Sevgilisi ile vedalaşmadan yola çıkmasının imkânı yoktu. Gündüzden haber yollamıştı buluşmak için. Teninin kokusunu içine çekip, her zerresine nüfuz ettirmek istiyordu. Uzakta olduğu sırada bu ona güç verecekti. Gece, her zamanki buluşma yerinde beklemeye başladı.
“Hey Alba! Orada mısın?” dedi ince ve yumuşak bir ses.
“Evet buradayım, gel Taya!” dedi Alba, ve ağacın altındaki zifiri karanlıktan çıktı.
Evdekilerin yatması ile gizlice kaçan Taya, sevdiğine kavuşmuştu. İki aşık, el ele tutuşup ay ışığı altında çimenliklere uzandılar. Romantik şiirler ve sarmaş dolaş küçük yakınlaşmalar ile vakitlerini geçirdiler. Su gibi akan zamanı durdurmak mümkün olsa bunun için her şeyi yapabilirlerdi. Fakat bu anlarında sonu gelmişti. Hava aydınlanmaya başlamadan önce dudaklarına kondurduğu son bir öpücük ile Taya’yı evine bıraktı.
İmparatorluk tarafından gelen emir ile Santcus’a gideceklerdi. Kutsal topraklar olarak anılan bu yere yağmacı kabilelerin musallat olduğu bildirilmişti. Şehrine ve küçük kasabalarına baskınlar düzenliyorlardı. Diğer bir kaç şehrin askerleri ile birlikte el birliği yaparak kabilelerin durdurulması istenmişti.
Herkes hazırlığını yaparken, Alba da kendi ve atının gereksinimlerini tamamladı. Üzerine giydiği zırhla diğer askerlerin arasına geldiğinde göz kamaştırıyordu. Öğle vakti gelmeden kalenin kapısı açıldı. Askerler bir düzen içinde çıkmaya başladılar. Alba, yakın arkadaşı Honesto’nun yanına yaklaştı ve atlarını aynı hizaya getirdi. Şehrin içinden geçerken insanlar onları alkışlıyordu. Kalabalığın içinden kendisine elindeki mendili sallayan Taya’yı gördü. İçinde garip bir duygu hissetti. Ona bakarak gülümsedi ve kafası ile selam verdi.
Kale komutanı daha önce gönderdiği ulaklar ile buluşma alanı belirlemişti. Diğer birlikler ile bir araya gelmek için oraya doğru yol alıyorlardı. Gül Şehri’ni geride bırakalı çok olmuştu. Bir süre daha yol aldıktan sonra hedef noktaya ulaştılar. Aydınlık yavaş yavaş yerini karanlığa bırakırken diğer birliklerde geldi. Ateşler yakıp çadırlar kurdular.
Alba, gözlerini ateşe dikmiş oturuyordu. Onu yalnız başına gören Honesto yanına gelerek;
“Dalmışsın Alba. Taya’yı mı düşünüyorsun?” dedi ve elini omzuna koydu.
Alba, onaylar gibi kafasını salladı. İçinden konuşmak gelmiyordu. Taya ile sevgili olduktan sonra ondan ilk defa ayrı kalıyordu. Birine aşk ile bağlanmanın bu denli zor olacağını düşünmemişti.
“Geri döndüğümüzde sizi evlendirelim.” diyerek sırtına vurdu Honesto.
“Dalgınlığı bırak bu iyi değil, tek parça halinde dönmek istiyorsan kendine gel.” diyerek devam etti Honesto ve sırt üstü uzandı.
“Alba, uzan ve şu güzelim aya bak. Taya şu anda seni düşünürken eminim bunu yapıyordur.” dediğinde sonunda Alba’nın yüzünü güldürmeyi başarmıştı.
Sabah erkenden bütün birlikler yola koyuldular. Birçok canlıyı içinde barındıran değişik ormanlardan, coşkuyla çağlayan derelerden, zorlu tepelerden ve ıssız vadilerden geçtiler. Sonunda Santcus’a ulaştılar.
Atların yere vuran nalları, hayalet şehre dönen bu yerin sessizliğini bozdu. Şehrin içinde az sayıda kalmış askerler nöbet tutuyordu. Halk, evlerinden çıkmadığı için sokaklar boştu. Yakılıp yıkılmış ev ve dükkân sayısı az değildi.
Doğruca şehrin kalesine gittiler. İçeriye girdiklerinde kalenin kendini savunacak kadar bile gücünün kalmadığını gördüler. Baskınlarda maddi kaybın yanı sıra birçok asker kaybetmişlerdi.
İlk gün askerler dinlenirken, kale komutanları ve yetkili subaylar zaman kaybetmeden strateji üzerinde çalıştı. Diğer gün harekete geçildi. Küçük kasabalar kendi hâline bırakılmıştı. Öncelikle savunma yapılmalıydı. Bu yağmacı topluluğun onların geldiğinden haberdar olduklarını düşünüyorlardı. Kasabalara ve şehrin önemli yerlerine asker gönderildi.
Alba, yanına verilen askerler ile küçük bir kasabaya yol aldı. Rehberlik yapan yerel asker önden giderken diğerleri arkadan ilerliyordu. Çetin ve engebeli araziyi zorlu bir şekilde kat ederken bir yandan da dikkatli olmaları gerekliydi. Bu şartlara alışık olan ve rahat hareket eden yağmacılar saldırabilirdi.
Olabildiğince sessiz olmaya çalışarak devam ediyorlardı. Ansızın gelen bir ok, rehberlik yapan askeri yüzünden vurdu. Askerler kalkanları ile savunma pozisyonuna geçti. Kasaba ileride görünüyordu. Fakat hareket etmek riskli olabilirdi. Kayaların arkasından kendini gösteren yağmacılar saldırıya başladı. Çember kurup üzerlerine gelenler ile çarpışmaya girdiler. Askerler onları birer birer öldürürken birkaç kayıp verdiler. Alba, arkadan gelen desteği görünce dağılma emri verdi. Aksi takdirde bulundukları yerde öleceklerdi. Yağmacı desteği yetişmeden ikişer ikişer dağıldılar. Herkes bir tarafa kaçtı.
Alba, yanındaki asker ile onları kovalayan kılıçlı, baltalı katillerden kaçıyordu. Amaçları onları diğerlerinden uzaklaştırmaktı. Kasabanın dışında, dağın üzerine yapılmış tapınağa doğru koştular. Kayaların üzerinden hoplayıp zıplarken kuytu bir yerde durdular. Onları görebilecek kimse yoktu. Büyük kayaların çevirdiği bir yerdi burası. İki asker bu üç barbar yağmacıyı kolaylıkla alt edebilecek tecrübedeydi. Oracıkta işlerini bitirdiler. Gizlice aşağıya baktıklarında diğerlerinin hâlâ oralarda olduklarını görebiliyorlardı. Bir süre burada beklemenin doğru olacağını düşündüler.
Tapınağın yanındaydılar. Dışına yapılan taş oymacılığı ile muhteşem ve heybetli duruyordu. Oraya sığınabilirlerdi, ancak ortada bir giriş veya yardım edebilecek kimse görünmüyordu. Riske girmek tehlikeliydi. Hava yavaşça kararmaya başlarken, çıkmak için harekete geçtiler. Fakat adamlar aşağıda ateş yakmış oturuyorlardı. Muhtemelen etrafta daha birçoğu vardı. Gece yarısı onlar uykuya daldığında, karanlıkta gizlice kaçmaya karar verdiler.
Bu tenha yerde ikisi de uykuya yenik düşmüşken, bağırtı seslerine uyandılar. Bulundukları yerden kafalarını dışarıya çıkarıp baktılar. Karanlıktan bir şey görünmüyordu. Ama sesler ateş yakmış yağmacıların yönünden geliyordu. Gelenlerin askerler olduklarını düşünerek temkinli bir şekilde o tarafa ilerlediler. Yaklaştıkça cılız ateşin verdiği ışık ile yerde yatan cesetleri gördüler. Bunlar yağmacılara aitti. Vücutları parçalanmıştı, hayvan saldırısı gibiydi. Askerlere dair bir iz yoktu.
Alba ve yanındaki asker şaşkınlık içindeydi. Bu sırada yaklaşan ayak sesleri duyuldu. Kılıçlarını çekip beklediler. Üzerlerine gelen şeyin ne olduğunu bilmemek, olağanüstü bir korkuya neden oluyordu. Etraflarını saran hırıltılar bu korkuyu zirveye çıkardı. Tuzağa yakalanmış tavşan gibi çaresizce kalakaldılar. Sonunda karanlığın içinden vücudu beyaz, iki pençeli eli ve yine pençeye benzer iki ayağı olan bir yaratık çıktı. Çizgi gibi gözleri, kocaman sırıtır şekilde duran bir ağzı vardı. Sağa sola oynattığı uzun kuyruğu yerine durmuyordu. Diğer taraftan ise sivri dişleri kanla kaplı, toynak benzeri iki ayağı üzerinde duran ve kıllı vücudu ile bir yaratık belirdi. Bir burnu yoktu. Cehennem ateşi gibi yanan gözleri vardı.
Bir müddet korku verircesine hareketsiz duran yaratıklar saldırıya geçti. Alba ve diğer asker kılıçları ile kendilerini koruyordu. Alba, yaratığa bir darbe indirdi. Normalde zarar verici bir vuruştu ve hiçbir şekilde etki etmedi. Daha sonraki denemeleri de başarısız oldu. Kılıç onlara işlemiyordu.
Alba, çarpışma sırasında göğsüne bir darbe aldı. Zırhı kağıt gibi kesildi. Yaratık, çelik gibi sağlam ve keskin tırnakları ile yaptı bunu. Bu sırada beyaz olan, diğer askeri kuyruğu ile çekerek yere düşürdü ve karnına savurduğu pençe ile yaraladı. Alba, ona yardım etmek için döndüğü anda sırtına bir darbe aldı. Beyaz yaratık kuyruğunu askerin ayağına doladığı gibi yanına çekti. Alba’nın bakışları altında onun boğazını kesti. Artık kaçma gibi bir durum söz konusu değildi. Öleceği yere kadar pes etmeyecekti. Hızla savrulan tırnakları bedeninden uzak tutmaya çalışıyordu. Biran boştaki elini kendine siper etti ve yere düştü. Aldığı darbe yaralanmasına sebep oldu. Kolundan kanlar damlıyordu. Tekrar ayağa kalktı. Yaratıklar etrafında dönerken Taya’nın yüzü belirdi önünde. Ölürken son düşündüğü şeyin bu olmasını istiyordu. Gözünden yaşlar akmaya başladı. Fakat o yaşlar henüz yere düşmeden…
‘Hey, yakala bunu!..” diye bir ses duydu.
Havada kendisine doğru gelen parlak bir kılıç vardı. Sağlam kolu ile onu yakaladı. Zorlukla ayakta duruyordu. Bu sırada kıllı yaratığın yere düştüğünü gördü. Kılıcı, bütün gücü ile beyaz yaratığa fırlattı. Saldırıya geçen mahluk kafasına saplanan kılıç ile yığıldı. Beyaz renginin aksine, yüzü siyah bir sıvı ile kaplandı. Alba, kanlar akan kolunu tutarak dizlerinin üzerine çöktü. Kıllı yaratığın sırtından kılıcını çeken bir savaşçı ve cübbeli bir adam ona doğru geldi. Takati kalmayan Alba, onların yüzlerini göremeden bayıldı.
Alba, gözünü açtığında tanımadığı bir yerdeydi. Kolu sarılmıştı. Yattığı yerden doğruldu ve etrafına bakındı. Duvarlar mükemmel rölyefler ile kaplıydı. Dikkatli baktığında kılıçlı adamların, yaratıkların olduğu görülüyordu.
“Demek uyandın asker!” diyerek uzun sakalları ile cübbeli bir adam geldi.
“Neredeyim ben?” diye sordu Alba.
“Tapınaktasın.” cevabını aldığında iki kişi yanlarına geldi.
Bunlar kendisini kurtaran kişilerdi. Sarışın, kısa sakalları ile iri yarı olan o savaşçıydı. Diğer cübbeli ise genç ve temiz yüzlü biriydi.
“İyi olmana sevindik. Tapınağımızın lideri ile tanışmışsın.” dedi genç ve savaşçı da başı ile selamlamakla yetindi Alba’yı.
“Neydi onlar?” diye sordu Alba.
“Normal bir tapınak değil burası.” diye cevap verdi genç.
Rölyeflere doğru giden lider, eli ile işaret etti. Gösterdiği patlayan bir yanardağa benziyordu.
“Uzun yıllar önce, bu tapınağın üzerine inşa edildiği yanardağ patladı. O kadar büyüktü ki çıkan kara bulutlar gökyüzünü kapladı. On yıla yakın dünya karanlıkta kaldı. Kıtlık ve hastalıklar oldu. Sadece bununla kalmadı ve tuhaf yaratıklar meydana çıktı. İnsanlar yavaş yavaş yok oluyordu. Başa çıkılamayan yaratıkları durdurmanın bir yolunu bulamadılar. Bir zaman sonra bu duruma sebep olanın yanardağ olduğu anlaşıldı. Sürekli peyda olmuyorlardı, belli zamanlarda çıkıyorlardı. İşte bu aradaki süreyi kullanan cesur insanlar, yanardağın ateşi ile dövülmüş silahlar yaptılar. Bu işe yaradı ve onları öldürmeyi başardılar. Yine o aralıklarda, yenilerinin gelmesini engellemek için tapınağı inşa ettiler. Çeşitli tılsımlar ile burayı mühürlediler. Kara bulutlar dağıldıktan sonra dışarıda kalan yaratıklar karanlıklara çekildi. O zamandan bu yana çıraklık yolu ile yetişen bizim gibiler burayı bekler. İçeriye girilecek bir kapı yoktur. Sadece bizim kaybolmadan girip çıkabildiğimiz labirent benzeri geçitler bulunur. Dışarıda bu kılıçları kullanan savaşçılar var. Kimseye belli etmeden bu yaratıkları avlıyorlar. Bunları sadece biz ve imparatorluğun başındakiler bilir. Üç değerli savaşçı da tapınakta kalır. Onca yıldır sonları gelmiyor. Özellikle karanlık, ıssız yerlerde insanlara saldırıyorlar. Onları görenler bir daha yaşamadığı için hayvanların yaptığı düşünülüyor.” diyerek her şeyi en baştan anlattı.
Alba, dinledikleri karşısında şaşkına döndü. Aslında rölyefler de sakallı liderin ağzından dökülen hikâyeyi anlatıyordu.
Bir süre daha burada kalan Alba, gitmesi gerektiğini söyledi. Olanların bir sır olarak kalmasını istediler. Hazırlandıktan sonra gözleri kapalı geçide doğru giderken, uzun sakallı lider arkadan seslendi. Geri dönen Alba’ya elindeki kılıcı uzattı.
“Bunu almanı istiyorum. Böyle bir kılıcı kullanmayı hak ediyorsun.” dedi.
Alba, ona teşekkürlerini sunarak hediye edilen kılıcı aldı. Kendisine eşlik eden savaşçı ile şehre doğru yola koyuldu. Ara ara yağmacıların cesetleri ile karşılaşıyorlardı. Bir süre gittikten sonra askerlerin kampını gördüler. Kendi birliğinin adamaları da oradaydı. Daha fazla yaklaşmadan, hayatını borçlu olduğu savaşçıyı selamladı ve ayrıldılar. Yaşadıklarını ve gördüklerini beyninin en ücra köşesine hapsederek arkadaşlarının yanına döndü.
Sevgili @Hasan
Sanırım bu ay bir şekilde öykülerimiz, yanardağın sebep olduğu - aracılık ettiği kötülüğün etrafında dolaşmış. Senin kahramanların yanardağ patladıktan sonra ortaya çıkan şer yaratıklarıyla savaşmış benimkinde ise yanardağın kendisi başlı başına kötülük dolu.
Açıkçası daha fazla alan ve daha çok kelime ile bu güzel ve uzun bir aksiyon-macera öyküsüne dönüşebilir. Kahramanlara gereken alt yapıyı ve kahramanlık yapmaları için gerekli duygusal hazırlığı- nedeni vermiş olduğunu görüyorum.
Eline ve düş gücüne sağlık
Sevgiler
Dipsiz
Selam Dipsiz
YanardaÄı kötülük püskürten bir kapı olarak düÅleyerek, kasap temasındaki “Yolculuk” adlı öykümde bulunan kılıcın neden ve nasıl verildiÄini anlattıÄım bir öyküydü. BaÄlantıyı not düÅmeyi unutmuÅtum. Fakat senin;
yorumunu okumak beni mutlu etti. DeÄerli yorumun için teÅekkür ederim. GörüÅmek üzere