Her şey dünden çok önce, yarından biraz sonra olmak üzereydi. Yanardağ için için kaynıyor, püskürmek için yeterince dolmayı bekliyordu. İnsanlığın aşırılıklarından midesi bulanan dünya bunu hep yapardı. Önce fenalıklara uzunca süre sessiz kalır, sonra insanoğlunun adına deprem dediği kalp çarpıntılarıyla beraber midesini köpürten erimiş kayaları kusuverirdi.
Tam da yüzyıl sonra ruh çiçeği, yine merakına yenik düşerek küllerle örtülü toprağı aşındırmak üzereydi. Böylesine pervasız bir girişim, bağışlayıcı ve bilge ağaçlar tarafından bile ayıplanabilirdi. Tam da yaşamın damarlarına ölüm bulaşmak üzereyken yapılacak en doğru şey yaşanmışlıklara şükretmek ve doğanın hükümlerine boyun eğerek kadere razı olmaktı. Ancak Lankas dağındaki gösterinin doğanın hükümleriyle pek bir ilgisi yoktu. Pek az kişi, ya da bir diğer deyişle pek az büyücü bu deliliğe yeltenen kişinin kim olduğunu biliyordu. İki ayağı ve iki kolu olması dışında kendilerine pek benzemeyen bu adamın birçok adı olmuştu. Adlarının çoğu unutulmuş ya da abartılı dedikodulara dönüşmüştü. Yaşayanlar için o, yeryüzünde yaşayan tek zaman büyücüsüydü. Bu nedenle bir ad alması da gerekmiyordu.
“Tekrar ve tekrar…” Derin bir nefes aldı. “Tekrar ve tekrar…” Bir süredir, gök gürültüsü edasıyla dağın yamaçlarında yankılanan sesiyle aynı şeyi söyleyip duruyordu. Gözlerindeki hare deniz yeşiliydi ve kirli beyaz renkte parıldıyordu. O konuştukça rüzgâr bile farklı şekilde esiyor, güneş farklı şekilde parlıyordu. Birbirinden bağımsız hareket eden kolları sanki gözlerinde çalan besteye söz yazmakla meşgul gibiydi. “Şimdi tam zamanı, ne erken ne de geç. Sana emrediyorum. Karanlığından çık ve aydınlığa gözlerini aç. Yüksel, yüksel…”
Zaman büyücüsü, üç perdelik oyunun henüz başındayken alışılageldik gürültülerin yokluğu hemen fark ediliyordu. Büyücünün efsunlu çığırtkanlığı ise her yerden duyulabilirdi. Zira kuşların çoğu önsezilerine sarılarak Lankas dağını ve adayı terk etmişti. Sessizliğin henüz palazlanmakta olan imparatorluğu, büyücünün histerileriyle coşan sert rüzgârlar tarafından sarsılmak üzereydi.
Derin alınan nefesler büyücünün sarı işlemeli kurşuni yeleğini şişiriyordu. Yelek her genişlediğinde sarı işlemeler büyülü gösteriye renk katarcasına parlıyordu. Kaçabilen canlıların ivedilikle adayı terk etmesinin çok haklı sebepleri vardı. Eğer geride kalanlar kör ya da topal değilse mutlaka deli olmalıydılar. Burnu koku alanlar hiç değilse kanatlarına sinen korkuyu muhakkak duyumsayabilirdi.
“Gözlerini aç. Yüksel, yüksel…” Nihayet kraterin içindeki lav taşmak için ağza iyice yaklaşmışken yağlı ve yapışkan saçları da gayretle dalgalanmaya başlamıştı. Gri duman boğumlanarak ve kendi üzerine tekrar tekrar katlanarak gökyüzüne yükseliyordu. Tuhaf olan ise kızıl toprağın üzerine sis çökmek üzere olmasıydı. Büyücü artık konuşmayı bırakmış, anlamsız kelimeleri eğip bükmekle meşguldü. Beklenmedik sis beklenmedik bir şekilde dağılmaya başladı. Geride kalan öbekler öksüz kalmış çocuklar misali içlerine kapanıyor ve küçülüyordu.
Bir şeyler olmaya başladı. Tuhaflık, olmakta olanları açıklamak için fazla iyimser bir ifadeydi. Olacak olanları açıklamak için ise düpedüz yetersizdi. İsabetsiz olmakla beraber, bu tabloya ürkütücü sıfatı daha çok yaşıyordu. Büyücü asasını yere vurdu. Küller savrulurken yoğunlaştırılmış ve kalbi kaşındıran ses dalgası açık havaya hücum etti. Sanki kadraja yabancı biri dahil olmuştu ve kızıl toprağın üzerine ince, kıvrımlı ve uzun bir yol çizmeye çalışıyor gibiydi. Bu her kimse, bu işlerden anlamadığı besbelliydi. Meydana çıkan yol düzgün olmadığı gibi sarhoş ve fantastik bir köstebeğin gündüz sanrılarının eseri gibi görünüyordu. Diğer yandan gri duman gittikçe daha da yoğunlaşıyor ve kızıl toprağı griye boyama fantezisini gerçekleştirmek üzere daha ciddi adımlar atıyordu.
Büyücü, asasını aynı şekilde defalarca vurdu ve sıkılmaksızın defalarca tekrar etti. Her seferinde anlaşılmaz bazı sesler de bu gösteriye eşlik ediyordu. Aniden zaman durur gibi oldu. Eğer büyücü bahtsız bir mucizeye kurban gitmediyse o sırada duyulabilen tüm sesler aynı anda susmuştu. Sonra kulakları sağır eden bir bağırış ve çığlık fırtınası koptu.
“Zamanı geldi.” Büyücü her ne yaptıysa artık yalnız değildi.
Birkaç metre ötede beliren orta yaşlı bir adam neredeyse alaycı bir gözle büyücüyü süzdü. “Eruha, hiç akıllanmıyorsun.” Ayağıyla önündeki taşa tekme attı. “Taş yine aynı yerinde. Bizler de öyle.” Adam biraz sağa çekildi. Dumanın içinden fırlayıp gelen ufak bir taş ayağının yanına düştü. “Her şey milimi milimine aynı.”
“Devamı aynı olmayacak.”
“Senin için üzülüyorum Eruha. Bu kaçıncı denemen bilmiyorum ama ne kadar denersen dene biz yine sahnede olacağız. Üzgünüm, altı üstü bir zaman-mekan büyücüsüsün. Zamanı tekrarladığında mekanı da kaçınılmaz olarak tekrarlıyorsun. Üstelik ruh çiçeği senden daha farklı bir büyünün boyunduruğunda ve asla onu istediğinde açtıramayacaksın.”
Eruha, çoktan kazanılmış bir zaferin parlaklığını yansıtır gibiydi. “Biliyorum.”
“Biz yine öleceğiz. 712 yılını her tekrarladığında bizi de tekrarlamış olacaksın. Asla bu sahneden bizi soyutlayamazsın. Her mum kendi gölgesini yaratır. Biz her defasında yağan yağmur, akan sel gibi peşinden geleceğiz.”
“Alderak, bunu değiştirmek üzere yoluma çıkmamanı teklif ediyorum sana. Böylece bu sahneden canlı çıkıp hayatına devam edebilirsin.”
Alderak duruşunu bozmadı. “Dünya bensiz de idare edebilir.” Bir an duraksadı. “Sanırım birazdan yanardağı durdurmam gerekecek.”
Eruha’nın gözleri parladı. “Yüzyıldır plan yapıyorum. Her türlü ihtimali defalarca düşündüm. Bana karşı zafer kazanman artık çok zor. Sonsuza kadar denemem gerekse bile yeterince zamanım var. Sense birikmiş kendiliğinin içinde dönüp duruyorsun. Ben seni tekrar var ettiğim kadar buradasın.”
Eruha cebinden uzun zincirli parlak bir sarkaç çıkarıp eline doladı. Alderak bir insanın takınabileceği en ciddi tavrı takındı. Avuçlarını esneterek açtı ve toprağa doğru çevirdi. Görünmez bir cismi aşağıya doğru ittiriyor gibiydi. Eruha sarkacı sallamaya ve büyülü sözleri söylemeye başladı.
Alderak istifini bozmadı. “Asla başaramazsın. Yer çekimi büyüsünü aşıp zamanı ileri sarman mümkün değil.” Lav gerçekten soğumaya başladı ve yukarı doğru kabaracağı yerde isteksizce geldiği yöne doğru alçalıyor gibiydi. Dumanın yoğunluğu bile gözle görülür biçimde azalmıştı. “Ben olduğum sürece asla kazanamazsın. Benimle uğraştığında ise erimiş kaya bir daha eritemeyeceğin kadar soğuyacak ve katılaşacak. Zamanın boyunduruğu buna elverişli değil.”
Eruha sarkacı sallamaya devam ederken küfredecekmiş gibi ağzını açtı ve kaslarını gerdi. “O çiçeği yakacak ve özünü alacağım.”
“O çiçek dokunulmaz Eruha. Senin güçlerinin ötesinde bir çizgide ve onun özünü aldığında neler olacağına dair fikrin yok. Birazcık bile-“
“Yeter artık! Vaazlarını tekrar ve tekrar dinledim. Yüzyıllardır aynı şeyi geveliyorsun. Bense yenilerini öğrendim.” Elindeki sarkacı birden tam tur döndürmeye başladı ve elinden geldiğinde kuvvetlendirdi. Gözlerinden ateş çıksa yeriydi.
“Eru-ha. Ne- yap-tı-ğı-nı-sa-nıy-or-sun?”
“İşte şimdi sen de yeni bir şeyler gevelemeye başladın.” Zaferin çekici arzusu sırıtkan bakışlarının altına usulca sokuldu. “Çok vaktimi aldı ama sonunda antik büyüyü buldum. Zaman kırılması… İhtiyacım olan şey tam olarak buydu. Tüm büyülerin zamanını kıracak.”
Alderak zamandaki kırılmanın farkında bile değildi. Dahası hareketleri ve konuşması da yaklaşık bir saniyede bir kesintiye uğruyordu. “Ne-yd-en-bahs-ett-iği-ni-an-la-mı-yo-rum.”
“Anladığında kaderin değişimine tanıklık etmiş olacaksın.” Eruha’nın büyüsü işe yaramaya başlamıştı. Alderak’ın yer çekimi büyüsü ise etkili olduğu zaman itibariyle Eruha’nın zaman büyüsüne artık denk değildi. Çok geçmeden lav tekrar fokurdamaya başladı ve Alderak’ın endişeli bakışlarının eşliğinde yamaçtan aşağıya dökülmeye başladı. Lavlar, yamacı, kızıl toprağın ihtişamını gölgede bırakacak bir renkle örttü. Etrafı çürük yumurta ile karışık kömür kokusu kaplamıştı. Rüzgârın tekrar sahnede olması Alderak’ın bu kokuyu burnunun en derin köşelerinde bile duymasına neden oluyordu.
Eruha oldukça tatmin olmuş bir şekilde sarkacı hızla sallamaya devam ediyordu. Biraz nefes nefese kalmış olsa da söyledikleri tek parça halinde ve anlaşılırdı. “Sanırım vaazlarına devam etsen şunları söylerdin… İnsanın en kör olduğu yer kendi karanlığıdır. Pişman olacağın şeyleri yapma Eruha. Bazen hak edenler ölür, bazense hak etmeyenler, herkesi kurtaramazsın.” Tuhaf bir şekilde güldü. “Ben kurtarmak üzerine inşa edilmiş bir safsataya sarılmıyorum. İyilik bir düzmecedir. Hayatta kötüler ve daha kötüler vardır. Arzularımın peşinden gidiyorum, hepsi bu.”
Bu kadar gevezeliğin ardından lav ruh çiçeğinin etrafını kuşatmış ve onu kül etmek üzereydi. Ruh çiçeği bilinmeyen bir güç tarafından gözetilmiş hissi veren bir çemberle korunuyor gibiydi. Ancak bu büyü de yerini derin bir başarısızlığa bırakmakta gecikmedi. Çiçeğin özü önce havaya doğru parlak ama küçük bir bulut gibi yükseldi. Sonra da sanki mıknatıs etkisiyle Eruha’nın avuçlarının içine doğru süzüldü. Eruha önce irkildi ardından derin bir hazla kuşatıldığını hissetti. Sarkaç durmuştu ve yer çekimi büyüsü galip gelmeye başladığından, lavlar Alderak’ın uzağında bir yerlerde katılaşmaya ve soğumaya başlamıştı.
Alderak bütünüyle kendisini bir kaosun ortasında bulmuşa benziyordu. “Bunu yaptığına inanamıyorum.” Eruha hipnoza girmiş bir bedende konaklayan muzip bir cin gibi görünüyordu. “Bilinmezliğin kilidini açtın. Sen kesinlikle tanrının yaptığı ilk hata olmalısın! Bir hiç uğruna… Bir hiç uğruna!” Yer sarsılmaya başlamıştı. İşin daha kötüsü bu olanların yer çekimi büyüsüyle hiçbir alakasının olmayışıydı. Önce dağın çevresindeki ovada ağaçlar yıkılmaya ve yeryüzü ters yüz olmaya başladı. Ardından yamaçtaki kayalar kaymaya ve gömülmeye durdu. Alderak dengesini kaybetti ve hemen toparlandı. “Durdur şunu!”
Eruha gerçeklere sağırlaşmış tahta bir kukla gibi bildiğini okumaya ve başladığı işi bitirmeye kararlı görünüyordu. “Hiçbir şeyin bunu durdurabileceğini sanmıyorum. Benim bile.” Yeryüzü daha şiddetli sarsılıyordu. Ani bir kırılmayla Alderak gözden kayboldu. Gerçeklik tamamen değişmişti. Her toprak zerresi havada geziniyor, her yaprak uçuşuyordu. Eruha’nın gözleri lavın kırmızısından esinlenmiş gibi kıpkırmızı olmuştu. Kendisi hariç her şey kendi içine defalarca katlanıp duruyordu. Gürültüler, daha önce dinozorların bile duymadığı cinstendi. Her şey öylesine hızlı yok oluyordu ki sonu belli olmayan deliğe nelerin sığdığını takip etmek mümkün değildi. Çığlıklar, ağlamalar ve haykırışlar belli belirsiz duyuluyordu. Coşkun akan ırmağa düşen yağmur damlası gibiydi hepsi. Orada vardılar ancak bu karmaşanın içinde ancak bu kadar duyulabiliyorlardı. Eruha’nın damarları patlamak üzereyken delik kapandı ve uzay boşluğunda kalakaldı. Uzayın karanlıklar denizinde, yıldızların gücünde parlayan yuvarlak topa baktı ve gülümsedi. Ağzından şu sözler döküldü. “Kimse zamanı bu kadar geriye alamamıştı.”
- Edebiyat Tanrısı - 1 Mayıs 2020
- At, Boynuz, Kartal - 1 Temmuz 2019
- Gecikmiş Ölüler - 15 Şubat 2019
- Zaman Büyücüsü - 15 Ocak 2019
- Dönüşüm - 15 Temmuz 2017
Dünyayı şekillendiren en ilkel gücü, gene dünyayı şekillendirmek ama bu defa tersine işletmek için kullanmak… Enteresan bir fikir.
Gene de, öyküde anlayamadığım bazı noktalar oldu. Zaman Büyücüsü’nün birilerini kurtarmaya çalıştığını sandılar sanırım? Neyden kurtaracağını sanıyorlardı? Tarih boyunca yapılan tüm hatalardan mı? Bu sorunun cevabını tam kavrayamamış olsam da okurken keyif aldım.
Daha önce paragrafları bu kadar ayrık belirlenmiş başka hiç bir öykü okumamıştım. Özellikle başlarda, her paragraf gerçekten de apayrı bir şeyi betimliyor gibiydi. Bunu bir sorun değil, yetkinlik olarak algılıyorum. Gene de, alışkanlıklardan dolayı, paragraf geçişlerinde küçük referanslar aramadım değil.
Birkaç yerde daha kısa ifade edilebilirdi dediğim cümlelere denk geldim. Tabletten yazdığım için alıntı yapamayacağım ama… Zaten hemen her yazıda ne kadar ince çalışılırsa çalışınsın böyleli şeyler olur. O yüzden, sorun değil.
Zamanın kırıldığı sekansta diğer büyücünün sözlerini hecelerle değil de rastgele bölümlemen dikkatimi çekti. Hoş bir ayrıntıydı.
Bu güzel öykü için teşekkürler
Sevgili Selçuk, anlamamak konusunda haklısın. Zira anlaşılır yazmamışım. Öykülerim ne yazık ki aceleye geliyor. Bu durumu bir türlü çözüme kavuşturamadım. Hatta bu öyküyü son gün gece 23.30da falan tamamlayabildim. Bu bir bahane olmaktan öte bir hayıflanış. Aslında zaman büyücüsü kaybettiği birini kurtarmaya uğraşıyor ancak zamanı her tekrarlayışında, başarısızlığa uğradığı sahne de bire bir tekrarlanıyor. Zaman büyücüsü yapabileceği tek şeyi yapmaya çalışıyor ancak sonuçlarını o da bilmiyor. Bir nevi kumar oynuyor ve sonucunda amacıyla örtüşmeyen bir senaryo türüyor. Kimseyi canlandıramadığı gibi bir de herkesi, her şeyi yok ediyor. Lakin elde ettiği bu yıkıcı tanrısallık ona doyumsuz bir haz veriyor. Kapanışı da o şekilde gerçekleştiriyor.
Hakkıyla eleştirdiğin için teşekkür ederim. Sağlıcakla.
Sevgili @Aremas,
Öncelikle günlük hayatta az kullanılan kelimelerin, ustaca harmanlamasına ve iğreti durmadan, birbirini tamamlamasına bayıldım.
Birilerini geri döndürmeye çalıştığını açıkçası bende kavrayamadım. Ama her şeyi yok etmiş olması ve zamanda o kadar geriye gidebilmesi gerçekten hoş bir final.
Ellerinize sağlık, görüşürüz diğer seçkilerde.
Bir sonraki katılımımda vakit bulabilirsem daha geniş bir aktarım sunacağımdan şüpheniz olmasın. Teşekkürler.
Merhabalar,
Öykünüzdeki betimlemeleri çok beğendim. Benim sevdiğim ve aradığım tarzda betimlemeler var gerçekten. Bazı cümlelere özellikle harikaydı. Sonuna dek acaba nereye bağlanacak diye merak ederek okudum fakat sona doğru fazla aceleci geldi. Olayların bağlandığı kısım daha detaylı ve oturaklı bir anlatımla çok daha etkileyici olabilirmiş. Kaleminize sağlık.