Arthur gözlerini açtığında kendini beyaz bir hiçliğin içinde buldu. Arkasında binlerce ruhu hissediyor olsa da hareket edemiyor, düşünemiyordu. Sadece ruhunu yakan beyaz ışığı gözlerine kabul edebiliyordu. Bir an sonra Arthur kendini yeşil bir obada buldu. Önünde alaca bir geyik toprağı eşeliyordu. Geyik kafasını yukarı doğru kaldırdıkça boynuzlarında güller yeşermeye başladı. Bir an sonra Arthur kendini gülden bir sandalyede oturmuş bir şekilde büyük bir kütüphanenin içinde buldu. Önünde ki masada yaşlı bir adam oturuyordu. Adam büyük tozlu bir kitabı açtıktan sonra konuşmaya başladı.
“Adınız?”
“Ad… Adım… Adım Arthur efendim.”
“Ah Arthur. Hım. Görüyorum ki 27 Mayıs 1332’de doğmuşsun. Hım. Burada vebaya yakalandığın yazıyor ama melekler bana senin bir kılıç darbesiyle buraya yollandığını söyledi. Bu doğru mu? Eğer öyleyse büyük bir hata olmuş demektir.”
“Bilmiyorum efendim.” Arthur yaşlı adama baktığında içinin huzur ile dolduğunu hissetmişti.
“Bilmiyor musun? Ah bu çok kötü çünkü bende bilmiyorum. Senin dosyaların bana getirilirken bir tür karışıklık olmuş ve yaşamının son gününü anlatan sayfa defterin içinden düşmüş. Ne yazık. Lakin seni temin ederim birileri bu yüzden işini kaybedecek. Şimdi… Senden bana yaşamının son gününü anlatmanı istiyorum Arthur. Ah sakın korkma! Burada yanlış bir bilgi veremezsin. Daha sonra köprüye dönebilirsin.”
“Köprü mü efendim?”
“Evet köprü! İlerisinde yedi cennet, gerisinde yedi cehennem bulunan köprü! Ne o yoksa bunu sana öğretmediler mi! Şimdi anlatmaya başla Mayıs doğumlu Arthur.”
Yaşlı adam tüy kalemiyle bir şeyler yazmaya başladığı an Arthur’un etrafındaki çevre bir rüzgâr esintisiyle değişti. Öldüğü günkü sabaha gelmişti. Daha uyanmamış olan bedeninin yanına giderek onunla bir oldu.
“Yılın ilk çeyreğiydi. Şehrin iç taraflarında artık kullanılmayan harabelerde saklanıyordum. Veba ilk olarak burada görüldüğünden insanlar buraya gelmiyordu. Şehrin dış kısmında salgına neden olduğunu gerekçesiyle Yahudiler yakılıyor, iç kısmında ise kiliselerden medet uman kadınlar cadı olarak adlandırılıp şehir dışına çıkarılıp yakılıyordu. Bu sebeplerin buraya gelmemde büyük katkısı olduğu aşikâr olabilir ama şehrin iç kısmına gelmemde ki asıl amacım duyduğum açlıktı. Şehrin bu kısmında ki insanlar yemeklerini asla bitirmiyor, hatta bazı zamanlar ekmeklerinden bir ısırık aldıktan sonra onları sokağa atıyorlardı. Bazen sokak aralarında kedilere ve ya köpeklere bırakılan yemekleri yiyordum. Hastalığa yakalanmadan önce bile bu kadar güzel yemekler yediğimi hatırlamıyorum.
Soğuk bir sabahtı. Kuru bir öksürükle uyandım. Kuru öksürüğümü kustuğum kan izledi. Nefes almakta zorlanıyordum, artık zamanımın yaklaştığından emindim. Lakin aç karna ölmek istemiyordum. Başımda uçuşan sinekleri kovduktan sonra zorlu bir şekilde de olsa doğruldum. Kısık kısık nefes alabiliyordum. Duvarlardan tutunarak bulunduğum harabenin içinden çıkarak caddeye doğru yürümeye başladım. Cadde de biraz ileride bir hanımefendi gördüm. Yüzünde sivri burunlu ilginç bir maske takılıydı. Ah, belki de bana bir yardımda bulunurdu. Ona seslendim.
“Sevgili hanımefendi tanrının bu evladına ve yüce kralımızın bu kuluna bir sikkeyi çok görmezsiniz değil mi?”
Hanımefendi bana doğru döndüğünde öksürüğüm geri geldi. Eğilerek öksürmeye başladım. Birden önüme bir sepet düştü. İlk başta hanımefendinin bana acıyıp sepetini bana verdiğini düşünsem de bu düşüncem hanımefendinin bağırışıyla son buldu.
“Veba! Vebalı! Koşun yardım edin! İmdat veba buraya gelmiş! İmdat!”
Telaşlandım. Uyandığım o harabeye gitmek için arkamı döndüm ama görebildiğim tek şey metalden yansıyan güneş ışığıydı.”
Arthur yerde kanlar içerisinde yatan bedeninden yukarı doğru süzülerek ve gök kubbede gülden sandalyesine oturmuştu. Yaşlı adam sakalını sıvazlayarak Arthur’a bakıyor arada sırada defterine notlar alıyordu. Sonunda konuştu.
“Köprüye geri dönebilirsin Arthur”
-SON-
Merhaba,
Seçkiye hoş geldiniz. Öykünüzde gözden kaçmış ufak bir kaç hata var. Onun dışında gayet sade, anlatmak istediğini lafı dolandırmadan anlatan bir öykü kaleme almışsınız. Betimlemelerinizi biraz daha çeşitlendirirseniz öykünüz daha da albenili olacaktır.
Kaleminize sağlık.
İlerleyen seçkilerde yeniden görüşmek üzere.
Teşekkürler, görüşmek üzere.
Merhaba Batuhan. Öncelikle hoş geldin. Keyifli bir öyküydü. Ufuk Yasin Yurtbil’in yorumuna katılmakla birlikte ben de bir ekleme yapmak isterim.
Karakterin yaşadığı durumu kabullenmesi, yani o yaşlı adamın karşısında bir anda kendini bulması anormal bir durum. Doğal olarak karakterin tepki vermesini yaşadığı şeyi anlamlandırmasını bekledim. Ya da bunun gibi başka şeyler. Bir an önce finale gitmek istediğin izlenimi oluştu bende. Bir dahaki sefere tadını çıkarmanı öneririm 🙂
Görüşmek üzere 🙂
Merhabalar ve hoş buldum, teşekkür ederim. Karakterim tanrısal bir varlıkla konuştuğu için özgür iradesi yok denebilir. Sanırım bu olguyu metinin içinde hikayenin olay örgüsüne katmalıydım. Aslında burada belirtmeye çalışmıştım lakin pek verimli olmamış.
“Ah sakın korkma! Burada yanlış bir bilgi veremezsin. Daha sonra köprüye dönebilirsin.”
Umarım bir dahaki sefere daha çok hoşunuza giden bir hikaye olur 🙂
İkinizinde yorumuna minnetarım, görüşmek üzere 🙂
Merhaba,
Seçkiye hoş geldiniz. Kısa bir öykü, meramını uzatmadan anlatmış. Temayı da güzel kullanmışsınız lakin şu kısacık metinde o kadar çok yazım yanlışı var ki. Ki demişken “ki”lerin ve “de”lerin yazımına dikkat etmenizi öneririm.
Kaleminize sağlık.
Merhaba, teşekkür ederim.
Haklısınız sanırım daha dikkatli olmam gerekirdi 🙂
Batuhan merhaba,
Seçkiye hoş geldin. İmla ve yazım yanlışlarına değinilmiş. Ben o kısım için çift dikiş haline getirmeyeyim durumu. Hızlı ilerleyişe de değinilmiş ama ben bu bölümde kendimce havada kalan şeylere değineyim. İlahi varlığın kılıç ile öldüysen burada olmamalısın, bir hata olmuş olmalı yaklaşımı bende vebadan ölenlerle diğer sebeplerden ölenlerin farklı muameleler gördüğü izlenimini uyandırdı. Böyle miydi? Bu bölüm okuyucunun hayal gücüne bırakılamayacak kadar kilit bir rolde öykü için bence. En azından okuyucuyu yönlendirebilmek ve bu ayrımı okuyucunun kafasında somut hale getirebilmek adına biraz daha detay verilebilirdi. Bu kurguyu kuvvetlendirirdi. Diğer yandan köprüye dönme bölümü çok puslu. Vebalı ise mi oraya dönüyor, yoksa her halükarda mı dönüyor? Köprünün olayı ne? Bu kısımda biraz daha detayı hak ediyordu. Son olarak da oba, geyik, kütüphane vs. Kendince bir sembolizm oluşturduğun aşikar ama bu okuyucuya ulaşmıyor. En azından ben anlayamadım. Başka öyküler de okuyabilirim senden umarım. Diğer seçkilerde görüşmek üzere diyelim. 🙂
Çok teşekkür ederim 🙂 Masumiyetin bir ilahi varlık tarafından karar verilmesine ve masumiyetin aslında ne olduğuna değinmek istedim 🙂 Vebalı biri öldüğünde cennete mi gider yoksa daha fazla kişiye veba bulaştırdığı için cehenneme mi? Sanırım okuyucunun bunları okuyup kendince bir fikri olmasını istedim lakin başaramadım sanırım…