Öykü

Kan Davası

Yeryüzünün en güzel renklerinin, en çirkin ve en kasvetli duygular ile tanıştığı gece başlamış tüm hikaye. Annem ne zaman bu konudan bahsetmeye başlasa, böyle ifade ediyor en azından. “Bundan 400 sene kadar önce büyük büyük büyük ve birkaç tane daha büyük ekleyerek ifade edilebilecek olan büyük büyük büyükbabanın işlediği bir günah kendisinden sonraki bir diğer günahı tetikledi. O günah diğerini, diğeri bir ötekini ve derken yüzyıllar sonra sıra sana kadar geldi. Kan davası diyorlar bu işin adına. Şu ana kadar bizden yüz kırk üç, onlardan yüz kırk iki. Ne yapalım, kaderimiz böyleymiş,” diye de devam ediyor. Artık ezberlemiş. Noktası virgülüne dokunmadan, hep bu şekilde başlıyor anlatmaya. Ve neden hep anlatıyor, anlatma ihtiyacı hissediyor anlamış değilim. Salak olduğumu mu düşünüyor acaba. İlk anlattığında anlamıştım aslında.

Açıkçası annemin sıra sana geldi minvalindeki söylemlerini pek ciddiye almıyorum. Bir yerde bitmeli bu iş, ve bitecek de. Boşuna yalamadık o kadar mürekkebi. Cahil atalarımdan ne farkım kalır ben de onların yolunda yürümeye devam edersem. Mesela bu sabah annem aradı ve “Nasılsın?” diye sorduktan sonra “Babanın öcünü almalısın oğul!” dedi. Anne biz Atina’da yaşıyoruz. Sen Madrid doğumlusun, babam Argolis doğumlu. Oğul ne tanrı aşkına  diye düşünüyordum ki, “Hadi gurban olduğum, akşam ezanından önce evde ol da bu konuyu konuşalım artık,” diye devam edince sadece “Tamam anne,” diyebildim. Hristiyanız biz ya. Ezan nedir, Ezan? Geçenlerde de komşularına “Artık bana hanımağa diyeceksiniz,” falan diye çıkışmış. Ne oluyorsa o izlediği Türk dizilerinden oluyor.  Aşiret dedikleri şeyler varmış izlediği dizilerde. Biraz araştırdım. Kan davaları falan… Annem oralardan taktik çıkarmaya çalışıyor kesin. Neyse, kocasını yeni kaybettiği için böyle davranıyor olabilir diyeceğim ama, öncesinde de farklı değildi. Mesela geçen sene oturduğumuz bölgenin alt yapısı yenilendi. Annem de her gün gidip adamların mesai saatleri boyunca iş makinelerini izledi. Sonra,  iki sene önce tutturdu evin önünde halı yıkayacağım diye. Çiçek desenli, bol ve saçma sapan bir pantolon almış kendine bir de. Adına şalvar denirmiş. Halı yıkarken kullanılması gereken rahat bir kıyafetmiş. Sonra üstüne de açık pempe, üzerinde rengarenk boncuklardan karışık işlemeler olan bir şey almış. Tanrım o görüntü aklımdan çıkmıyor. Bu noktada sokakta halı yıkamanın ve kıyafetlerin saçmalığına bile değinmeden evimizin önünün metro istasyonu olduğunu söylersem belki daha net anlayabilirsiniz ortadaki garipliği. Her neyse, konudan sapıyorum sanki.

Annemin dediği gibi akşam ezanından önce evde oldum. Googlellamam gerekti kastettiği saati anlayabilmem için. Eve geldiğimde yemek hazırdı. Adına ezogelin denen bir çorba ile karnıyarık denen bi yemek yapmış. Yanında da pirinç pilavı. Yemeğimizi yedikten sonra annem konuşmaya çok ciddi bir giriş yaptı

– İçimiz kötülükle dolu Fedon. İyi olmaya çabalar gibi görünebiliriz bazen ancak karanlık taraflarımız ışığın bir anlık kayboluşunu bile fırsata dönüştürecek kadar güçlü ve istekli. Tüm bu yaşadıklarımız, geçmişten bugüne, o ışığın bir anlık kaybı yüzünden. Ama töre böyle…

– Ooohhoho, yine başladık. Anne ne töresi? Töre ne demek? İsa aşkına, neden böyle konuşuyorsun? Babam öldükten sonra sana bir haller oldu. Acayip acayip hikayeler anlatmaya başladın. Ayrıca bana Fedon deyip durma, Fedon ne yahu?

– Bak oğul, anlamadığın şeyler var. Örf, adet çiğnenmez. Büyüklerin lafı yok sayılmaz, gerçeklerimizi böyle hor görme. Babanın öcünü al. Yoksa sana sütümü helal etmem!

– Şimdi kafayı yiyeceğim. Bunlar nasıl sözler anne. Ama sana katılıyorum. Kesinlikle anlamadığım şeyler var. Ben bu işi halledeceğim anne. Nasıl bulabilirim babamı vuran bu sözde kan davalımızı?

– Aaah oğul, kolay mı sanırsın yaşadıklarımı. Babanın öcünü alacaksın. Sonra da onlar gelip seni benden alacak. Ana yüreği nasıl dayanır buna. Anlatacağım sana şimdi onu nasıl bulacağını. Ama önce gidip yatak odası duvarında asılı olan beylik tabancasını getireyim. Baban çok severdi tabancasını.

– Anne, babamın tabancası beylik tabancası değildi. Hele ki duvarda falan hiç asılı değildi. Acaba bir akıl hastahanesine falan mı yatırsak seni? Ciddi ciddi beni düşündürmeye başladın. Dalga geçemeyecek kadar yas içerisinde olmasan, kesin şaka yaptığını falan düşüneceğim.

– Oğul, bu lafların sırası değil. Sü uyur düşman  uyumaz. Şimdi iyi dinleyesin sana söyleyeceklerimi.

Yeryüzünün en güzel renklerinin, en çirkin ve en kasvetli duygular ile tanıştığı gece başladı tüm hikaye. Bundan bin dokuz yüz sene kadar önce büyük büyük büyük ve birkaç tane daha büyük ekleyerek ifade edilebilecek olan büyük büyük büyükbabanın işlediği bir günah kendisinden sonraki bir diğer günahı tetikledi. O günah diğerini, diğeri bir ötekini ve derken yüzyıllar sonra sıra sana kadar geldi. Kan davası diyorlar bu işin adına. Şu ana kadar bizden yüz kırk üç, onlardan yüz kırk iki. Ne yapalım, kaderimiz böyleymiş.

– Anne lütfen ya, yine mi? Bırak artık şu ezberi. Bu işi yapmamı istiyor musun? Peki, yapacağım. Ama bana öncelikle bu işin perde arkasını anlatacaksın. Nasıl başladı her şey, neden? Bilmek istiyorum. Daha fazla kaçmak yok. Mesela kim bu Satyroğulları deyip durduğun insanlar? Neden Satyroğulları diyorsun onlara; inatçı oldukları için mi ya da keçi sakal bırakmak gibi bir gelenekleri falan mı var, keçi işi ile mi uğraşıyorlar? Neden babam öldükten sonra çıktı bu hikaye ortaya. Babam yaşarken neden hiç bahsi geçmedi? Neden? Bu arada, onların yarı keçi yarı insan yaratıklar olduğunu söyleyeceksen hiç zahmet etme. Bunaldım bu çocuk masalından. O tarz yaratıkların mitoloji ürünü hayali yaratıklar olduğunu biliyorum.

– You know nothing Fedon. Hep bunu söyleyebileceğim bir an çıkagelsin istiyordum. Hahahaha.

– Anne bana Fedon deyip durma, ve anlatacak mısın artık?

– Peki öyleyse, yalnız öğreneceklerin seni memnun etmeyecek. Bu riske değer mi?

– Risk aldıktan sonra var olmayan bir şeydir anne. Bir kitapta okumuştum, buna benzer bi cümleydi sanırım. Bence gayet makul bir yaklaşım. Bu riski alıyorum.

– Birgün bu anın çıkıp geleceğini biliyordum. O zaman tüm hikayeyi şimdi içeriye girecek olan yaşlı adamdan dinleyeceksin. Soru sorma ve sadece dinle olur mu?

Açıkçası birden bire salona bir adam girince şaşırmadım desem yalan olurdu. 1.90 boylarında, bembeyaz saçı gri sakalına karışmış, 80’li yaşlarında görünen ve paslanmış gibi duran tek parça ilginç bir kıyafet giyen adam, gelip karşıma oturana kadar tek bir kelime etmedi. Annem soru sorma demese, soruya boğardım ortamı, ama tuttum kendimi. Yaşlı adam konuşmaya başladı:

MS 1. yüzyılda, bugün Türkiye topraklarında kalan Messogis Dağları’nın eteklerinde bir adam yaşardı. Adı Oreias olan bu adam senin 74. kuşaktan büyükbabandı. Büyükbaban bir demirciydi ve Tralleis kentinde bir demirhanesi vardı. Romalı Generaller için kılıç, mızrak, zırh ve kalkan gibi malzemeler üretiyordu ve işinde de oldukça iyiydi. Namı Pers diyarından Kelt diyarına kadar yayılmıştı. Büyükbabanın öyle iyi bir demirci olduğu düşünülürmüş ki, halk arasında onun aslında Hephaistos olduğunu iddia edenler bile varmış. Ne var ki büyükbaban çok iyi bir demirci olmasının yanında; tanrı olmaktan çok uzak, zaafları olan, sıradan bir insandı. Şarap içmeyi çok sevdiğinde midir yoksa, tiyatroya olan bağlılığından mıdır bilinmez, Tanrı Dionysos’a tapardı ve kesinlikle her sene Teos’a gider, Tanrı Dionysos onuruna düzenlenen bağ bozumu şenliklerine katılırdı. Bu anlamda dönemi için dindar bir adam olarak bile görülebilirdi aslında. Yine bu şenliklere katıldığı senelerden birinde yaşanan bir olay ateşledi her şeyin fitilini. MS. 47 yılı idi. Büyükbaban bağ bozumu şenlikleri için Teos şehrine gitti yine her sene olduğu gibi. Adeta bir karnaval edasında geçen şenlikler, dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla daha da eğlenceli bir hal alıyordu. Seks, içki, yemek, eğlence… İnsanlar dilediğince vakit geçiriyor ve adadıkları adaklar ile tanrılarına ibadet ediyorlardı. O gece her yer rengarenkti. Tapınağın kandiller ile aydınlatılan sütunları, rengarenk adak heykelleri ile dolu naos bölümü, ay ışığının aydınlattığı frizler, tapınağın zeytin ağaçları ile çevrili bahçesi ve yemyeşil, yumuşacık bir halı ile kaplı zemini, her köşebaşında gülümseyen ve eğlenen insanlar, deniz kokusu, tiyatrocular, çalgıcılar ve daha nice güzellikler… Kusursuz bir akşam. İşte o gece Teos sokaklarında dolaşırken Oreias, bir tiyatro oyununa denk geldi. Euripides’in Bakhhalar oyunu sahneleniyordu. Daha önce defalarca izlediği ve yaklaşık beş yüz senelik bir geçmişi olan bu gösteriyi yine izlemekten alıkoyamadı kendisini. Ancak bu kez oyunun değil, oyuncunun güzelliği döndürdü başını. Önemsiz bir yan rolde oynayan ve arada bir sahneye çıkıp geri inen bir satyressese aşık oldu görür görmez. Sapsarı ve uzun saçlara, kafasında bir kraliçenin tacı gibi duran boynuzlara ve o ana kadar gördüğü en güzel göğüslere sahip olan bu yaratık Oreias’ın aklını başından almıştı. Ancak herkes bilirdi ki, Dionysos alayında ve Dionysos şenliklerinde görev alan bu yaratıklar Tanrı’nın koruması altındaydı ve kimse bırakın onların kılına dahi zarar vermeyi, onlara dokunmayı dahi aklının ucundan geçirmezdi. İyiden iyiye şarabın tesiri altına giren Oreias’ın aklı ise sağlıklı düşünebilmekten çok uzakta bir yerlerde dolaşıyordu. Kendisi bir insan, karşısındaki ise yarı keçi, yarı insan bir yaratıktı. Bir tarafı ne kadar mantıklı düşünmeye çalışırsa çalışsın, karanlık taraf galip geldi. Büyükbaban o gece Daphne adındaki satyressesi kaçırarak limana götürdü ve Daphne’nin tüm çığlıklarına ve karşı koymalarına rağmen ona tecavüz etti. Ancak birkaç saat sonra aklı başına geldiğinde yaptığı ile yüzleşebildi. Pişmanlıktan ve çoğunlukla da korkudan çılgına döndü. Ne yapmalıydı? Korku insanlara kötü şeyler yaptırır evlat. Oreias da çok kötü bir şey yaptı. Sıkı sıkı bağladığı Daphne’nin çaresizce bakan gözlerinde yitirdi insanlığını. Gözyaşları ve yakarışları altında kaybetti merhametini. Yaptığı altında ezildikçe ezildi ama korkusu son vicdan muhasebesini de gölgeledi. Ölmek istedi ama yapmadı. Bunun yerine Daphne’yi öldürdü. Sonra da en yakındaki kayığa koyduğu cesedi, kayığı ateşe vererek denize itti. Biraz zaman sonra ne Daphne’den ne de kayıktan bir iz kalmıştı. Yavaş yavaş aydınlanırken hava, insanlar yeni yeni başlamışlardı evlerine dönmeye. Kendisine şöyle bir çeki düzen verip, Tralleis’e doğru yola koyuldu vakit kaybetmeden. Yol boyu sadece tek bir muhakeme yapabildi. Önce bu yaptığı ile nasıl yaşayacağını düşündü. Sonra ise şöyle düşündü kendi kendine: En azından yaşayacağım. Ve Fedon, doğrusunu istersen, yaşadım da!

– Nee? Hey hey, orada dur bakalım! Nasıl yani? Oreias sen misin? Anne? Nasıl olabilir? Bu tamamen saçmalık artık. Lütfen buna bir son verebilir miyiz?  İyiden iyiye çılgın bir hal aldı bu durum. Ne yani, 1900 yaşında olduğuna falan mı inanmalıyım?

– Dinle oğul. Sözünü kesme büyükbabanın. Ne demişler, sus küçüğün, söz büyüğün. Gerçeği öğrenmek istedin. Ve bu ne tatsız bir şaka, ne de rüya. Sen bir aynasın ve gerçek tam karşında!

– Anne bari şu anda yapma ya! Karşındaki adam yaklaşık iki bin yaşında derken bile, nasıl beni dalgaya alabiliyorsun? Acayip acayip sözler, oğul demeler falan. Gerçekten kafayı yemek üzereyim.

– Dünya yeteri kadar sorunlu ve ciddi bir yer evlat. Annen doğru olanı yapıyor. İşi deliliğe ve hatta bazen soytarılığa vurmak, biraz daha yaşanılır kılıyor dünyayı aslında. En azından benim yaşadığım ömürden anladığım bu. Şimdi müsaade edersen başladığım hikayeyi bitireyim. Sonrasında söz sende olacak zaten.

Zeus’un Tanrı Dionysos’u üvey annesi olan Hera’nın hışmından korumak için bir silenosa emanet ettiği ve Tanrı’nın bir silenos tarafından büyütüldüğü hikayeyi bilirsin. Tralleis’e giittikten sonra zaman içerisinde bazı dedikodular dolaşmaya başlamıştı ortalıkta. Herkes Teos Şenlikleri esnasında kaybolan satyresses hakkında konuşuyordu. Bunu yapanın Tanrı’nın gazabından kurtulamayacağı çünkü satyressesin Dionysos’u büyüten silenosun ailesine mensup olduğu söyleniyordu. Bunun ihtimali dahi ödümü koparmaya yetmişti. Eğer durum böyleyse, Dionysos er ya da geç beni bulurdu. Bu kısımları biraz hızlı geçeceğim izninle. Önemsiz ayrıntılar… Tanrı’dan kaçabileceğimi düşünmek acizce bir düşünce idi ama elimdeki tek düşünce de buydu. Tralleis’i arkamda bırakarak çok uzaklara, Zeugma’ya kadar yol aldım. Yeterince uzaklaştığımı düşünüyordum. Bir lejyon kenti olan Zeugma’da askerler için üretim yapabilir, hayatıma devam edebilirdim. Birkaç sene geçtikten sonra artık tamamen bu işten yakamı sıyırdığımı düşündüm. Evlendim ve bir kızım oldu. Çektiğim vicdan azabından olsa gerek kızımın adını Daphne koydum. Günahımı her dakika hatırlamak, ödemem gereken bir diyet olarak göründü gözüme. Çok mutlu bir hayatım oldu. Kızım 18 yaşına geldiğinde kentin ileri gelen askerlerinden biri ile evlendi. İki tane erkek çocukları oldu. 20 sene öncesinde torunlarımı görebileceğimi söyleseler inanamazdım. Ancak olmuştu işte. Ya da öyle olduğunu sanmıştım. İşlediğim günah ile yüzleştiğim binlerce geceden biriydi o gece de. Aklım yerinde değildi. Eşime vermek üzere çok güzel bir bilezik yapmıştım. Aylarca ince ince dokumuştum üzerindeki motifleri. O gece evlilik yıldönümümüzdü. Güzel bir hediye olacaktı. Ancak, demirhanede unuttuğumu hatırlayınca bileziği, kendime kıza kıza demirhanenin yolunu tuttum. İçeri girdiğimde gördüğüm şey karşısında nutkum tutulmuştu. Ne öncesinde, ne de sonrasında bir şey söyleyebildim. Tanrı Dionysos, elinde karıma yaptığı bilezik, tam karşımda duruyordu. Konuşmaya başlamasına paralel olarak gök de yarılırcasına gürlemeye başladı. “Doğrusunu söylemek gerekirse güzel işçilik Oreias. Ünü Olympos’a kadar uzanmış bir zanaatkardan da başka bir şeye beklenemezdi tabi. Ara ara Hephaistos’u kızdırdığın dahi oluyordu dövdüğün kılıçlar ile, ama konumuz bu değil, değil mi? Bunca sene kurtulduğunu, benden kaçabildiğini sandın. Bu kadar ahmak olabilmen şaşırtıcı. Daphne’yi öldürdüğünü, onu öldürdüğün gecenin sabahında öğrendim. Bir tanrıyı atlatabileceğini düşünmek… Ne kadar zavallısın Oreias. Bekledim. Çünkü ne ciğerini kartallara yedirmek ne de derini yüzüp seni bir mağaraya asmak yeterdi yaptığın şeyin bedelini ödemene. Evlenmeni, bir çocuğunun hatta torunlarının olmasını bekledim. Ne var ki Satyrler beklemek istemedi. Onlara planımdan bahsettim ve adaletimden şüphe etmemelerini söyledim. Ama onlar bana güvenmemeyi seçtiler. Seni benden önce bulamamalarını onların beceriksizlikleri olarak düşünme sakın. Sen bana ihanet ettin. Satyrler ve satyressesler bana ihanet ettiler. Bu durumda iki taraf da cezalandırılmalı açıkçası. Bu gece itibari ile aranızda hiç bitmeyecek bir ölüm döngüsü başlatacağım. Bir sizden, bir onlardan. Ancak senin cezan ne kendi ölümünü ne de birkaç sevdiğinin ölümünü görmek kadar ufak olacak. Seni sonsuz hayat ile cezalandıracağım Oreias ve satyrler ile senin soyun arasındaki ölüm döngüsünü de sonsuzlukla mühürleyeceğim. Gaddar olduğumu düşünebilirsin. Ancak öyle olmasam tanrı olamazdım sanırım. Tüm sevdiklerin gözünün önünde can verecek. Ne olacağını bilecek ama engelleyemeyeceksin. Beş dakikaya kadar da kızının öldüğü haberini alacaksın” dedi ve sanki hiç var olmamış gibi kayboldu ortadan. Bilezik şimdi az önce Tanrı’nın ayaklarının bastığı yerde duruyordu. Bileziği aldım ve evin yolunu tuttum. Aklım buz tutmuştu sanki, hiçbir şey düşünemiyor, hiçbir şey hissedemiyordum. Adım sorulsa söyleyemezdim. Refleksif bir şekilde yürüyordum. Kesinlikle bilinçli bir hal değildi. Eve yaklaştığımda evden ağıtlar yükseldiğini duydum. Kor gibi düştü yüreğime Dionysos’un sözleri. Yaşadığım acılar, bunlara nasıl dayanandığım gibi şeylerden bahsetmek ne bana yarar sağlar, ne de seni ilgilendirir. O yüzden bu kısımları atlayacağım. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, birer birer sevdiklerimin ölüşünü izledim. Her gün ölmeyi bekledim, lanetin kalkmasını umut ettim; her dakika, her saniye. Dualar ettim, başka başka tanrılardan medet umdum. Ama olmadı. Ne zaman bu döngüyü durdurmaya çalışsam, başarısız oldum. Sıra kendisine gelen bilinçli ya da bilinçsiz, bir şekilde öldürüyordu sıradakini. Şimdi ne yaparsan yap, ister kabul et, ister etme; sen de gün gelecek, haklayacaksın payına düşeni. Ben döngüyü bozmak için uğraşmayı bırakalı çok oldu. Senin gibilerini de çok gördüm. Başarılı olamayacağını bilmelisin. Bu arada yaşaman ya da ölmen umrumda değil. Tanrı bu kısımda biraz yanıldı sanırım. Gördüğüm onca ölümden sonra artık umursamıyorum çünkü. Seni torunum olarak falan görmüyorum. Sadece olan biteni bilmen gerektiğini düşünecek kadar umurumdasın, fazlası değil.

– Tamam mı, söz artık bende mi? Bitti mi?

– Evet, tabi.

– Tamam dayı, süper. Hadi kalk bakıyım. Çık dışarı.

– Ama evlat…

– Yahu ne ama evlat?  Evlat diyor bir de… Hadi dayı kalk ya. Ohohohoooo, masallar masallar ya. Yok Dionysos gelmiş de, yok satyressese hallenmiş de, kayığa koymuş bilmem ne. Hadi çık dışarı ya. Tamam inandım sen haklısın. Nasıl olsa bilinçli ya da bilinçsiz üzerime düşeni yapacağım ya, konu kapanmıştır. Hadi amcam, çık dışarı. Beni deli etme. Anem gibi konuşmaya başladım zaten.

– Peki, gidiyorum. Bu arada farkında değilsen söyleyeyim. Annen biraz kafadan çatlak!

***

Fedon geçirdiği bu ilginç günün ardından hayatına kaldığı yerden devam etti. Annesi git gide kötüye gitti ve altı ay sonra akıl hastahanesine yattı. Üzerinden bir sene geçmeden de vefat etti. Daha önce Yunanistan’dan Türkiye’ye göç eden bir arkadaşı Fedon’u Yaşadığı yere davet ettiğinde Fedon çok düşünmedi, kabul etti. Zor zamanlar geçirmişti ve biraz olsun değişiklik iyi gelebilirdi. Ancak Türkiye’ye gidişi “biraz değişiklik” olarak nitelenemezdi. Hiç hayal etmediği bi hayata adım attı. Ziyaretler dışında bir daha Yunanistan’a hiç gitmedi. Bodrum’da eğlence mekanlarında sahne almaya başladı ve uzun yıllar boyu tanınan, sevilen bir şarkıcı olarak yaşadı. Bugün yetmişli yaşlarında. Henüz kimseyi öldürmedi ama hala zaman var, değil mi?


Messogis Dağları: Aydın’ın kuzeyinde yer alan bugünkü adı ile Kestane Dağları.

Tralleis: Antik dönemde Aydın ilinin bulunduğu bölgede kurulmuş şehir.

Teos: İzmir ili, Seferihisar ilçesi, Sığacık Mahallesi’nde yer alan antik kent. 12 İon Kenti’nden birisi ve Anadolu’nun en büyük Dionysos Tapınağı’nın yer aldığı sanatçılar şehri.

Zeugma: Gaziantep ili, Nizip ilçesi, Belkıs köyü sınırlarında kalan antik kent.

Silenos: Yaşlanan satyrlere verilen isim.

Satyresses: Dişi satyrlere verilen isim.

Kan Davası” için 6 Yorum Var

  1. Merhabalar. Oldukça eğlenceli bir öyküydü. ”You know nothing Fedon.” 🙂 Çok güzel yazılmıştı. Akıcıydı, diyaloglar güzeldi, dedenin son cümlesi harikaydı. Yine geçen ay olduğu gibi öykü içine öykü yerleştirmişsiniz başarılısınız bu konuda. Oreias’ın öyküsü oturup ayrıca yazılabilecek kadar güzeldi, hani öykü Fedon’la ilgili olmayıp sırf Oreias’ın hayatını anlatsa (detaylı bir şekilde) fantastik bir roman bile olabilir.
    Finalde ne beklediğimi bilmiyorum, ama bir şekilde gerçekleşseydi kan davası güzel bir cinayet görürdük, en güzeli Fedon’un da tepkisini görmüş olurduk sanki. Ama sizin finaliniz öykünün ruhuna daha çok uyuyor gibi, emin değilim.
    ”Ziyaretler dışında bir daha Yunanistan’a hiç gitmedi,” hiç gitmedi yerine hiç dönmedi daha uygun gibi duruyor.
    Ellerinize, hayal gücünüze sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

  2. Merhaba,
    Eleştiriniz, motive eden ve cesaret veren yorumlarınız için teşekkür ederim. Sondan başlayayım. Bazen insan tıkanır ya hani, bir türlü başka şekilde yazamaz o an üzerinde olduğu cümleyi. Onun gibi bir şey yaşadım o kısımda. “Hiç gitmedi,” bana da doğruymuş gibi gelmedi bir türlü ama bir türlü de o cümleyi daha iyi hale getiremedim. Daha sonra dönerim buraya deyip, devam ettim ama sonrasında da aklımdan çıkmış. Yani haklısınız. Okurken biraz tırmalıyor insanı. Oreias’a gelince, hikayesi yazarken ilerledi ve ilerledikçe ben de keyif aldım. Aslında dediğiniz gibi de genişlemeye çok müsait bir şey çıktı ortaya. Belki başka bir şeye dönüşebilir ilerde :). Finali seyirciye bırakmak yerine kan davasının devamı ile bitirseydim, sanırım dediğiniz gibi öykünün, eğlenceli olması umudu ile oluşturduğum akışına pek uygun olmayacaktı.
    Görüşmek üzere diyelim, tekrar teşekkürler zaman ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için.

  3. Merhaba Cem Bey,
    Öykünün Dionysos Şenlikleri ile baslayan Oreias hikayesi çok güzel yazılmıştı ancak Fedon’un davayı sürdürdüğü ya da bitirdiğine dair bir paragraf da olsa daha hoş olurdu. Mizahi güncel hikaye ile mitolojik öykü arasında kaldım ben şahsen okur olarak. Araya Türk söylemleri, yemekleri filan da girince iyice allak bullak oldum. Osman’ın dediği gibi sadece Oreias’ın hikâyesini okusaydık daha öykü havasına girerdim gibi geldi. Yani Fedon ve annesi Fadime teyze 🙂 yan figürler olarak kalsa çok çok daha beğenirdim.
    Diğer yandan akıcı dilinizi çok beğendim. Sizi okumak keyifli. You know nothing Fedon’a bayıldım. Ellerinize sağlık, kaleminizden daha iyi öyküler okumak üzere!

  4. Erdoğan Bey,
    Paylaştığınız düşünceleriniz ve eleştirileriniz için teşekkür ederim. Genel itibari ile öykülerin içerisine ufak tefek espriler yerleştirmeyi seviyorum. En azından biraz bile olsa okuyanı gülümsetecek cümleler, yaklaşımlar ya da tavırlar göstermek sevdiğim bir şey. Ancak bu kez bira daha fazla oldu. Bunu da yeni bir şey denemek adına bilinçli olarak yaptım. En azindan okuyanlardan amacıma ulaştığımı ifade eden dönüşler almam bu deneme için kıymetli. Bu seçki için 6 farklı öykü yazdım. Hiç birini bunun kadar olgunlaştıramadım. Vaadi yüksek bir başlık gibi görünse de satyr, beni biraz zorladı açıkçası. Oreias merkezli bi hikaye de düşündüm ancak yapmak istediğim Oreias merkezli hikayede güzel durmadı. O yüzden bir fikir olarak kaldı. Kan davasının devam ettirilmesi noktasına gelirsek; o kısmı okuyana bırakmayı daha uygun buldum. Ama bununla da beraber metin içerisine yerleştirilen bazi detaylar ile izleyicide, ortada bir kan davasının falan olmadığı, hepsinin annesinin uydurmasi olduğu fikrinin oluşmasını, böyle bir sonun ağır basmasını umdum.

    Tekrar teşekkür ederim. Gelecek seçkilerde de görüşmek dileği ile.

  5. Merhaba Cem. Çok güzel bir öykü kaleme almışsın. Öykünün bir çok kısmında gülmekten kendimi alamadım. Kalemin çok kuvvetli.
    “Hristiyanız biz ya. Ezan nedir, Ezan? ” Ağız dolusu bir kahkaha patlattım gece gece 🙂 İhtiyar öyküyü anlatınca, sonunda acaba mı? diye beklemedim dersem yalan olur. Ama ne yalan söyleyeyim, başladığı şekilde bitmiş olması ayrıca memnun etti beni. Bence bu öykünün hakkı buydu. Son olarak annenin lafı;
    “Hep bunu söyleyebileceğim bir an çıkagelsin istiyordum. Hahahaha.” bunu kullanmasaydın sanki daha iyi olurdu. Zira anne her şeyi bilinçli yapıyor gibi bir algı oluşturdu bir an için. Küçük bir detay ancak paylaşmak istedim. Kalemine ve yüreğine sağlık. Görüşmek üzere 🙂

    1. Umut merhaba,
      Bu kez yukarıda da belirttiğim gibi eğlencesi bol bir şey oluşturmak niyeti ile yola çıktım. Karşılık bulduğunu görüyor olmak güzel. İkinci olarak;
      aslında “Anne” karakterine o açıklamayı yaptırıyor olmak ile anne kişisinin kafalardaki “deli” ya da “çatlak” olma ihtimalini arttırmak istedim. Ne demek istediğini anlıyor olmak ile birlikte konuya bu şekilde yaklaştığımı ifade ederek cevap verebilirim ancak eleştirine. Paylaşımın, yapıcı ve motive edici eleştirilerin için, kısacası yorumun için teşekkür ederim. Görüşmek üzere. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *