Bir gün Cennet tarlada çalışırken karnına sancı girdi. Gölgesi sonsuz ağacın yanına uzandı, bacaklarını araladı. Bir eliyle ağacın bir dalını diğer eliyle ağacın diğer dalını tuttu. Karnındaki çocuk hareket ediyor çıkmıyordu. Alnı terledi, gözleri kaydı. İşte o an şunları söyledi, görelim bakalım neler söyledi:
Yücelerden Yücesin,
Kimse bilmez nicesin.
Ahırdan bir evim var,
Al senin olsun.
Seyrek tabanlı atım var,
Al senin olsun.
Kara bıyıklı kocam var
Al senin olsun.
Pek kıymetli canım var,
Yeter ki beni bağışla, bu acıdan kurtar!
Son isteği kabul oldu, yel esti. Yel esti Cennet’in karnını okşadı. İşte o an karnındaki bebe kovadan su dökülürmüşçesine dışarı fırladı. Bebek yuvarlandı yuvarlandı tarlanın orta yerinde durdu. Bebek göbek bağını tuttu, tutup kopardı. Cennet eşarbını çıkartıp bebeği kundakladı, köyün yolunu tuttu. Toprak yakan sıcak vardı. Cennet elindeki bebekle yürüyor, yürüdükçe arkasından göbek bağı sürünüyordu. Eve girince kocasına seslendi:
Sana bir oğul verdim,
Bileği var, çeliktendir.
Gözleri var, gökteki kartalı görür,
Ayakları var, bir atı sırtında taşır,
Sırtındaki atla yarışır.
Göğsüne kurşun işlemez, pas geçmez.
Kara bıyıklı kocası evde yoktu. “Yine o avlardan birine gitti herhalde,” diye düşündü. Bir gün oldu gelmedi. İki gün oldu gelmedi. Üçüncü gün oldu kara haber geldi. Kutamış oğlu Belek söyledi:
Ormana girdik en karasından,
Karaca gördük en alacasından.
Kurşun sıktık yemedi,
Tuzak kurduk düşmedi.
Ormandan çıktık taşı teptik,
Taştan geçtik çöle çıktık.
Biz dedik eve dönelim, ev bekler,
O dedi çöle geçelim, karaca bekler.
Sözüne uyduk çöle daldık,
O gece çölde konakladık.
İki ağaç boylu bir adam geldi,
Her gözü bir öküz kadardı.
Çenesinden sarkan uzun uzun sakalı,
Boyunu aşar ayağına dolanırdı.
Elinde bir adam boyu asa,
İzin istedi yanımızda uyumaya.
Ak sakallıdır diye kabul ettik,
Senin kocayı yiyeceğini bilemedik.
Böyle anlatmıştı Kutamış oğlu Belek. Cennet dua etmişti, duası kabul olmuştu. İki gözünden iki yaş geldi. Uzun boylu ihtiyar çatırdanak bacaklarından tuttuğu gibi iki yana ayırmıştı Cennet’in kocasını. Şarıl şarıl kan akmış, çöl kan gölüne dönmüş, kuma kan değmişti. “Haydi gidin,” demişti diğerlerine, “Sizi de şimdi yemeden.” Cennet’in kocasının ayağından yukarısını cumburlop mideye indirivermişti oracıkta. Diğer yarısını kaldırıp omzuna atmıştı, “Mağarama döneyim, diğer yarısını başka zaman yerim,” demişti. Cennet ağlayarak köye, köy meydanına indi. Söylendi durdu:
Dua ettim acımdan, kabul oldu,
Dilerim midenden olursun ihtiyar!
Koca yanaklı kocam vardı canından oldu,
Dilerim midenden olursun ihtiyar!
Beni çiçeklik yaşımda arısız bıraktın,
Dilerim midenden olursun ihtiyar!
Al yanaklı oğlumu öksüz bıraktın,
Dilerim midenden olursun ihtiyar!
Sözümdür, oğlum intikam alacak,
O ihtiyar kazan gibi midesinden olacak!
Gün geçti gece oldu, gece durmadı gündüze döndü. Aylar ardı sıra dizildi, kalkan oldu. Zaman bu, kalkan dinlemedi deldi geçti. Mevsimler yola düştü, her biri konaklayıp yoluna devam etti. Yıllar birer oka dönüştü. Oklar sıkıldı bir yerlere düştü. Ancak o oklar bulunmak için hep arandı, arandı bulunamadı. Oğlan büyüdü bıyıkları terledi. Anası oğlunu yanından ayırmadı. Gözünün önünden kaybolmasına izin vermedi. Göz ucundan azıcık kaysa, yönünü değiştirir, oğlanı göz bebeğine oturturdu. Bir gün anası geldi, dizlerini dizlerine dayadı. Elinde kocaman bir örtü, örtünün içinde yatan bir tüfek vardı. Örtü kat kat olmuştu, tüfeğe kefen olmuştu. Bir kat açtı, iki kat açtı, üç kat açtı. Dördüncüde parlak metali gördü. Askı kayışı, tüfeğin boynuna dolanmıştı.
Bir karış boyun vardı,
Bir arttı bin oldu,
Bebek bebek ellerin vardı,
Örse yattı aslan pençesi oldu.
Tohum tanesi kadar gözlerin vardı,
Zillendi şahin gözü oldu.
Seni besleyecek iki memem vardı,
Birinden süt, öbüründen bal aktı.
Sen asıl yaşına geldiğinde,
Bir elim su verdi, öbürü şarap.
Şimdi senden dileğim var, zamanı geldi,
Al bu tüfeği, al intikamını, vur onu,
O, babanı mideye indiren Gulyabani’yi!
Duyunca bu sözleri Yalpak, göğsü sızladı, başını bir çiçek gibi büktü. Anası tüfeği uzattı, tüfek oğlanın eline bırakıverdi kendini. Yalpak bir defa tüfeği öptü, alnına götürdü. “Söyledin bana söyleyeceğini, gideceğim bulacağım o yabaniyi. Dayayıp göğsüne bu tüfeği, patlatacağım mermiyi. Tüfeğimin ucuna asıp o midesini, köye getireceğim!” Böyle söyledi kara başlı Yalpak, Cennet’in doğurduğu.
Gün doğmaz, şafak sökmez bir zamanda evinden çıktı Yalpak. Gözlerinin altına sürme çekmişti, o yabaniyi ta uzak diyarlardan görebilmek için. Omzuna asmıştı tüfeğini o doymak bilmez ve mağaradan uzanıp kumları silen sakalının ardından yabaniyi deşmek için. Sırtında bir yelek ki koyun kılından yapılma, akan nehirde kendisine sal olması, yağan yağmurda kendisine çadır olması için. Kar yağsa ipek üzerinde yürüdüğünü sanacağı, kuma bassa göl üzerinde yürüdüğünü sanacağı çarıkları ayağındaydı. Köy meydanına gelmişti ki, “Bre bu zamanda nereye gidersin? Henüz kuş uçmaz, horoz ötmez, ” dedi Kırali. Yalpak buna karşılık verdi:
“Kara gözlerimi kararttım, tüfeği omzuma astım. Gideceğim, bulacağım o dev ayakları olanı, gideceğim kum denizine. Dalıp çıkartacağım o çölden yabaniyi. Yıllar önce benden koparttığı parçanın, babamın intikamını alacağım.”
“Dur hele,” dedi Kırali. “Sen yol bilmezsin iz bilmezsin. Varamadan o koca gözlünün, kara bıyıklının yanına, ya kurda gidersin ya kuşa. Az bekle hele, giyeyim kuşağımı, geçireyim ayağıma çarıklarımı ben de seninle gelirim.” Yoldaş oldu böylece Kırali. Yere baktı iz buldu, göğe baktı yol buldu.
Böylece geldiler ormana ağaçları kara olanın. Tepeye, mor kayanın etrafından dolaşırlarken bir tüfek patladı, “Yandım anam!” diye inledi Kırali. Sesi göklere ulaştı. Bir çığlık ki ta öteden duyan saray hizmetçisi elinden sürahiyi düşürdü, ayılar yön değiştirdi kaçıştı, yılanlar kafasını çıkarttı baktı, öte diyarlarda savaşanlar savaşı bıraktı çığlığın geldiği yöne baktı. Sandılar ki Tanrı kızdı, bu savaş bırakılsın. Bıraktılar savaşı, barışıp yurtlarına döndüler. Kurşun Kırali’in ciğerinden girip vücudundan ayırmıştı. Kurşunla birlikte ağaca asılı kaldı ciğer, kuşlara yem oldu. Denilir ki ciğeri yiyenler leyleklerdi, bu yüzden yönlerini bilirler.
Yalpak siper etti başını ağacın arkasına o köklerine ışık vurmayanın. Sağına baktı, sağından kurşun vınladı. Soluna baktı, solundan kurşun aktı. “Bulacağım seni, vurdun yoldaşımı. Yiğitlik değildir senin bu yaptığın, canını almak buradan geçen masumların. Vurdun, kara toprağa toprak oldu karıştı yoldaşım. Göndereceğim seni de onun yanına,” diyerek atıldı Yalpak. Çelik oldu göğsü kurşun işlemedi, koştu ormanda bir aslan gibi vardı düşmanının yanına. Dayadı tüfeği alnına vücudu çıplak olanın, attırdı tüfeğini. Aman diledi çıplak, çamurlu:
Sen benden yücesin, büyüksün
Aman dilerim vurma beni!
Beni orman yetiştirdi, bana rahim oldu
Aman dilerim vurma beni!
Bilmedim ben düşman kim, kim dost
Aman dilerim vurma beni!
Aman diledim vurdular beni,
Köyden gelenler, senin geldiğin
Kıymetlimi aldılar, sevdiğim
Acımadılar, aman diledim
Kaçırdım onlardan bir tüfek
Karar verdim vurmaya o köyden gelenleri
Aman dilerim vurma beni!
Aman dileyeni vurmak olmazdı. Acıdı bu hâline Yalpak, ayağa kaldırdı çıplağı. “Alırdım şuracıkta canını, aman dilemeseydin eğer. Ancak vurdun yoldaşımı, kaybettirdin bana aradığım yolu. Ben yol bilmem iz bilmem. Ne yapmalı şimdi o uzun sakallıyı bulmak için?”
“Ben bilirim,” dedi çıplak, “O uzun sakallıya giden yolu. Bilirim şimdiye kimleri yuttu, kimleri midesinde öğüttü de o buruşuk dübüründen attı. Ben olayım sana yoldaş, götürürüm seni ona. Hem böylece affedersin belki beni, arkadaşının canını aldım diye.” Hoşuna gitti bu Yalpak’ın. Bulacaktı artık koca bıyıklının yolunu. Darmaduman edecek, başına geçirecekti inini.
İki adam yola devam etti. Yürüdüler öylece yağmur demeden, demeden çamur. Geçti o da tıpkı yıllar önce babasının geçtiği gibi. Bastı izlerine babasının, önce sağ ayağını sonra sol ayağını. Ormandan çıkıp taşı teptiler. Taştan geçip çöle çıktılar. Orman bitti, ardı arkası kesilmez çölü gördüler. “Demek buradan geçti babam,” diye düşündü Yalpak. “O hâlde ben de geçeceğim buradan. Ucunda ölüm de olsa geçeceğim. Sonum o öküz gözlünün midesinde olmaksa yine de geçeceğim. Belki sonum babam gibi olacak ama en azından baba oğul bir olacak.” Yürümeye başladılar adım adım altın renkli kumu.
Gözleri fıldır fıldır dönüyordu çıplak olanın. Kıçında bir don, Yalpak’ın arkasından geliyor, sıcak kuma basarak planlar yapıyordu kafasında. “Göreceksin sen,” diyordu. “Benle baş etmek öyle kolay değil. Ben nice söğütler devirdim, asla yıkılmaz dedikleri. Nice oyunlar oynadım da ayaklarını kaydırdım, yere sağlam basar dediklerinin.” Böyle dedi ve Yalpak’a arkasından yanaştı. Yalpak’ın matarasını açtı usul usul ve oluk oluk suyu akıttı. Yalpak bunun hiç farkına varmadı. Çöl sıcağı iyice azdı, yerinde durmadı. Tepelerde sıcak dans ediyor, göğü sanki ikiye ayırıyordu. Yalpak elini matarasına attı, matara hafif geldi. “Ne iştir bu böyle su yok,” dedi. Evirdi, çevirdi. Damladan eser yoktu. O an anladı bu çıplak herifin kendisine oyun oynadığını. “Bre seni hain, dönek! Yoldaşımı vurdun sana acıdım, öldürmedim. Yoldaş olayım sana dedin, yoldaş ettim. Bilseydim böyle olacağını, en başında alırdım canını. Şimdi seni geberteceğim,” dedi. “Seni tüfekle öldürmek haramdır, sıktığım kurşuna yazıktır.” Çöktü üstüne Yalpak, çıplak olanın. Belinden kamasını çıkardı, çıplak olanın boğazına dayadı. “Ben ettim sen etme. Sen benden yücesin, sen benden büyüksün. Beni bağışla!” diyerek ağlamaya başladı çıplak. “Kandım bir kere sözüne, kanmam bir daha sözüne.” Eli sıkılaşmış, kamayı boynundan tam çekecekti ki çığlıklar duymaya başladı. Sağ yanına baktı altın kumlar, sol yanına baktı altın kumlar. İleriye, tepeye baktı. Sesler oradan geliyordu. Omuzundan dolayıp kolunun altından geçirdiği urganı çıkardı, çıplak olanın boynuna bağladı, düğümünü sıkı etti. “Canını yine kurtardın. Şu sesler bir işaret olsa gerek. Vardır hayır belki ölmemende.” Yalpak, urganın ucundan çekiyor, çıplak olan peşinden kurbanlık koyun gibi geliyordu. Altın kumlu tepeyi aştı, tepenin hemen bitiminde bir kuyu vardı. Kuyuya yanaştı, içine baktı. İçinde üç erkek, iki de kadın vardı. Kuyudakiler şöyle seslendi:
İlerlerdik gece gündüz,
Bu altın sarısı çöl diyarında.
Bilmezdik yakalanacağımızı,
Tuzağa düşeceğimizi bilmezdik.
Ay ışıltısı gördüğümüzde büyülendik,
Uykuya daldık bir güzel.
Uyandığımızda kendimizi kuyuda bulduk.
Bekletti yabani bizi burada,
Kümesindeki tavuklar olalım diye.
Zamanı geldiğinde aldı birimizi,
Tek tek eksildik, şimdi senin ellerine kaldık.
Uzat bize o temiz elini, kurtar bizi,
Yabaniye akşam yemeği olmaktan.
Yalpak bu duruma çok üzüldü. Aklından hemen bir şeyler geçti, çıplak olana döndü. “Seni öldürecektim vazgeçtim. Ancak şimdi seni öldürmekten beter edeceğim.” Yalpak tekrar çıplak olanın üstüne çöktü, tekrar belinden kamasını çıkardı. Boğazındaki sıkı düğümlü urganı söktü. Eliyle çıplak olanın boğazına bastırdı, son nefesini veren danalar gibi böğürdü, dilini dışarı çıkardı. Yalpak dili tuttu, bir hamlede ağızdan kopardı. Kanlar fışkırdı, yayıldı etrafa. Kendi kanında az daha boğuluyordu çıplak olan. Ayaklarından tuttuğu gibi kuyudan aşağıya atıverdi. Kuyu, kan kuyusuna dönüştü, düşmenin etkisiyle bayıldı kaldı. Urganın bir ucunu kuyudan aşağıya sarkıttı, “Benim yoldaşımı öldürdü, beni ölüme yaklaştırdı. Şimdi cezasını çekecek. De haydi, urgana sıkı tutunun, önce biriniz, sonra biriniz çıkın. Hepiniz kurtulun,” dedi. Bir bir çıktılar, canlarını kurtardılar. Yalpak’a teşekkür ettiler, oradan ayrıldılar. Altın kumlu tepenin ardına erketeye yattı, yattı düşmanını bekledi bıyıkları terlemiş Yalpak.
Akşam yaklaşıyordu, Yalpak dayanamıyordu. Ağzında damla su, dudağında nem yoktu. Kendinden geçmiş olan çıplak çoktan uyanmış, uyandığı gibi bağırmaya başlamıştı. Bağırıyordu ama boşuna, boşuna sesler çıkartıyordu. Karşıdaki tepeye baktı, kumlar oynaşıyordu. Tepe yıkılıyor, aradan koca ayaklı bir ihtiyar çıkıyordu. “İşte bu o!” dedi. Kum tepelerini yara yara geliyordu. Yalpak’ın on adımı onun bir adımıydı. Yabani kuyunun başına geldi, içine baktı. Sonra kuyunun bir yanına kafasına çevirdi baktı, sonra bir diğer yanına kafasını çevirdi baktı. Üç adam boyundaki elini kuyunun dibine uzattı, çıplak olanı oradan çıkardı. Çıplağı havaya kaldırıp baktı, çıplak çırpınıyor, bir insanın eline düşmüş tavuk gibi çırpınıyordu. Ölsün diye ayaklarından salladığı gibi kuyu ağzına çarptı. Çıplak son nefesini oracıkta verdi. Başladı inine doğru yürümeye, Yalpak ise atlayıp takip etmeye başladı. Arkadan arkadan ses çıkartmadan gidiyordu.
Çölün ortasında kayalıklı bir tepeye vardılar. İhtiyar kayalığı tırmanmaya başladı, beş adım sonra yuvasındaydı. Ardından Yalpak tırmanmaya başladı. Kan ter içinde yuvaya vardı. Yabani, çıplak olanın bir kolonu kopardı bir yere attı, bir kolunu kopardı öte yana attı. En son kellesini kopartıp fırlattı. Kelle döndü döndü mağara ağzına, Yalpak’ın ayaklarının ucundan geçti, yuvarlandı, kayalıktan aşağıya düştü. Öküz gözlü hiç boğazına takılmadan mideye indirdi çıplak olanı, geçti köşesine uyumaya başladı.
“Fırsat bu fırsat,” dedi Yalpak, mağara girişinden başlayan sakalın altına geçti. Sakalın altından ilerleye ilerleye yanına vardı. Tüfeğini hazır etti, kurşunu okşadı. Sakalı ikiye ayırdı, üste çıktı. Bir kurşunu bir gözüne, bir kurşunu öteki gözüne verdi. Sağ göz yerinden fırladı, fırlayıp duvara yapıştı. Göz akı aktı. İhtiyar yerinden fırladığı gibi mağara içinde bağırmaya çağırmaya başladı, göz akının üstüne bastı. İçeride dört dolanıyor, elini mağara duvarlarına sürte sürte elini parçalıyordu. Daha önce yediği hayvanların kemikleri ayağına batıyordu. Gözünden çıkan kan akmış akmış sakalına kadar bulaşmıştı. Yabani koca burnuyla havayı içine çekti, Yalpak’ın kokusu burnunu okşadı. Sağ elini savurdu boş geçti, sol elini savurdu, Yalpak eline düştü. Havaya kaldırdı, parmaklarından bıraktı. Yalpak yabaninin boğazından geçti mideye, oturdu. Gözleri görmez koca ihtiyar, midesini okşadı, elinin tersiyle ağzını sildi, sakalını temizledi. Doymamıştı, köye musallat olmaya gidecekti. Elleriyle yoklaya yoklaya tepeden indi, köyün yolunu tuttu.
Geçti o altın sarısı kumu, kana bulanmış kanlı kuyuyu. Bir adım attı, iki adım attı, üçüncü adımında karnı patladı, yere yuvarlandı. Midesi, bağırsağı altın kuma karıştı. Uzun vücudu yerde yatıyordu. Midesindeyken Yalpak koca ihtiyarın, rahat durmamıştı anasının karnında rahat durmadığı gibi. Ateşlemişti tüfeğini, dağıtmıştı mide duvarını dört bir yana. Usul usul mideden dışarı adımını attı o paslanmaz çelik tüfeğiyle. Üstü başı kanlı, gören bin savaştan çıkmış derdi. Tuttu köyünün yolunu, almıştı intikamını. Ayağına dolanmış koca ihtiyarın bağırsağıyla altın kum tepelerini geçti. Olmayacaktı artık insanı yiyen, bitiren, bir lokmada cumburlop mideye götüren. Kutlu haberi dört bir yana salmaya gidecekti, susuzluktan ölmeseydi eğer.
Çok güzel bir öyküydü. Şiiri ile bize ait tınısı olan bir tür masalsı anlatımıyla, insanı yavaş yavaş geren kurgusu ve kalp kıran finaliyle büyük beğeniyle okudum. Elinize sağlık.
Ayrıca anlatım bozukluğu, kelime hatası gibi sorunları da yoktu, birkaç yüzyıl önce yazsaydınız bugün halk hikayesi diye birbirimize anlatır olurduk o derece başarılı buldum.
Tebrik ederim, gelecek seçkilerde görüşmek üzere…
Önce dedwkorkutu andım,sonrada efsaneler geldi aklıma. Sürükleyici güzel bir öykü. Kaleminize sağlık.
Selam Burak
Öyküyü beğendim. Ellerine sağlık. Anlatımı daha da beğendim. Bir efsaneyi dnliyormuşum gibi bir tını bıraktı kulağımda. Ellerine sağlık.
Görüşme üzere
@MuratBarisSari, @Homeros38, @Umut Sizin de zaten yorumlarınızda belirtmiş olduğunuz gibi masalsı, efsane gibi bir anlatım olmasını amaçlamıştım. Hoşunuza gittiği için sevindim, yorumlarınız için ayrıca teşekkür ederim.