büyükhanımın da mı odasına uğradı?”
“Galiba. Hala daha vicdan azabı duyuyorum, biz büyü yapacağız diye yaşlı kadını varolan azıcık aklından ettik.”
“İyi de bu cin efendi neden büyükhanımın odasına uğrama gereği duydu ki? Yoksa ondan da mı eşarbını istedi dersin?”
“Bilmiyorum ama içim hiç rahat değil. Dün gece bana söylediklerini hatırlıyor musun? Benden kalbimi istedi. Üff Maul ne yaptım ben?”
“Dur hele, velveleye verme hemen. Hala daha oturmayan yerler var.”
“Büyükanneme ne olacak dersin?”
“Şimdilik dili tutuldu, konuşamıyor, ama merak etme tımarhaneye kapatmazlar onu. Paşa hazretlerinin gönlü razı olmaz buna.”
“Umarım dediğin gibi olur. Üff zavallı büyükanneciğim.” dedi Nagehan. O sırada kapının kenarından bizi gözetleyen bir çift göz gördüm. Yaklaşıp sordum.
“Kim var orada?” Çekingen bir ses cevap verdi.
“Benim Bekir. Gelebilir miyim?” Nagehan hemen dik oturdu ve Bekir’in bu ziyaretinden şaşırdığı belliydi. Nagehan konağa döndüğünden beri Bekir konakta görülmez olmuştu.
“Gel.” dedi Nagehan. Bekir içeri girdi ve eğilip selam verdi.
“Hanımefendi bu sabah bahçede kestane ağacının dibinde gördüğüm bir şey dikkatimi çekti.” dedi. O sırda Nagehan’la ben göz göze geldik. “Sanıyorum ki bu küçük çuval size ait.”
Nagehan şaşkın bakışlarla Bekir’in uzattığı yıpranmış çuvalı aldı. Bu büyü malzemelerini taşırken kullandığımız çuvaldı.
“Teşekkür ederim Bekir.” dedi sadece.
“Hanımefendi, gece vakti bahçeye çıkmak pek tekin değil. Büyükhanımın başına gelenlere bakacak olursak. bence siz de dikkatli olun.” dedi Bekir ve selam verip odadan gitti. Nagehan ise bana dönüp; “Acaba dün gece yaptığımız şeyi görmüş müdür?” diye sordu.
“Sanmıyorum. Hem görse bile Bekir bizi asla ele vermez. Unuttun mu küçükken yaptığımız neredeyse bütün yaramazlıkların üstünü örtmeyi başarırdı.”
“Nasıl unutabilirim?”
* * *
Ondan sonraki günlerde ne Hamdi Paşa’da ne de büyükhanımda hiçbir değişiklik olmadı. Hamdi Paşa soğuyacağı yerde konağa daha da yapıştı ve düğün tarihini öne alma konusunda ısrarlarına başladı. Nagehan artık iyice umutsuzlanmaya başlamıştı. Bir gün bahçede otururken “Ben o yaratığa eşarbımı verdim.” dedi.
“Kitapta yazan her şeyi yaptık. Elde ettiğimiz şeyse sıfır! Üstelik amma da aratmıştım ben o malzemeleri.”
“Sahi nereden buldun onları?” dedim.
“Nereden olacak vekilharç Mustafa Efendi’ye aldırdım.”
“Sormadı mı bunlar ne için diye?”
“Aman ona ne canım, beni ilgilendirir deyip savsakladım onu.” Sonra döndü ve üzgün bir yüzle bana baktı. “Bu gece Maul, cin efendiyi bir kez daha çağıracağız.” dedi ve benim itiraz etmeme fırsat vermeden kalkıp odasına gitti. Ben de işlerime geri döndüm.
– 6 –
Ay ışığının altında kestane ağacının altında elimizde efsun kitabıyla duruyorduk.
“Maul, yine aynı anda tekrar edeceğiz tamam mı?” dedi. Sessizce evet anlamında başımı salladım. Ve başladık cini çağırmaya;
“ Ey Yeddu cin! Gel derdimize yetiş!, Ey Yeddu cin! Gel derdimize yetiş!, Ey Yeddu cin! Gel derdimize yetiş!…” yedi kere söyledikten sonra durduk. Bu sefer Nagehan ağacın etrafında dönerek kendi özel çağrı dansına başladı.
“Seddu Cinnu, Yeddu Cinnu, Hattu Cinnu, Heddu Cinnu, Baddu Cinnu…” Sonra birdenbire önümüze tostoparlak bir şekil yuvarlandı ve tam önümüzde durup doğruldu. Cin efendi gelmişti.
“Bre melunlar! Ne diye çağırdınız beni?” diye kükredi tüylü yaratık.
“Efendim acaba büyü de bir yanlışlık mı oldu dersiniz? Paşa efendiyi kendimden soğutmayı başaramadım da…” dedi Nagehan.
“Heeeyyyyt! Sen benim efsunlu salyama laf mı ediyorsun! Tutmadıysa eğer büyü sende bir eksiklik vardır.” dedi. Sonra da Nagehan’a iyice yaklaşarak konuştu; “Kalbini bana vermediysen büyünün tutmamış olmasına şaşmaman gerek. Koşulumu söylemiştim.” dedi.
Nagehan’la ben o anda durumun vahametini kavradık. Demek bu cin efendi önce kendine aşık edecekti kızı, sonra paşayı soğutacaktı Nagehan’dan.
“Aman!” dedi Nagehan.
“Bana aşık olursan eğer Paşa da senden soğuyacaktır bilesin. Öyleyse üç gece sonra akşam ile yatsı arası yedikızlar tepesine tek başına geleceksin! Yoksa ikinizi de çarparım!” deyip kükredi ve gitti. Nagehan ise olduğu yerde kalakaldı.
“Maul biz ne yaptık?”
* * *
O sırada tekrar büyükhanımın odasından bir çığlık sesi yükseldi. İkimiz de bir koşu gidip odaya vardık. Manzara yine bir önceki gibiydi. Bu sefer büyük hanımefendinin ağzından anlaşılır tek laf olarak şu söz döküldü “Gördü! Gördü! Gördü!”
Nagihan da ben de şaşkın şaşkın birbirimize baktık.
-7 –
Ondan sonraki üç gün boyunca Nagehan tırnaklarını yiyerek geçirdi zamanını. Büyükhanım efendinin halini gördükten sonra ne o ne de ben çarpılmayı göze alamayacağımızı anladık. Zavallı kadın aklını iyiden iyiye oynatmıştı. Ve oturduğu sandalyede bir ileri bir geri sallanıp “Geldi! Gördü!”den başka anlamlı bir söz söylemiyordu. Zaten onun önceden de pek aklının yerinde olduğu söylenemezdi. Eski eşyaları attırmaması bunun bir göstergesiydi.
Üç günün sonunda Nagehan ben yerleri süpürürken yanıma geldi. Akşam ezanının okunmasına az bir zaman vardı.
“Maul ben gidiyorum.” dedi. “Ben çarpılacak olsam bile senin de benimle aynı duruma düşmene gönlüm müsaade etmez. Seni bu işe ben bulaştırdım, cezasını da ben çekeceğim.” dedi.
“Olmaz öyle şey. Hem sana o korkunç efsun kitabından da bahseden bendim. Hay dilimi ısırsaydım da anlatmasaydım sana bunu.”
“Geçti artık, kızıp durma kendine. Hem yardım etmeni ben istedim.” Sonra durdu ve bana sarıldı.
“Allah’a ısmarladık Maul.” dedi. “Gidiyorum.”
“Bekle ben de seninle beraber geleceğim.”
“Sakın ha! Cin efendiyi duymadın mı? Yalnız gelmemi söyledi. O yüzden gelmeye kalkma.” dedi ve hızlı adımlarla arka bahçeden kimseye görünmemeye dikkat ederek çıktı. Bense sadece arkasından bakakaldım. O an aklıma bir şey geldi.
Arkadaşımı ıssız bir tepede o korkunç tüylü yaratıkla başbaşa bırakamazdım. Peşinden gitmeliydim. Ama tek başıma değil, Bekir’i de yanıma alarak. Bu saatlerde muhtemelen babası ve kendisi için ayrılmış olan ufacık müştemilatındaydı. Koşar adımlarla bahçeyi geçip müştemilata vardım. Hiçbir zaman Mustafa Efendi’nin kilitlemediği kapıyı açıp Bekir’in odasına girdim. Belki kapıyı çalmadan girmek büyük kabalıklı ama acele etmem gereken şu durunda bunu düşünecek halde değildim.
Darmadağınık odada kimsecikler yoktu. Bekir’in tüm pasaklılığı ortadaydı. Bir anda yatağının üzerinde duran eflatun kumaş gözüme ilişti. Bu Nagehan’ın eşarbıydı. Tam akşam ezanı okunurken benim de zihnimde bazı yerler oturmaya başladı….
* * *
Yedikızlar tepesine çıkan yokuş olabildiğine dikti. Büyük bir hızla yokuşu çıkmaya çalışırken nefes nefese kalmıştım. Ama acele etmeliydim. Hava iyiden iyiye kararıyordu. Adımlarımı daha da hızlandırarak koşmaya başladım. Tepeye varınca durdum ve soluklandım. Bir yandan da gözlerim Nagehan’ı arıyordu. Yaklaşık benden otuz-otuz beş metre ötede onu bir kaya parçasının üzerine oturmuş başını eğmiş kaderine razı bir şekilde Cin Efendi’nin teşrif etmesini bekliyordu. Karanlıkta beni görmemesine dua ederek biraz daha yaklaştım ve diğer bodur çalılıkların arkasına saklandım. Yaklaşık beş dakikalık bir bekleyişten sonra tüylü yaratık nihayet geldi. Bu kez yuvarlanmıyordu ve dik durarak insan gibi yürümeye başlamıştı. Arkasında siyak renkli pelerinini uçurtarak Nagehan’ın yanına yaklaştı. Sanki biraz daha uzun görünüyordu ya da dik durduğundan bana öyle gelmişti.
Nagehan korku dolu bakışlarla gelen tüylü yaratığa baktı. Fakat geri çekilmedi. Yaratık yaklaştı, yaklaştı…
“Gelmezsin sanıyordum!” dedi. Ses çok tanıdıktı ve bu kez kestane ağacının altında olduğu gibi yaratık kükrememişti. Fakat hala daha korkunç görünüyordu.
“Benden ne istiyorsunuz Yeddu Efendi?”
“Sadece kalbini bana vermeni.” dedi cin.
“Bu nasıl olur? Hem ben bir insanım sizse, sizse…”
“Korkma Nagehan, ben de bir insanım.” dedi cin ve Nagehan’ın hayret dolu bakışlarının arasından kafasındaki tüylü başlığı çıkardı. Bu çirkin maskenin altında saklanan yüz Bekir’e aitti.
Nagehan başta bir çığlık attı. Fakat bu çığlık bir korku çığlığı değil, bir isyan çığlığıydı.
“Sen!” dedi Bekir’e. “Sen ne hakla… İnanamıyorum Bekir bunu neden yaptın?”
“Açıklamama izin ver. Birkaç gece evvel Maul’le bahçede ne konuştuğunuzu duydum. Yapmak istediğiniz büyüleri ve şu seninle evlenmek isteyen paşa müsveddesini. Sen kendini öldürmekten bahsettin, o anda kan beynime sıçradı. Sonra Maul sana büyü kitabından söz etti ve ben de daha dikkatli bir şekilde dinledim sizi. Amacım eğer kendine bir şey yapmaya karar vermişsen bunu engellemekti. Bu yüzden sizi dinledim.”
“Utanmadın mı hiç başkalarını gizlice dinlemeye?”
“İnsan sevdiğine bir zarar gelir korkusunu duyuyorsa eğer, ne utanç kalır içinde ne de korku.”
“Ne saçmalıyorsun sen? Şimdi de beni sevdiğini mi söylüyorsun? Öyleyse neden bu aptal kıyafetlerle bizi kandırdın?”
“Çünkü o büyü kitabının bir uydurmaca olduğunu biliyordum. Eğer oradaki büyülerin gerçek olmadığına inansaydın belki kendini öldürürdün diye korktum ve ikinizi de kitapta yazan Yeddu Efendi saçmalığına inandırdım. Alınacakları da babamdan listeyi alıp kendim temin ettim. Ve en zoru da kurbağa gözünü bulmak oldu.”
“Sen kitabı daha önce okudun mu?”
“Elbette. Büyük hanımefendi bodruma saklamam ve asla atmam konusunda beni uyardı. Ben de o zaman kitabı okudum ve hanımefendinin bu kadar değer vererek korku dolu bakışlarla bana emanet ettiği kitabın aslında peş para etmez deli saçması şeyler olduğunu anladım.”
“Kitap büyükannemindi öyle mi?”
“Evet.” dedi Bekir. Nagehan sitem dolu bakışlarla
“Beni de Maul’u da çok korkuttun Bekir.” dedi.
“Özür dilerim. Bu gece bütün her şeyi açıklamak için buraya seni yalnız çağırdım. O kitaptaki büyülerin gerçek olmadığını söylemek için. Ve Nagehan, geldiğin gün nişanlandığını öğrendiğim vakit öylesine büyük bir acı duydum ki kalbimde, ne yapacağımı şaşırdım. Ne olur beni affet.” dedi Bekir.
Nagehan durdu ve hiçbir şey söylemedi.
“Yine de bu anlattığın her şeyi açıklayamıyor.” dedi.
“Nasıl?”
O sırada sert taşların üzerinde oturduğumdan popom iyice acımaya başlamıştı. Bekir’in odasında Nagehan’ın eşarbını bulduğumda ne olduğunu zaten az çok anlamaya başlamıştım. Fakat madem bizim gece kestane ağacının altında gördüğümüz şey cin değil de Bekir’di o zaman büyük hanımefendiye geceleyin görünen şey neydi? Birdenbire arkamda büyük bir uğultu duyuldu. Uğultu büyüdü, büyüdü ve muazzam bir karaltı halindeki bir cisim tepemize bulut gibi çöktü. Ve bir ses daha önce hiç duymadığım kadar korkunç, akla hayale gelmeyecek kadar karanlık bir ses siyah renkli bulutların arasından konuşmaya başladı.
“Ey insan soyundan gelen yaratıklar.” Bu ses hiç de Bekir’in hırıltılarına benzemiyordu. Ondan çok daha şeytaniydi. Korkudan az kalsın küçük abdestimi yapacaktım. Bir hamlede yerimden kalkıp benden yaklaşık otuz metre ötede duran Bekir ve Nagehan’ın yanına koştum. Benim gibi korkudan bembeyaz kesilen -artık ben ne kadar beyazlaşabiliyorsam- bu ikisi, hiç beklemedikleri anda beni görünce iyice şaşırdılar.
“Maul!” dedi Nagehan. “Ne işin var burada?” Ben ağzımı açmaya fırsat vermeden o korkunç ses yine konuştu.
“Siz büyü kitabıyla oyun oynadığınızı ve cinlerin efendisi yüce Yeddu ile alay ettiğinizi mi sanıyorsunuz? Ben şimdi size hak ettiğiniz dersi vereceğim!” dedi ve bir anda ay ışığı simsiyah bulutlarla çevrelendi, her yer karardı. Sert ve soğuk rüzgarlar esmeye başladı ki az kalsın bazı cılız ağaçları yerinden söken rüzgar bizi de tepeden aşağıya uçuracaktı. Üçümüz de düşmemek için birbirimize tutunduk.
“Bizden ne istiyorsun ey cinlerin efendisi?” diye sordu Bekir. O sırada Nagehan Bekir’in kolundan çekip korku dolu gözlerle onu susturmaya çalışıyordu.
“Bize kim olduğunu göster.” dedi Bekir. Sanki hala daha bunun altında kendi hazırladığına benzer bir kurmaca olduğuna inanıyor gibiydi. Oysa ben öyle olmadığından emindim. Eğer bunların hepsi bir düzenekse bile bu rüzgarları nasıl açıklayabilirdik ki?
“Önce yüzümü göstereceğim, sonra da sizi çarpacağım!” dedi cin efendi. Nagehan ve ben titreyerek olduğumuz yerde büzüştük.
Rüzgar korkunç ıslıklar çalarak uğuldamaya, yerden kalkan toz havaya karışıp bir anafor gibi gözlerimizin önünde dönmeye başladı. Anafor öyle hızlı dönüyordu ki, bir hortum gibi bulunduğu yerdeki bütün bitkileri ve taşları havaya fırlatıyordu. Taşlardan ve tozdan korunmak için ellerimizi yüzümüze siper ettik. Birden bir şimşek çaktı ve ardından bir tane daha ve bir tane daha. Altı tane şimşek gökyüzünü bir anlığına aydınlattı ve en sonunda yedincisi önümüzde dönüp durmakta olan anaforun tam üstüne düştü. Ardından müthiş bir gürültüyle artarda yedi tane gök gürültüsü işitildi. Bir anda rüzgar bıçakla kesilmiş gibi durdu ve ellerimi gözlerimin önünden çekerek karşımdaki korkunç şekle baktım.
Yaklaşık bir insanın üç katı büyüklüğünde olan karanlıklar içinde bir yaratıktı. Bir insanın dört beş katı büyüklüğünde olan gözleri, ağzı ve burnu bizi dehşete düşürdü. Elektrik mavisi gözleri ise insanın derinine gözlerini delercesine işliyor, bakışları rahatsızlık verici bir ürperti oluşmasını sağlıyordu.
Nagehan gözlerini açar açmaz küçük bir çığlık koyuverdi. Bense neredeyse nefes almakta bile güçlük çekiyordum.
“Sen bir cin misin?” diye sordu Bekir. Aramızda en arsız olan oydu.
“Senin ne haddine bana soru sormak bre melun!” diye kükredi Yeddu. Sonra tekrar gök gürlemeye ve şimşekler çakmaya başladı. Bardaktan boşalırcasına yağmaya başlayan yağmur üçümüzü de anında sırılsıklam etmişti.
Yeddu kocaman kollarını havaya kaldırdı ve bana döndü.
“O kitabı bulan sendin! Cinlerin efendisini kendi dünyalık işlerinize alet etmeye kalkışan da sendin!” dedi.
O anda korkudan dilim tutuldu ve bacaklarımın arasından sıcak bir sıvı yayılmaya başladı. Sol elinin bir hareketiyle beni rüzgarla birlikte kaldırıp büyük bir hızla yere çarptı. Duyduğum
muazzam acıdan sanıyorum bu çarpmanın etkisiyle birkaç kemiğim kırıldı. Sonra Bekir’e döndü ve onu da elinin bir hareketiyle kaldırıp bana yaptığı gibi yere çarptı. Hem Bekir hem ben canımın acısıyla inlerken Yeddu denen korkunç yaratık kulakları tırmalayan bir kahkaha attı. Sıra Nagehan’daydi. Nagehan korkudan bembeyaz kesilmiş bir yüzle ellerini kaldırıp dua etmeye başladı. Yeddu ona doğru yaklaşıp kükredi.
“Bunların asıl sorumlusu sensin!” dedi. Nagehan kaderine razı olmuş gibi gözlerini kapattı. Tam o anda başka bir sesle, bir insana, yaşlı bir kadına ait olan bir sesle kendimize geldik.
“Dur! Yapma!”
Bembeyaz saçları yağmurdan ıslanmış ve rüzgarda savrulur halde yürüyen büyük hanımefendi yanımıza yaklaşıyordu. Kendinden emin adımlarla torununun ve Yeddu’nun bulunduğu yerin dibine kadar yaklaştı.
“Ey cinlerin efendisi! Torunumu bana bağışla! O cahil bir çocuk. Neyse cezası onun yerine çekmeye razıyım.” dedi.
“Seni çarptığım yetmedi, bir de torunun yerine mi çarpılmayı istiyorsun yoksa?”
“Ona zarar verme!”
“Hak eden hakkettiğini alır!” dedi Yeddu ve tekrar bu sefer hepsinden daha şiddetli bir fırtına koptu. Şimdi yağmurdan ve tozdan göz gözü görmüyordu. Gözlerimi açabildiğim kısacık bir anda büyük hanımın elindeki kara kaplı eski büyü kitabını gördüm.
“İşte!” dedi. “Bunca yıl bana bu kitap yüzünden eziyet ettin. Senden başka kimseyle konuşmam için dilimi bağladın. Odamdan dışarı çıkmamam için duvarlarımı ve kapılarımı efsunladın. Oysa şimdi ben seni yok edeceğim!”
Gök daha da şiddetli bir şekilde gürlemeye başladı ve rüzgar yaşlı hanımefendiyi iyice yükseğe çıkarıp hızla yere çarptı. Fakat yaşlı kadın elinden kitabı bırakmadı. Çabucak ilk sayfasını açtı ve kopardı. Gözleri kör edecek kadar parlak bir şimşek daha çaktı. Yaşlı kadın sayfaları teker teker yırtmaya koyuldu. O sayfaları yırttıkça fırtına daha da şiddetleniyordu. O sırada görebildiğim kadarıyla dudakları bir dua mırıldanıyordu.
“Beni yok edemezsin!” diye bağırdı Yeddu. Fakat büyük hanım durmuyor sayfaları yırtmaya devam ediyordu. Son sayfaya geldiğindeyse durdu.
“Bunu yıllar önce yapmalıydım!” dedi ve şiddetini artık son raddeye dayandıran fırtınaya aldırmadan son sayfayı da koparıp rüzgara bıraktı..
Birden korkunç bir uğultu saplandı kulaklara. Gök yarılmış gibi boşanan yağmur ve şiddeti gittikçe artan bir çığlık doldurdu her yanı. Bu çığlık ne bana, ne de diğerlerine aitti. Bu korkunç çığlık Yeddu’nundu. Yavaş yavaş çığlık zayıflamaya, uğultu yavaşlamaya ve rüzgarla beraber gelen yağmur şiddetini azaltmaya başladı. Cinlerin efendisinin koca cüssesi yavaş yavaş küçülüyordu.. Öyle ki normal bir insan boyuna, oradan da küçük bir çocuğunki kadar küçük bir bedene dönüştü vücudu. Gittikçe küçülürken söylediği tek bir söz vardı. “Sen kazandın…” Ve iyice ufalan yaratık birdenbire alev alarak küllere dönüştü. Rüzgar külleri savurdu ve o gece hiçbirimizin hafızalarından silinmeyecek izler bıraktı…
– 8 –
Bir hafta sonra…
Artık büyük hanımefendinin dili çözülmüştü ve akıl sağlığına kavuşmuştu. Hem ev işlerinde hizmetçileri denetliyor, hem de arada sırada Nagehan’la benim yanıma gelerek sanki bir genç kızmış gibi bizimle birlikte gülüyor ve gençlik anılarıyla bizi eğlendiriyordu.
“İyi de büyükanne o kitabı yirmi iki yaşındayken bulduğunda neden direk çöpe atmadın?”
“Çünkü kitap Yeddu’ya aitti, onun bir parçasıydı ve yıllar sonra onu bulunduğu delikten çıkaran kişi ben olduğum için bir bakıma benim de bir eşyam sayılırdı.”
“Kitapta yazılanları yaptığın için Yeddu seni kendine bağladı öyle değil mi?”
“Ne yazık ki evet.”
“Neden onu daha önce yırtmadınız?” diye sordum. “Böylece bu kadar sene eziyet çekmezdiniz.”
“Ah kızım, bu öyle bir büyüydü ki kitabı yok edersem kendimin de yok olacağına inanıyordum. Ama bir şekilde onu kendimden uzak tutmalıydım. Böylece onu bodrumda saklaması için vekilharcın oğluna verdim. Kitap dikkat çekmesin diye de hiçbir eski eşyayı attırmadım. Kitap benden uzaklaşınca artık her gece daha rahat bir uyku uyuyordum, fakat yine de huzursuzdum ve insan içine çıkamıyordum. Kitabı da yok edemezdim, çünkü öleceğimden korkuyordum.”
“Ama gel gör ki Maul onu buldu.” dedi Nagehan.
“Evet öyle.” dedi büyükhanım.
“Ama madem bu kitaptaki büyüler gerçekti neden bizim tarife göre yaptığımız büyü tutmadı?”
“Çünkü bu büyüler sadece ben yaparsam etkili olurdu. Yeddu’nun bir parçası olan bu kitap aynı zamanda benim de bir parçam haline gelmişti ve ben izin vermeden büyülerin etkili olma şansı yoktu.”
“Ama biz ne zaman kitaptaki gibi Yeddu’yu çağırsak cin gelip senin odana musallat oldu.”
“Benim onu çağırdığımı sanıyor ve bana huzur vermiyordu. En sonunda onu çağıranın siz olduğunuzu anladı ve yedikızlar tepesinde sizi buldu.” Bir an durdu ve torunun yüzüne şefkatle baktı.
“O an senin sonunun benimkine benzeyeceğini düşündüm ve kendimden de vazgeçerek kitabı yırttım.” dedi.
Nagihan’sa büyükannesine sarıldı. “Ölmedin, yaşıyorsun ve daha uzun yıllar yaşayacaksın.” dedi.
“Cenab-ı Hak ne kadar müsaade buyurursa.” dedi büyükhanım. Bense gözlerimin yanmasına engel olamadım. O sırada hanımefendi kolunu bana uzatarak sarıldı ve dedi ki
“Sen de benim torunum gibisin. Seni azat ediyorum kölelikten. Madem ki sen benim torunum için kendi canını tehlikeye attın artık benim torunum sayılırsın.”
“Aman hanımım, ben nereye giderim şimdi?” diye sordum korkuyla.
“Merak etme hiçbir yere göndermem seni. En azından bu evden sevdiğin kişiyle evlenip gelin çıkana dek.” dedi. Gözlerim iyice sulanmaya başladı. Bu aşırı duygusallığı ise Nagehan bozdu.
“Büyünün tutmasına neden izin vermedin ki büyük anne? Şu Hamdi Paşa’dan kurtulurdum bir an önce.”
“Sen orasını dert etme canım. Ben o işi hallettim. Ben biricik torunumu elin yoğurtçuzade mirasyedisine bırakır mıyım hiç? Babanla konuştum ve üzerime zimmetli bulunan birkaç tarladan feragat ederek maddi zorluğumuzun üstesinden gelebileceğimizi anlattım.”
“Yaşa sen büyük anne!” dedi Nagehan. Uzun zamandır bu kadar mutlu görünmüyordu.
“Artık yoruldum kızlar.” dedi. “İstirahat edeceğim.” diyerek yerinden kalktı. Biz de iki koluna girerek yürümesine (o geceki düşüşümden sonra incittiğim dizlerimle topallayarak) odasına çıkmasına yardım ettik.
Daha sonra biraz temiz hava almak için bahçeye çıktık. Güneş de sanki içimdeki mutluluğu sezmiş gibi daha bir parlaktı bugün ve hafiften esen rüzgar siyah saçlarımı uçuşturuyordu. Birden bire havada uçuşan birkaç parça kenarı yırtık sarı kağıt dikkatimi çekti. Ellerimi gözlerime siper ederek daha dikkatli baktım. Kağıtlar büyük ya meşe ağacının ardında kaybolmuştu ya da ben yanlış görmüş olmalıydım… Kim bilir belki hala daha bir yerlerde bulunmayı bekleyen bir kitap yeni sahibini bekliyordu…
– SON –
Harika bir kurgu olmuş Chiyo. Bu senden okuduğum ilk öykü ve kesinlikle bayıldım. Bir solukta okudum. Hikayeni bir de o güzel karakalem çalışmalarınla süsleseymişsin keşke. Ellerine sağlık…
Teşekkür ederim. Beğenmene sevindim. Evet karakalemle süsleseydim gerçekten güzel olurdu, ama öss maratonu işte 🙂
Harika olmuş emeğine sağlık. İnşallah daha güzel hikayelerle bizi
sevindirirsin.
Teşekkür ederim de neden benim rumuzumu kullandın? 🙂
zihnine sağlık aeo
Hikayeyi ilk gördüğümde farenin tekerleğini yavaş yavaş aşağıya indirmeye başladım. İndirmeye başladım ama bir türlü bitmedi. “Nasıl yani?” diye düşündüm burada da. Bu kadar uzun bir öykü ile karşılaşmak hiç mi hiç gelmiyordu aklıma. Lakin daha sonra -okuyunca- aslında ne kadar doyurucu olduğunu o zaman anladım.
Hikayeleri okurken genelde kurguya, karakterlere, hikayenin geliştiği ortamın okuyucuya nasıl aktarıldığına bakarım. Lakin bu öyküyü okurken acayip derecede zevk aldım. Dili olsun uslübü olsun, karakterlerin birbirlerine benzememsi ve o zamanki havayı tam olarak bize aktarabilmen olsun her şeyiyle “on numara” tabirine uygun bir nidaya geliyordu.
Bence bu hikaye bir bu kadar daha devam etseydi ve bu yazım tarzından esneklik vermeseydin yine de zevkle okunabilirdi. Özellikle cin olayını, köleyi arka planda tutuşun fakat tam sonunda bizlere tekrar hatırlatışın harkuladeydi.
Tekrar tekrar ellerine sağlık.. 🙂
Çok teşekkür ederim. Bu şekilde bir etki bırakabilmiş olmama sevindim. Esasen şimdi bakıyorum da o zamanın konuşma tarzını tam da iyi yakalayamamış olduğumu görüyorum, özellikle Farsça ve Arapça birkaç söz ekleseydim dönemin Osmanlı havasını yakalamak açısından daha inandırıcı olurdu. Yine de bu tarz bir yorum almak beni çok mutlu etti.