“Her şey bir gaz ve toz bulutuyla başladı…”
Bu, yazdıklarının en güzeli olmaya aday bir başlangıçtı. Ta ki insanoğlunu karakterlerin arasına ekleyene dek. Ama hikâyelerin güzel yanı da bu değil miydi? Onları anlatılmaya değer kılan, parlatan kötü karakterlerin kalitesi değil miydi?
* * *
“Luna, bu eski püskü şeyleri raflara koymak gerçekten işe yarayacak mı dersin?”
“Merak etme, ben ne yaptığımı biliyorum. Şimdinin modası bu. Eski püskü şeyleri raflara diz. Birkaç tane tahta sandalye ve masa bul. Biraz dantel, biraz cam, biraz da sararmış kâğıt, tabii olmazsa olmazımız bir sürü kitap ekle. Al sana müşterilerin önünde kuyruk oluşturdukları bir mekânın efsanevi tarifi!”
Mine gülmekle ağlamak arasında bir ifadeyle baktı arkadaşına. Haklıydı, ama bu durum hoşuna gitmemişti. Bunları düşünmeyi bırakıp kutuların arasına döndü. Eline aldığı ağır bir daktiloyu kafenin içinde gezdirmeye başladı. Koymaya niyetlendiği hiçbir yere uygun görünmüyordu. Bir süre bakındıktan sonra girişteki büyük masanın ortasına bıraktı, sanki yeterince sorunu yokmuş gibi bir de bu dekorasyon konusunda gerilmeyecekti.
Bütün gün orada bekleyen daktilo sanki içerinin havasını ağırlaştırıyordu. Kendisine bir yer bulunmasını talep edermiş gibi iki kızın da dikkatini üzerinde tutmaya çalışıyormuş hissi veriyordu. Gün sonunda yorgun düşen ikili akşam güneşinin kızıl ışıklarıyla aydınlanan daktilonun bulunduğu masanın önünde durdular. Nereye koyacakları konusunda epey tartışmışlardı ama hiçbir yere uygun değildi.
“Bırakalım burada kalsın. Hatta şimdi içine bir kâğıt yerleştireceğim. Böylece müşterilerimize, her zaman buraya gelip içinizi dökebilirsiniz, gibi bir mesaj veririz,” dedi Luna.
Mine, kâğıt yerleştirilirken daktiloya bakmaktan kendini alamadı. Görünüşü çok eski değildi, tuşların üzerinde bulunan metal kabartmalı harfler aynı oranda aşınmıştı. Sanki bu aletle yazılan her yazı titizlikle ölçülmüştü ve bütün harfler aynı sayıda olana kadar yazı yazmaya devam edilmişti. Parmaklarını harflerin üzerinde gezdirdi. Sırf düzenli görüntüsünü bozmak için birkaç harfe kuvvetlice bastı. İçine hapsettiğini sandığı hüzün ve öfke parmaklarının ucundaydı sanki. Daha sert bastı harflere. Daha hızlı.
“Sen çıkmayacak mısın?” diyen Luna’nın sesini duyduğunda hipnozdan çıkmış gibi etrafına bakındı. Luna paltosunu giymiş, çantasını karıştırıyordu.
“Biraz daha buradayım.”
Luna el sallayıp kapıyı arkasından kapattığında altına bir sandalye çekip daktiloyu izlemeye devam etti. Güneş artık batmıştı. Sokak lambaları bir bir yanmaya başlıyordu. Daktiloyu kendisine çekti. Derin bir nefes alıp, bu kez yavaşça dokundu harflere. Daktilonun mürekkebi olmadığı için ne yazdığını göremiyordu. Sadece dokunuyordu. İçinde kopan fırtınaları yazmak istedi. Aldığı her nefesten nasıl nefret ettiğini, devam etmek zorunda olduğu hayatın nasıl bir cehennem olduğunu anlatmaya çalıştı. Dakikalar sonra onu çılgınca yazmaktan alıkoyan şey gözyaşları oldu. Luna görse delirdiğini düşünürdü.
Gözyaşlarını elinin tersiyle silerek ayaklandı. Tam o sırada görünmez parmaklar tarafından kontrol edilen daktilo şıkır şıkır sesler çıkarmaya başladı. Kırmızı renkli mürekkeple bir cümle yazılmıştı. Sonra birden bütün sesler sustu. Mine, aklını oynattığını düşünüyordu. Korkudan hareketsiz kalakaldı. Görmediği varlıklardan korkan biri değildi ancak bu onun için bile fazlaydı. Kalp atışlarını yavaşlatmak istercesine elini göğsüne koydu. Yazı hâlâ oradaydı.
“Çöle giren kimse için geri dönüş yoktur.”
‘Delirmeye başladım,’ diye geçirdi içinden. Belki de yazıyı kendisi yazmıştı. Evet, öyle olmalıydı. Yaşadığı duygu yoğunluğu yüzünden ne yazdığını fark edememişti. Muhtemelen mürekkep önce donuk haldeydi ve yavaş yavaş çözülmüştü. Bulduğu açıklamaya gönülden inanarak hızlıca mutfak bölümüne gitti. Bilgisayarını ve çantasını alıp koşar adımlarla dışarı çıktı. Kapıyı kilitledi ve kepenkleri kapatıp dar sokakta gözden kayboldu.
Mine’nin ayrılmasını takip eden zamanda kafede birbirini izleyen üç ses duyuldu. Birincisi, sinsi bir gülümsemenin endişe verici tınısını taşıyan sesti. Nefes kadar hafifti ve sessizliğin içinde erimesini önleyen tek şey sahibinin kudretiydi. İkincisi, tiz bir sesle hareket eden şaryodan gelmişti. Bu, yeni bir satırın habercisiydi. İkincisi, klavyede görünmez parmakların hareketinden doğan tuş sesleriydi. Hepsi aynı tonda olan yedi tok vuruş kırmızı mürekkeple bir kelime işlemişti kâğıda: ‘ÖZGÜRÜM’
Artık her şeyin ve herkesin kendisini korumaya alması gereken bir zaman gelmişti.
* * *
Mine ertesi gün kafeye geldiğinde yaşadığı olayın tuhaflığını unutmaya kararlıydı. Kapıyı açıp içeri girdi ve elindeki torbalarla doğrudan mutfağa yöneldi. Daktiloyu görmezden gelmeye karar vermişti. Bu hiç kolay olmayacaktı ama aklını kaçırmamak için bunu yapmak zorundaydı. Luna, sabah arayıp grip olduğunu haber verdiğinde kendisi de gelmek istememişti ancak bugün kafeyi açmaya kararlıydı. Büyük bir açılış planlamamıştı. Burası kendisine ait yeni bir yer değildi nasıl olsa. Ailesinin hatırası olan bu yeri olduğu gibi işletmeye çalışarak iki ay geçirmişti ancak birkaç hafta içinde neredeyse hiç müşterisi kalmamıştı. Arkadaşı Luna, biraz değişiklik önerdiğinde içine sinmese de kepenk kapatmak istemediğinden razı oldu. Azıcık araştırma ve bir iki parça alışverişle kafenin havası değişmişti. Artık her yer gibiydi.
Mutfak alışverişinin faturasını kaydetmek için bilgisayarı açınca istemsiz olarak daktiloya ait faturayı aradı gözleri. Kayıtlarda yoktu. Bir kez daha kontrol etti, yoktu. Buna takılmamayı seçerek aldıklarını yerleştirdi. Kahve suyu koydu, kurabiye hamurlarını hazırladı ve bir şarkı mırıldanmaya çalıştı. Bu sırada dakikalar saatleri kovalamış ve daktilonun düşüncesi zihninin derinliklerine çekilmişti.
Günün menüsünü girişte bulunan minik kara tahtaya yazarken ilk müşterisi içeri girdi. Soğuk hava yüzünden suratı kıpkırmızı olmuş, kalın paltosunun içindeyken bile belli olan bir zayıflıkla titreyen adam etrafı yavaşça süzüp “Merhaba, açıksınız değil mi?” diye sordu. İlk müşterisini korkutup kaçırmak istemeyen Mine, yüzündeki tedirgin ifadeyi silip “Tabii buyurun. Ne alırdınız?” diye sordu.
Adam, kendisinin inatla görmezden geldiği girişteki büyük masayı inceledi. Tabii üzerindeki daktiloyu da. Bir süre kararsızlıkla bekledikten sonra duvar kenarına yürüyüp iki kişilik küçük bir masaya kuruldu. Paltosunu çıkarmadı, gözlerini girişteki büyük masaya dikti ve bir bardak kahve istedi. Mine, adama kahvesini götürdükten sonra bu durumun hiç de tuhaf olmadığı konusunda kendisine telkin vererek mutfakta oyalandı. Birkaç saat içinde kafe tenha sayılmayacak kadar kalabalıklaşmıştı. Sokak kafeden yükselen sakin konuşmalarla adeta ısınmıştı.
Mine, yarım saatte bir yeniden kahve isteyen ilk müşterisine bile alışmıştı. Ancak adam yedinci kez kahve istediğinde sabahtan beri bastırdığı endişesi gün yüzüne çıktı. Sakin kalmaya çalışarak adamın karşısındaki sandalyeye oturdu ve kısık sesle sordu;
“Neden buradasınız?”
Adam şaşırmamıştı. Bir an için Mine’nin gözlerine baktı, bitkindi. Ardından daktiloyu izlemeye devam etti.
“Bırakmak istemiştim. Bıraktığımda biteceğini sandım.”
Bu Mine’nin sorduğu soruya bir cevap değildi. Yeni gelen bir müşterinin çağrısı olmasa soru sormaya devam edecekti ancak şimdilik kalktı. Hiç müşterisi kalmayan kafenin bir anda bu kadar canlanması akıl alır gibi değildi. Luna bu işi gerçekten çözmüştü. Ancak bu yoğunluk sorular sormasını engelliyordu. Neyse ki akşama kadar süren müşteri trafiğine rağmen adam hâlâ aynı yerde bekliyordu. Nihayet, kış güneşinin son ışıkları kaybolurken ilk müşterisi dışında kafede kimse kalmadı. Mine söze nasıl gireceğini düşünürken adam anlatmaya koyuldu;
“Nasıl başladığını hatırlamıyorum. Kim olduğumu bile unuttuğum zamanlar oldu. Bir gün önümde bir daktilo ile oturuyordum, parmaklarım morarmıştı. Kollarım sandalyemin kenarlarına sarılıydı. Onları orada tutmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Parmaklarım tekrar tuşların üstüne gitmesin diye kollarımı tutmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Bir ailem var mıydı bilmiyorum. Beni sormaya kimseye gelmedi. Günlerce bekledim. Oturduğum yerden kalkıp odayı terk etmem haftalar sürdü. Kapıyı kilitledim ve onu görmezden geldim. Nasıl hayatta kaldığımı bilmiyorum. Onu satın alması için birini buldum. Gelip evden aldıklarında biraz olsun huzur bulurum sanıyordum. Yıllarca esaretimin bitmesi için yalvardım. Dün gece birdenbire zincirlerimden kurtulmuş gibi hissettim. Parmaklarım klavyenin üstünde olmak için acıyla kıvranmayı bıraktı. Zihnim berraklaşmış, gözlerimin önünde duran duman kalkmıştı. Ama kaçmak için evden çıktığımda kendimi burada buldum. Artık benden ne istediğini biliyorum.”
Bu onun son cümlesiydi. Sanki bütün gün bunun provasını yapmış gibi hepsini bir solukta anlatmış ve ayağa kalkmıştı. Mine, ağlamak istiyordu. Annesi ve babası trafik kazasında öldüğünde tek damla yaş düşmemişti gözlerinden. Şimdiyse hüngür hüngür ağlayabilirdi. Bütün bunlar bir rüya olabilir dedi kendisine. Gözlerini kapattı. Ancak adam ayağa kalkıp daktiloya doğru ilerlerken korkuyla peşinden gitti. Bağırarak çıkmasını söyledi. Adam onu dinlemedi ve daktiloyu kucağına aldı. Mine’nin sabrı taşmıştı. Polis çağırmak için telefona koştuğu sırada adam elinde daktiloyla kapıdan fırladı. Mine de peşinden gitti. Sokaklarda kimse yoktu. Bütün insanlar dünyayı terk etmişçesine bir sessizlik hakimdi. Adam sokakları bir bir aklında bırakıp bir kenarı deniz olan caddeye çıktı. Tek bir araba bile yoktu. Mine dizlerinde derman kalmayana kadar takip etti. Adam deniz kenarına gelince durdu. Mine’ye dönüp bütün dişlerini göstererek sırıttı.
Ve denizin karanlık sularına atladı.
Mine peşinden atlamak istiyordu. Bütün hücreleri bu istekle yanıp tutuşuyordu ancak adam atladıktan saniyeler sonra bir rüyadan uyanmışçasına insanları ve arabaları fark etti. Hiçbir şey anlamıyordu. Ağlamaktan şişmiş gözlerini ovuşturdu. Dakikalarca adamın kaybolduğu karanlık suları izledi. Parmaklarının ucu hâlâ o istekle sızlarken kafeye doğru yürümeye başladı.
Yaşadıklarını birine anlatmalı mıydı? Polise mi yoksa doktora mı gitmeliydi? Kafeye döndüğünde içerisi bıraktığı gibiydi. Tek eksiklik girişteki büyük masanın üzerinde duran boşluktu. Boşluk elle tutulur bir yoğunluktaydı.
Bir süre ne yapacağını bilemez halde bekledikten sonra masaların üstünü topladı. Yerleri süpürdü ve içinin rahat etmesi için iki kez de sildi. Bulaşıkları yıkadı. Paltosunu ve çantasını alıp kafeyi kapattı. Dar sokakta gözden kaybolduğunda aklında sıra dışı hiçbir şey yoktu.
* * *
Bu bir hikâye. Uyku öncesi masalı ya da ateş başı öyküsü değil, gerçek bir hikâye. Zaman ve mekândan bile öncesinde bilinen bir hikâye. Anlatanların uzun yaşamadığı bir hikâye. Kendi yazarını içine hapseden dünyanın en eski ve gerçek hikâyesi.
Yazar bir hikâyeye başlar. Her seferinde yaptığı gibi bir başlangıç cümlesi yazar ve gerisini parmakların harflerle dansına bırakır.
“Her şey bir gaz ve toz bulutuyla başladı…”
Sevgili Ä°rem,
Ä°lk hikayen olduÄunu görüyorum. Aramıza hoÅgeldin. Rıhtımın bu köÅesinde kimi zaman bir kurtadam ortaya çıkıverir kimi zaman bir dev yürür geçer kimi zaman da sen bize Mine’yi getirirsin ve bir daha hiçbirÅey asla eskisi gibi olmaz
Normalde hikayeleri okur ve söylemek istediklerimi konsolide eder yazarım. Ä°lk defa hikayeni okuduÄuma göre Bugün burada farklı bir Åey denemek istiyorum. DüÅüncelerimi hikayenin akıÅı ile paylaÅacaÄım. Yani, bir okuyucu hikayeni okurken aklına gelenleri akıÅa paralel görebileceksin. Umarım, naçizane düÅüncelerimi ifade ederken haddimi aÅıyor olmam.
Bazen hikayeler bir eÅyayala, hisle, müzikle bazen de bir mekanla, anlık bir farkındalıkla ya da zaten akılda dönüp duran bir karakterin yazarı rahat bırakmayıp kaÄıda dökülme arzusundan baÅladıÄını hayal etmiÅimdir/tecrübelemiÅimdir. Senin hikayeni ilk okuduÄumda Mine için okuyucuyu yönlendirdiÄin ilk cümleden baÅlayarak;
öykünün sonuna kadar dikkatimin Mine üzerinde olacaÄını düÅünüyorum.
Dekorasyon, insanı gerer mi? Yoksa burada yazarın demeye çalıÅtıÄı Mine’nin arkadaÅının beklentilerini karÅılamaya çalıÅmak konusunda hassas davrandıÄı mı? DeÄilse, karakterin duygusal bütünlüÄünde soru iÅareti mi var?Bu aÅamada cafenin Luna’ya ait olduÄunu farzediyorum.
Ä°le baÅlayan paragraf için; Yazarın yapısal olarak düÅüncelerini ifadede sorunu olmadıÄını anlayabiliyorum ancak bu paragraf dahil baÅka yerlerde de gördüÄüm için okuyucuyu yönlendirme konusunda cümle yapılarını gözden geçirmesi faydalı olabilir, diye geçiyor aklımdan.
Bu paragraftan sonra ise yukarıda düÅündüklerimde yanıldıÄımı görüyorum. Sonrasında hikaye hızla akmaya baÅlıyor ve kesin bir Åekilde merak uyandırıyor.
Çok güzel bir kiÅiselleÅtirme. Ufacık bir dokunuÅla sadece kafeyi deÄil, bütün hikayeyi ısıttıÄı yerin burası olduÄunu düÅünüyorum. Okuma güzel gidiyor. Hikaye tıkanmadan kolaylıkla akarak buraya kadar geldi. Devam ediyorum.
Kahramanın neden bu kadar endiÅelendiÄini anlayamıyorum. Adam, sakince oturuyordu ve yazar öncesinde okuyucuyu kahramanın duygusal tepkilerine alıÅtıracak bir ipucu vermemiÅti. “Sürekli daktiloyu süzmesi, kapı açılıp kapanırken gerilmesi, uzun uzuzn dalıp gitmesi, Åüpheli kıyafetleri/görünmesi” gibi.
Neden, KorkmuÅ muydu? EndiÅelenmiÅ miydi? Yoksa hikayedeki daktilo tarafından ele geçirildi ve adamın hikayesi buyüzden üzerinde çok etki mi yarattı.
Hikayenin duygusal gerçekliÄinde böyle bir tepkinin altının doldurulması faydalı olabilir mi?
Mine’nin parmak uçları daha önce hiç sızladı mı? Sızladı ise hangi istekle sızladı, diye geriye dönüyorum. Ne yazık ki adamın kendisi için yaptıÄı açıklama dıÅında aynısını Mine’nin de baÅına geldiÄine dair bir ip ucu göremiyorum.
Hikayenin sonuna kadar geldim: yazarın yazabildiÄini düÅünüyorum. Özellikle çözümlemelerde baÅarılı olduÄunu ancak biraz daha bütünselliÄi yakalamak için karakterin duygusal yapılandırılmasına, geçiÅlerin tekrar ziyaret edilmesine ve okuyucuya hikayenin sonunda kendisini nereye pozisyonlandıracaÄına yardım edilmesinin faydalı olacaÄını düÅünüyorum.
Önemli not: okuyucunun ilgisini çekebilen bir yazım tarzın var. Toz ve gaz bulutunun Åekle ve biçime dönüÅmesini çok isterdim. O daktilonun hikayesini, artık kimin özgür olduÄunu ve Mine ile neler yapabileeÄini-aralarındaki mücadeleyi okumayı çok isterdim. Belki baÅka bir konuda okuma fırsatımız olur.
Elinize ve düÅ gücünüze saÄlık
Tekrar hoÅgeldiniz
Sevgiler
Dipsiz
Merhaba😊
Öncelikle hoş buldum. Vakit ayırıp bu kadar detaylı bir inceleme yaptığınız için teşekkür ederim.
Yorumlarınızdan yaptığım en büyük çıkarım acele etmemem gerektiği oldu. Ben kısa hikaye yazacağım zaman kurgu kafamda akıp gidiyor, fakat kelimelerim onlara yetişemiyor. Hikayeyi kafamda bitirdikten sonra aynı duyguyu yazıya dökmekte zorlanıyorum. Yani aslında kısa yazmak bana göre değil.
Bu hikayede de en büyük handikapım buydu. Aslında geri planda hem Mine’nin, hem paltolu yabancının, hem de daktilonun hikayeleri çok derindi. Hissettikleri, yaşanmışlıkları bu kadar yoğun olan ayrı karakterleri bir araya getirmeden önce çok uzun bir zaman geçirirsem amaç dışına çıkmaktan korktum. Herkesi bir araya toplayıp olayın özünü vereyim derken de ipin ucu biraz kaçtı. Mesela dekorasyon insanı rahatlatan bir aktivitedir normalde, ama Mine’nin geri planındaki hikayede günlük rutinleri için bile mücadele vermek zorunda, bu yüzden dekorasyon yapmak gibi zevkli bir iş onun tarafından halledilmesi gereken bir sorun olarak algılanıyor. Mine, hayatı boyınca insanlarla iletişim kurma konusunda oldukça minimalist bir tutum sergilerken birden ailesi yok oluyor ve yapmaktan uzak durduğu ne varsa tam da onunla uğraşmak zorunda kalıyor. Duygu durumlarındaki ani değişimleri, durup dururken eyleme geçmesi tamamen iç ve dış dünyası arasındaki savaşla ilgili.
Daktilo’nun hikayesi ise apayrı. Onu ben de başka bir uzun soluklu hikayemde ele almak istiyorum. Umarım bir platformda sizinle de buluşturabilirim.
Tekrardan çok teşekkür ederim.