Öykü

Derin Bir Uyku ve Sahte Rüyalar

Gözlerini açtı Tuhaflık; unutulduğu ve hatırlanmak istediği yerde.

Donuk gözlerle izlemeye başladı yeniden siyah gökyüzünü. Kızıl Dolunay ve etrafındaki sayısız yıldız, her zaman gözüne çok eğlenen bir arkadaş grubu gibi gözükmüştü. Hala öyleydi. Değişen hiçbir şey yoktu Tuhaflığın hayatında. Sanki, kendisi hiç var olmamış gibi; her şey aynı.

Gözlerini karşısındaki geniş yola çevirdi ve Geçit Töreni’ni izledi. Hafif kamburlaştı ve sağ dirseğini dizine dayadı; çenesini de avcuna. Cadıların yönetimi 746. yılına gelmiş, kutlanıyordu. Peki kendisi bunu kaçıncıya aynı yerde, aynı şekilde izliyordu?

Yerden 3 metrelik yükseklikte uçan sayısız cadı kusursuz disiplin eşliğinde yavaşça ilerliyor, kimisi yolun kenarlarında, kimisi yüksek yerlerde, kimisi evlerin camlarında toplanmış insanları selamlıyordu. Hepsinden yüksekte uçan bir cadı vardı. Kraliçe’nin en sevdiği, sağkolu ve eski dostu.

Hayaletimsi beyaz tende karanlığın kendisi gibi gözüken görkemli, uzun siyah saçlar. Küçük, soluk dudaklar; çok az açılan ciddi ve somurtkan bir ağız. Hafif kalkık, kibar görünümlü bir burun. Soğuk, gümüşümsü gri gözler; derin bir dünya barındırırcasına dalgın, düşüncelere dalmışçasına uzaklara bakıyor. Uzun, özenle tasarlanmışçasına kusursuz bir vücut. Sadece hayallere yakışan, güçlü bir kadın izlenimine sahip, kusursuz bir tablonun gece vakti parlayan Güneş’i.

Tam anlamıyla bir sanat eseri.

Bir kez daha, aklından aynı şeyler geçiyordu Tuhaflığın. Kaç oluyor bu? Saymayı bırakmıştı. Ve ilk kez, monotonlaşmış bu döngüde bir değişiklik ortaya çıktı. Kaçabileceği bir çatlak. Kraliçe’nin sağkolu, hayranlık uyandıran soğuk gözleriyle ona bakıyordu. Uzunca bir süre birbirlerine baktılar. Sorulmamış soruların cevaplarını, eksik anıları arıyorlardı sanki. Tamamen anlamsız. Derken, cadı yavaşça süzülerek, etraftakilerin merak dolu bakışlarına aldırmadan Tuhaflığın yanına geldi. İlgi tekrardan Geçit Töreni’ne çevrildi. Yolda yürüyen birçok balkabağından pırasa bacaklara sahip olacak kadar talihsiz ve kusurlu olanı kendisini taşıyamamış, bacakları kırılmıştı. Takım elbise ve fötr şapkalı, her biri 50 santim boyundaki fare grubu hemen duruma el atarak balkabağını yoldan kaldırdılar. Kahkahalar. Kulak tırmalayan boş kahkahalar.

“…Daha ne kadar öyle oturacaksın?” diye sordu cadı duygusuz, buz gibi bir sesle. Tuhaflık çenesini avcundan ayırmadan, bakışlarını yukarı çevirdi ve tam önünde duran cadının gözlerine baktı. Ardından istemsizce vücuduna; ve bakışlarını başını yana eğerek Geçit Töreni’ne çevirdi. Anlamak istemediği sebeplerden dolayı sıcaklamaya ve terlemeye başladığını hissediyordu.

“Ne demek istiyorsun?”

“Hm? Saymayı bıraktın mı yoksa?”

“…”

“73.”

“…Olabilir.”

“Ah, demek farkındaydın.”

Tuhaflık konuşmadan hoşnut olmadığını belli edercesine bir ses çıkardı. 73 yıldır aynı yerde, aynı şekilde oturarak Geçit Töreni’ni izliyordu.

“Madem biliyordun, neden hala buradayım? Sayın ‘Tuhaflıklar Rehberi Başkanı’?”

Son sözlerini vurgulayarak, yüzünde küstah bir gülümsemeyle söyledi. Yaptığı tamamen anlamsız olmasına rağmen, sonunda değişen monotonluğun getirdiği heyecanla ne yapacağını tam olarak bilemiyordu.

“Sorumluluğunu kendi üzerime aldım.”

“…?”

“Biliyorsundur, Kraliçe’nin zamanında birçok Tuhaflık kölesi olduğu söyleniyor. Neden benim de olmasın ki?”

“Hah. Tuhaflıklara öbür tarafa gitmeleri için rehberlik etmeniz gerekmiyor mu? Kölelikte nereden çıktı şimdi?”

Biraz öfkelendiği ve hevesinin kaçtığı belli oluyordu. Aniden asılan yüzü karşısındaki cadıyı fark edilmesi çok zor bir şekilde, sessizce gülümsetti.

“Beni izle.” diyerek birkaç adımda hemen arkada bulunan labirentimsi ara sokaklara daldılar. Taş evlerin arasından cadı ustalıkla, bir saniye bile duraksamadan hızla avının kokusuna kilitlenmiş bir avcı gibi ilerledi. Tuhaflık ise takip etmekte zorlansa da, kaybolmamayı başardı.

Eski, kirli bir arka mahalleye geldiler. Evler tamamen boş, yaşamdan ise iz yoktu; herkes, her şey Geçit Töreni’nde. Cadının iki merdiven çıktıktan sonra tahta kapıyı açarak girdiği ev ise diğerlerinden pek farklı gözükmüyordu. Siyah lekeli gri taşlardan yapılma, sıradan bir evdi. Kraliçe’nin sağkolunun böyle bir yerde yaşıyor olabileceğine inanmakta güçlük çekse de, yapacak daha iyi bir şeyi yoktu. Kendisi de içeri girdi.

Dışarıdan gözüktüğünün aksine fazlasıyla temiz, az eşyalı ve ferah bir evdi. Yerdeki pürüzsüz taşların üzerine tek renkli, desensiz yün kilimler sermiş, şık bir görüntü oluşturmuştu. Koyu mor perdeler sayesinde ev aydınlanmıyordu ve tek ışık kaynağı da havada süzülen kurukafaların yaydığı morumsu koyuluktaki ışıktı. Çeşitli yerlerde kategorilere ayrılmış birçok kitap bulunuyordu. Birkaç köşede bulunan ufak masalarda ise tütsüler ve hemen üzerlerine asılmış gizemli ve karamsar bir hava yayan tablolar… Tütsülerin yanındaki çikolata çöplerine aldırmadı bile. Geniş salonda karşılıklı tek kişilik iki koltuk ve ortasında bulunan küçük, gövdesi ölmekte olan bir ağacın dallarını ve yukarı çaresizlik içinde uzanmakta olan insanların ellerini andıran rahatsız edici, ama ilgi çeken bir sehpa bulunuyordu. Cadı oturdu ve Tuhaflığı da karşısına davet etti. Ikisi de yerleştikten kısa süre sonra yamalı, elle yapılmış iki oyuncak yarasa sıcak, zencefilli çay getirdi; düşmek üzereymiş gibi zorla, yalpalayarak uçuyorlardı. Cadı zevkle bir yudum aldı. Yüzündeki ifade biraz daha yumuşamış gibiydi. Evi olduğu için sanırım diye düşündü Tuhaflık ve yandan, yavaş yavaş etrafa baktı. Gözleri kurukafalara, ağız ve gözlerinden yayılan ışığa takıldı. Estetik anlayışından rahatsız olmuş gibi değişik bir bakış attı cadıya.

“Tuhaflık Rehberleri tam olarak ne yapar, biliyor musun?” diye sordu aniden cadı çayından bir yudum alırken, anlam verilemeyen hevesli bir bakışla. Tuhaflığın sorgulayan bakışını tamamen görmezden gelmişti.

“…Tuhaflıkları öbür dünyaya…götürür?”

Biraz bekledi cadı ve sessizliği yüzünden cevabından şüphe duymaya başladı Tuhaflık. Bir yudum daha aldıktan sonra bardağı geri koydu ve Tuhaflığa baktı.

“Doğru.”

“…”

Neden bu kadar bekletti?

“Peki ya Tuhaflık tam olarak nedir?”

“Ölümünün ardından ait olduğu bir yer bulamayan…ruhlar?”

“Evet. Tuhaflıklar, ölümlerinin ardından iki yerde de kendisine ait bir yer bulamamış zavallı ruhlardır.”

Cadının tavrını beğenmeyerek suratı asıldı ve kaşları çatıldı. Cadı bu sefer daha belirgin bir şekilde gülümsedi. Zevk alıyordu; Tuhaflık ise bu yüz ifadesini ilk kez görüyordu.

“Kölem olmak ister misin?”

Heves, anlamsız bir heves. Soğuk gözlerde ise, derinlerde saklı bir dilek.

“…Ne?”

“Hm? Algıda mı sorunun var, yoksa duymada mı?”

“D-Dur bir dakika. Köle? Bana da tıpkı diğer Tuhaflıklar gibi öbür dünyaya rehberlik etmen gerekmez mi?”

“Belki. Ama bu genellikle diğer Rehberlerin işi. Ayrıca, Kraliçe’nin Tuhaflık köleleri olduğunu söylememiş miydim?”

“…Ne kadar saçma bir mantık. Bütün Rehberlerin başındaki kişi sen değil misin?”

“Evet. Ama iyice düşün. Bence gayet mantıklı. Mesela, söylesene, neden diğer cadılarla, diğer Rehberlerle aynı seviyede olmam gerekiyor? Kraliçe’den sonra en kudretli cadı benim, değil mi? Neden bir Tuhaflığı kölem olarak almamda sakınca olsun? Bu lüksü hak ediyorumdur sanırım. Sence de öyle değil mi?”

Tuhaflık cevap veremedi. 73 yıldır izlediği soğuk, cansız ve somurtkan cadı, bir anda hayata yeniden dönmüş gibi hızla, derinlerde saklı bir hevesle konuşmaya başlamış, soğuk gözleri canlanmıştı. Tuhaflık, hayranlık içerisindeydi. Karşısındaki güzelliğin değerini yeni fark etmeye başlıyordu sanki. Aynı esere farklı bir bakış açısıyla bakıyormuş gibi hissetti kendisini. Gözleri cadınınkilerle buluştu, öylece baktı.

“…Yüzümde bir şey mi var?”

“Hayır…hayır. Sadece…anlamıyorum… Köle? Tam olarak neyden bahsediyorsun sen? Bir Tuhaflık ortaya çıktığı zaman en fazla 24 saatte onu öbür dünyaya götürmeleri gerekir. Ama ben 73 yıldır burada, aynı yerdeyim ve sorumluluğumu da sen üstlenmişsin. 73 yıl…neyi bekledin ki?”

“Seni izliyordum.”

“Beni?”

“Evet. Bütün bunları bilmene rağmen, yerinden hiç ayrılmadın ve 73 yıl orada öylece oturdun. Normalde, bir Tuhaflık olduğunu fark edenler hemen Rehberlere ulaşırlar. Neden? 73 yıl…neyi bekledin ki?”

Düşündü. Kendisine asla sormak istemediği bir soruyla karşı karşıyaydı. Neyi beklemişti? Hatırlanmayı…? Kalbi göğsünü delip geçerek, deliler gibi dışarıda koşturmak istiyormuş gibi hızla atıyor, sesi kulaklarında, zihninde yankılanıyordu. Midesi bulandı ve başını elleri arasına alarak gözlerini yere dikti. Şaşkındı. Bütün dünya dönmeye ve diplere saklanmış, itilmiş anılar acı vermeye başlamıştı aniden. Anılar? Neyin anıları…? Cadı şefkatle gülümseyerek kalktı ve yanına yaklaştı. Eğilerek, narin eliyle Tuhaflığı çenesinden hafifçe tutarak başını kaldırdı ve gözlerine baktı derinlemesine. Tuhaflık, ölmeden önce ve sonrasında tam olarak hissedemediği bir şey hissetti o gözlerde. Vücuduna alışık olmadığı, iç ısıtan bir sıcaklık yayıldı. Sevgi…

Ardından cadı, tiksintiyle konuştu; kelimeleri sanki yaşıyormuş gibi, Tuhaflığı delip geçerek kalbinde şiddetle, acımasızca yankılandı.

“Kimse seni hatırlamıyor. ‘Sen’ diye birisi artık yok, biliyorsun. Tam olarak çaresizce neyi bekledin?”

Ve sevgi, yerle bir oldu. Kalbi ucuz bir cam gibi kırılmış, pes ederek atmayı bırakmıştı. Varlığı ayaklar altına alınmış, ezilmişti. Bulanıklaşmış, ıslak gözleri bir anlığına cadının kocaman sırıttığını görür gibi oldu. Evdeki bütün hava değişmiş, Tuhaflığın nefes almasını zorlaştırmaya başlamıştı. Tütsüleri düşündü bir an. Acaba ne tür etkileri vardı? Dehşete kapıldı. Kalbinde oluşan kırıklardan korku ve çaresizlik içeri akın ederek titremesine sebep oluyordu.

Koltuktan bir şekilde düşmeyi başardı ve gözlerini hızla silerek bir kez daha cadıya baktı. Yüzünde boş bir merak, gözlerinde ise yoğun bir karanlık hissediyordu.

Zihni tamamen korkuyla dolu ve boş olmasına rağmen, dudakları aralandı titreyerek; bir şeyler söylemek istiyormuş gibi. Sesi çıkmıyordu. Yutkundu ve tekrar araladı dudaklarını ve daha tepki veremeden, nefesi kesildi. Dudaklarına yumuşak bir şey bastırıyor, sersemlemiş zihnine hoş bir çilek ve çikolata tadı yayılıyordu. Vücudu parmak uçlarına kadar karıncalandı ve yavaşça, tamamen yere düştü; uzandı. Tüyleri diken diken olmuş, parmaklarını bile hareket ettiremeyecek kadar yorgun, heyecanlanlı ve şaşkındı. Bir an bu kadar duyguyu bir arada yaşadığı için patlama ihtimali olup olmadığını düşündü saf bir çocuk gibi. Sonra, bıraktı kendisini. Burnunu dolduran nane kokusu ilginç bir nostalji hissi veriyordu Tuhaflığa. Uykuya dalmak istedi ve aniden, nefes alabildiğini fark ederek gözlerini açtı. Cadı, Tuhaflığın üzerinde işaret parmağını hafif aralanmış dudaklarında tadını almak istercesine gezdirip, derin ve ağır nefesler alarak oturuyordu. Soluk teni çok daha canlı gözüküyordu.

“…Ve seni eşsiz yapan da bu.”

Zevkten ve heyecandan titreyen eşsiz güzellikteki yumuşak tek tonlu kısık ve soğuk sesi, değerlisini arzulayan genç bir kadının şehvet dolu gözleri; sergilediği görüntü ile bir erkeği delirtecek kadar gerçeklik dışıydı bütün varlığı. Tuhaflık içgüdülerine yenik düşerek yarı oturur pozisyonda doğruldu hızla ve bir kez daha sarıldı cadıya; çilek ve çikolata tadı için. Ardından, hilal şeklindeki küpelerin gözüne vuran parlak ışığına aldırmadan, uykuya daldı.

 

Geçit Töreni yarılanmış, Kızıl Dolunay’a doğru sevinç dolu çığlıklar eşliğinde yürüyüşü yapan balkabakları sırayla iki ayak üzerindeki palyaço kılıklı kurtlar tarafından ateşlenmeye başlamıştı. Belli bir yüksekliğe ulaşınca patlayan balkabaklarının içinden saçılan ışıltılı mor tozlar, artık düşünmeyi bırakmış saf insanların her yıl en büyük eğlencesiydi. Hipnoz olmuş gibi izliyorlardı her bir toz tanesini gökyüzünde ışıldarken.

Dünyanın gürültüsüne aldırmadan, sessizlik içinde dışlanmış olmasına rağmen, tamamen ayrı bir evreni yaşıyormuş gibi bir kez daha oturuyordu Tuhaflık; hatırlanmak istediği, unutulduğu yerde. Yanında ise 73 yıl önce gördüğü o soğuk ve sadece bakışlarıyla cesaret kıran kusursuz cadı.

Dizlerine yerleştirdiği kollarına çenesini dayayarak başını hafifçe cadıya çevirdi Tuhaflık. Kurtulamadığı nostaljiyi bir kez daha hissetti gözlerine bakarken. Ama bir kez daha, cadı çok uzaklara, çok derinlere bakıyordu. Tuhaflık tekrardan doğrularak Geçit Töreni’ne baktı, derin bir nefes verdi.

“Peki…şimdi ne olacak?”

“İşlemleri çoktan hallettim. Birazdan ‘ait olduğun yer’e gideceksin.”

“Hmm…”

Ait olduğu yer? Gideceği yeri düşünürken, gözüne bir şey ilişti. Rahatsız olup geriye attığı saçları, kulağındaki hilal şeklindeki küpeyi açığa çıkarmıştı cadının.

Tuhaflık, hayattan koptu bir anlığına ve zaman hiç ilerlemiyormuş gibi durdu onun için. Rüzgar sessizleşti, alkışlar ağırlaştı, balkabakları havada durdu. Tuhaflık olduğunu fark ettiğinde ve yıllarca öylece oturup ne yaptığını bilemediği zamanlarda içinde bulunduğu çukurdan daha farklı, daha karanlık bir çukura düştüğünü hissetti. Zihninin çok, çok derinlerdeki anıları şiddetli dalgalar halinde Tuhaflık olduğu zamanda oluşmuş duvarlara vuruyordu. Neydi? Neydi bu anılar? Cadıya baktıkça hissettiği…dudaklarının buluştuğu ilk andan beri hissettiği bu nostalji ve huzur…?

 

“Hm? O kadar güzel mi cidden?”

Anılarındaki silinmiş bir yüz sordu sevecenlikle küpesine dokunarak. Kim?

“Evet! Her zaman olduğu gibi, yine çok güzelsin!”

Neşeyle bağırarak cevap verdi tanımadığı bir çocuk sesi ve silinmiş yüzün gülümsediğini hissederek, neşeli çocuğun saçlarını karıştırdığını gördü.

Kendisini ait hissedemediği anının içinde, gözleri hevesle parlayan çocuğun yüzüne baktı Tuhaflık. Kim…?

 

Hayattan kopmuş gözleri hala cadıya odaklanmışken, cadı ağlamaklı gözlerle onu izliyor, 73 yıldır hep olduğu gibi, tekrardan sabırla bekliyordu Tuhaflığın uyanmasını.

İçindeki kimseyi tanımadığı anılar karanlık çukurda kalbine, benliğine vuruyor, Tuhaflığa delirtecek kadar büyük bir acı veriyordu. Bunlar…kendi anıları mıydı?

Tuhaflığın nefesi kesildi. 73 yıl neyi beklemişti? Hatırlanmayı mı, hatırlamayı mı? Unutulmakla birlikte, unutmuştu da. Kendisini bir ‘Tuhaflık’ olarak eşsiz yapan şey buydu. Peki ya cadı? Onun hakkında hiçbir şey hatırlayamıyordu ve en çok acı veren de buydu; saçma hayatının en önemli parçası, mutluluğu olduğunu hissetmesine rağmen, hatırlayamıyordu. Karanlık çukurda küfürler etmeye başladı kendisine ve aptallığına. ‘Kendisini’ unutan bir Tuhaflık… Ne kadar da saçma.

Ve beklediği yer. 73 yıldır ne yaptığını bilmezken, sanki oraya aitmiş gibi hep orada beklemişti. Beklediği yer… Hatırladı. Birisi tarafından fazlasıyla sevilmek ve nefret edilmek; sevgiyi ise çarpık bir şekilde, normalden en uzak haliyle hissetmek, aralarındaki mesafeyi çok yakından yaşamak.  ‘Anne’ denilen kişi ile aynı gün, ‘Anne’ tarafından öldürülmek… Öfkesi tarafından hala acı çekmek. Güldü. Yavaş, kırgın bir ton. Ardından sesi saniyeler geçtikçe, nefesi bitene kadar yükseldi; nefret ve öfke. Daha da arttı sesi, kahkahalar açığa çıktı; korkutucu ve anlamlı. Kıvranıyordu Tuhaflık çukurda; patlamak üzereymiş gibi hissederek, acı ve üzüntünün içinde. Güzel duygulardan neredeyse tamamen yoksun bir yaşamın bütün anıları ve duyguları, tek bir anda yükleniyordu kırılgan, boşta gezen, hiçbir yere ait olmayan zavallı bir ruha.

Cadıyı hatırlayamıyordu.

Tuhaflık başını kollarına dayadı ve bir paket gibi kıvrıldı oturduğu yerde. Cadı hala onu izliyor, nefesini derinlerdeki dileğinin gerçekleşmesi umuduyla tutuyordu. Sayısız maske ile yaşayan birisi olarak, ne kadar gerçekçiydi duyguları Tuhaflığa göre? Heyecanlıydı kendisi. Şaşkındı bu haline ama, başından beri Tuhaflık bütün bu dünyada, nefes alınan her yerde ve herkesin içinde, sevdiği tek kişiydi. Gözlerini değerlisinden ayırmadan, bekledi. Maskeler, birbirinden farklı sayısız maskeler…

Zaman, fazlasıyla acımasızdı ve Tuhaflık silinirken, cadının gözyaşları son umudu ile birlikte akıp gidiyordu kalbinden. Kendisini bir kez daha zorladı cadı.

Tuhaflık, başını kaldırdı ve önce gökyüzüne baktı; son bir kez daha aklına kazımak ister gibi, garip bir özlem vardı gözlerinde. Ardından, yavaşça döndü cadıya. Ağlamaktan kızarmış gözleri, titreyen dudakları; eski masumluğu vurmuştu yüzüne Tuhaflığın. Bir anlığına yeniden umutla parladı cadının yüzü; ama ardından tutamadı kendisini daha fazla, gözyaşları taştı en sonunda. Tuhaflığın ilk günkü karmaşık duyguları ile dolup taşan yüzünü, günlerce durmaksızın ağlayışını hatırladı.

Cadı sınırına dayanmıştı.

Son ana kadar baktılar birbirlerine. Eksik ve eski, yeni ve yeniden oluşmuş duygular ve anılar ile, sadece baktılar. En sonunda, bütün yüklerden arınmış, temiz ve içtenlikle dolup taşan, cadının kalbini yerle bir eden kelimeler dökültü Tuhaflığın ağzından.

“Özür dilerim…”

Hatırlayamamıştı.

Ve Tuhaflık kaybolduğunda, cadının uzattığı titreyen eli, boştaydı. Havada kaybolan ışıltılar, geriye kalan tek şeydi artık. 73 yıl neyi beklemişti kendisi? Neyden korkmuştu? Bütün bunları son ana kadar düşünmek bile istememiş ve düşünmemiş, derinlere itmişti. Şimdiyse… Boştaki elini kalbine götürerek, pişmanlık ve kendisine olan öfkeyle yanıp tutuşan kalbine bastırdı.

“…Teşekkürler.”

Daha fazla oynayabilirdi.

 

Sonsuzlukta durgun bir denizmiş gibi yavaşlamış kalbi ile süzülüyordu Tuhaflık bir hedefi olmadan. Annesi aklına geldi, hatırlıyordu. Ona söz verdiği sessizliği düşündü; ama kendisi yoktu. Neden gözleri Tuhaflığı görmezden geliyordu? Neden annesi yavaşça kayboluyordu? Yüzünü hatırlayamıyordu. Daha önce hiç görmemiş gibi, artık hiç hatırlayamıyordu. Bütün bunları düşünürken çok dolu hissetti kendisini Tuhaflık ve kulak tırmalayan bir çığlık işitti.

Uyandı.

Sonsuzluk iyice kararmaya başlamışken, çığlıklar daha da arttı. Kimseyi göremiyordu. Panikledi ve hareket etmeye çalıştı; başaramadı. Zincire dönüşen yalanlar, ilerlemesine izin vermiyor, zorla geçmişine; hatırlamak istemediği, unuttuğu, acı dolu geçmişine baktırıyordu. Tuhaflık, başından beri ailesiz, kokuşmuş, sevilmeyi hak etmeyen bir yetimdi. O zaman, bütün bu anılar…?

“…Tütsüler?”

Pes ederek zincirlerin eline bıraktı kendisini çaresizlik içinde. Sonsuza dek kilitli kalacaktı Tuhaflıkların cehennemi olan Sonsuzlukta. Kendisini unutmuştu. Hatırladıkları ise kendisine ait olmayan, sıradan rüyalardan ibaretti sadece. Gerçek ve sahte anılar ile durmaksızın yüzleşecekti artık. Bir cesetten farkı bile yoktu. Hiçbir yere ait değildi Tuhaflık, diğer herkes gibi.

Yüzmeli mi, batmalı mıydı bu karanlık denizde? Yoksa basitçe, kaybolmalı mıydı?

 

Başını kaldıramayacak kadar ağır hisseden cadı, önünde süzülen kalın deftere bakacak gücü kendisinde bulamıyordu. Bir kez daha teşekkür etti ve sınıra dayanmış maskesi, sonunda çatladı. Insana ait olmayan bir kahkaha yükseldi ağzından. Bütün bu sahte duyguları ona yaşattığı için tekrar, tekrar ve tekrar teşekkür etti Tuhaflığa. Böyle kutsal bir günde bundan daha iyi bir eğlence düşünemiyordu bile. Acaba duyguları Tuhaflık için ne kadar gerçekçiydi? Uykuya dalmış bir ruh için hazırladığı rüyalar ne kadar tatmin ediciydi? Uyandığı zamanki çaresizliğini göremeyeceği düşüncesi cadının kalbini pişmanlık ile doldurdu. Ardından tekrar kahkaha attı. 73 yıl boyunca Tuhaflığın bekleyişi de oldukça hoş olmasına rağmen, Kraliçe’den azar işittiği için daha fazla zaman harcayamamıştı.

Tüyden kalem söylenecek şeyleri yazmak için hazırda bekliyordu. Atılan son balkabağı patladığında, gökyüzünde bir yazı açığa çıktı ve insanlar coşkuyla komut verilmiş gibi alkışlamaya başladı.

“Ardında anılar bırakamamış, hatırlanmayan bir yaşam, asla var olmamıştır.”

            Cadı, yüzünde tatmin olmuş bir ifadeyle parmak uçlarına yüklenerek zevkle gerindi ve neşeyle kalemi okşayarak fısıldadı.

“746. Cadılar Bayramı – Son ana kadar uyuyan bir Tuhaflık, değerli rüyaları ile Hiçliğe kucak açtı.”

Derin Bir Uyku ve Sahte Rüyalar” için 7 Yorum Var

  1. Merhabalar. Öncelikle kurmuş olduğunuz dünya ilginç olmuş. Bana göre, anlatımınız ile de okuyucuyu bu dünyanın içine çekmeyi başarmışsınız. Ayrıca emek verilmiş bir metin olduğu açık. Akıcılık problemi de pek yok gibi geldi bana. Yoğun duyguları, güçlü bir dille ifade etmeyi başarmışsınız. Yalnız bir ayrıntı dikkatimi çekti; bu seçkide yer alan diğer ilginç cadı tasvirlerine bir yenisini daha eklemişsiniz. Cadıyı öyle betimlemişsiniz ki gözümde bir türlü cadı olarak canlandıramadım, güzel bir manken figürü çıkıyor karşıma 🙂
    Şimdi hoş görünüze sığınarak birkaç eleştiri getirmek istiyorum. Söylediğim gibi kurduğunuz dünyaya başlangıçta girmeyi başardım ama bir yerden sonra kayboldum 🙂 işler fazla soyutlaşmaya başladı ve ben öyküden koptum. Dolayısıyla yoğun duygusal bölümlerde aktarılmak istenen hissiyattan da uzaklaştığımı gördüm. Belki tekrarlardan kaçınarak, yalın bir dil kullanmak suretiyle daha etkili ve okuyucuyu sürükleyen bir metne ulaşmanız mümkün olabilirdi.
    Öte yandan diyaloglar biraz muğlak ve akıcılığı bozan bir havadaydı. Belki üzerinde biraz daha durulabilir. Bir arkadaşımızın önerdiği gibi belki yüksek sesle okuyup kontrol edilebilir.
    Tabii bunlar tamamen benim amatör değerlendirmelerim. Umarım yanlış anlaşılmaz. Tebrikler..

    1. Eleştiriniz ve güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Nasıl olsa yaşça henüz küçüğüm ve buraya yazma sebebim de eleştirileri görmek, başarabilirsem de kendimi geliştirmek. Tekrardan, teşekkür ederim.

  2. Merhaba, “t.tevfik”in yorumuna harfiyyen katılıyorum, çok güzel incelemiş öyküyü. Açıkçası dili, kelimeleri güzel kullanıyorsunuz. Önceki öykünüzden ve bu öykünüzden çıkarabildiğim kadarıyla sembolizmi seviyorsunuz. Kaleminize sinen şiirsellikten de anlamak mümkün bunu. Ama bir öykünün olmazsa olmazlarından birisi de akıcılık fikrimce. Nihayetinde öykü kısa bir tür. Okurun dikkatini çekmek için sayfalar dolusu girizgah yapamayız roman gibi. Roman buna müsait ama öykü değil. O sebeple öykü baştan sona metaforla dolu olsa bile okur o öykünün ne anlatmak istediğini anlayabilmeli. Öykünüz okuyunca çok hoş geliyor dile hakimiyetinizden ama anlatmak istediğini anlayamadığım için geride bir şey bırakamıyor bende. Biraz daha açık anlatım, biraz daha sadelik öyküyü bu açmazdan kurtarır bence.

    “Güldü. Yavaş, kırgın bir ton. Ardından sesi saniyeler geçtikçe, nefesi bitene kadar yükseldi; nefret ve öfke. Daha da arttı sesi, kahkahalar açığa çıktı; korkutucu ve anlamlı. Kıvranıyordu Tuhaflık çukurda; patlamak üzereymiş gibi hissederek, acı ve üzüntünün içinde. Güzel duygulardan neredeyse tamamen yoksun bir yaşamın bütün anıları ve duyguları, tek bir anda yükleniyordu kırılgan, boşta gezen, hiçbir yere ait olmayan zavallı bir ruha.” / Usta işi ifade, çok güzel.

    Kaleminize kuvvet.

    1. Bu ikinci öykümü de okuyup, yorum yaptığınız ve eleştirinizi sunduğunuz için çok teşekkür ederim.

  3. Merhaba, öykünüzü birkaç gün önce okudum ancak yorumu şimdi yazabiliyorum. Kelimeleri güzel seçmişsiniz. Betimlemleriniz iyi ancak betimlemeleriniz biraz uzun olduğu için akıcılığı aksatıyor. “Tuhaflık” kelimesini ard arda çok kullanmışsınız okurken rahatsızlık verdi biraz. Ben de ard arda kaş kelimesini kullanarak akıcılığı bozmuşum.

    Elinize sağlık güzel çalışma olmuş. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *