Öykü

Vakıa-yı Ardiye

İki katlı taş bina cadde ile çıkmaz sokağın hemen köşesindeydi. Alaturka evler gibi cumbalı değil aksine geniş ve ferah pencereleri olan bir evdi. Genç kız gecenin ilerleyen saatlerinde uyku tutmadığı için yattığı odanın penceresini hafif aralamış sessiz sokağı seyrediyordu. Birden sesler duydu. Önce koşan birinin ayak sesleri yankılandı soğuk taşların üzerinde. Dışarıdan görünmesin diye gaz lambasının fitilini iyice kıstı. Çömeldi ve iyice araladığı perdenin arasından neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Önce bir gölge geçti aceleyle. Karanlıktı ama aydede tüm haşmetiyle gökyüzünde parladığı için ortalık aydınlıktı. Mehtap sarı ışıklarıyla bir an duran ve soluğunu düzenlemeye çalışan kaçağı aydınlattığında Nalbant İbrahim’i tanıdı.

Zayıf orta boylu koyu tenli bir delikanlıydı İbrahim. Çay boyundaki dükkanlardan birinde nalbant kalfası olarak çalışıyordu. Kız yukarıdan baktığında biraz dikkat etse gölgenin yüzündeki çiçek bozukluğunu bile fark edebilirdi. Bütün kasaba İbrahim’in güzel Eleni’ye aşık olduğunu, aşkının karşılıksız olmadığını; Eleni’nin babasının bu aşka izin vermeyeceğini biliyordu. Zaman zaman kızın evinin çevresinde dolandığı da herkesçe bilinen bir sırdı. Ama garip olan İbrahim’in bu ziyareti neden bu kadar gürültüyle yaptığıydı. Delikanlı bir kaç saniyelik duraklamadan sonra yoluna devam etti. İşte tahminlerinin ne kadar gerçek olduğunun bir kanıtını daha görmüştü. Gölge belirgin bir şekilde aksayarak yürüyordu. Belli ki kaçıyordu. O zaman neden bu çıkmaz sokağa girmişti, anlayamadı uykusu kaçan genç kız. Kaçak sokaktan içeri gölgelerin arasına yöneldi. Daha göz eriminden henüz çıkmıştı ki kalabalık bir gurup sokağa daldı. Bunlar devriye gezen askerlerdi ve başlarında da Tüccar Zihni’nin oğlu Rıza vardı…

Rıza, babasının merkezde duran büyük basma mağazasında çalışıyordu. Çalışıyordu ama patron olan Baba Zihni mi yoksa oğul Rıza mı anlaması zordu. İşinin gereği her türlü kişiyle ilişkisi olan yaşlı adam gayri müslimlere karşı mesafeliydi, ya oğlu. Batı Anadolu’nun bereketli topraklarında içinde koca bir çayın geçtiği bu kasabada askerlik yaşı gelip geçtiği halde askere gitmeyen birkaç kişiden biriydi Tüccar Zihni’nin oğlu. Bu askerlik bahsi açıldığında yaşlı adam ya başını eğer sessizce dinler veya müsaade alır oradan uzaklaşırdı. İşte o Rıza önde, palikaryalar arkada sokağa dalmışlardı. Manganın ayak sesleri gecenin sessizliğini bozuyor yukarıdan olanları anlamaya çalışan Aydedeye kadar varıyordu. Oda utanmış olacaktı ki önüne koca bir bulut perdesi çekti.

“Bu sokağa girdi” dedi Rıza her zaman görüştüğü genç Yunan subayına. İlerlediler ama yüz metre kadar ileride terk edilmiş kocaman bir ardiye ile sokak son buluyordu ve ortalıkta kimse görünmüyordu. Rızanın yüzünde bir gülümseme belirdi “Topal fare kapana kıstı” dedi. Bu yıllardır boş olan yapının başka bir kapısı yoktu. Komutanın ciddiyetini görünce ciddileşti.

“Hadi Yero, kuş kafese girdi, ne bekliyoruz” Genç Yeresimos Selanik yakınlarındaki bir köyde doğmuştu. Anadolu’ya geldiğinde büyük idealleri vardı. Ülkesi için geniş fetihler yapacak ve Ulusunun parlak bir fatihi olacaktı. Ama şimdi yüzyıllardır aynı kalan bu köhne yere saplanıp kalmış, kaçak aşıklar peşinde koşuyordu. Sabah komutanını yanına çıkıp doğu cephesine gönderilmesini isteyecekti. Biliyordu ki orada ulusuna daha yararlı olacaktı. Askerlerine içeri girmeleri için emir verecekti ki omzuna bir el dokundu. “Ya bir tuzaksa” Acil durum mangasının komutanı, Yeresimos’un aklını başına getirdi. Ya başından beridir bu bir oyunsa. Kendilerini tuzağa çekiyorlarsa. Son zamanlarda birkaç kayıpları vardı ve adamlarını dağda bayırda bulmuşlardı.

“Benden böyle bir şey beklemiyorsun değil mi” dedi Yeresimos’un yüzüne bakarak. Kendi ülkesine ihanet etmekten çekinmeyen şımarık zengin veledi böyle bir oyuna girişmezdi. Bir an süren sessizlikten ikna olmuş olmalıydı ki askerlerine içeri girme emrini verdi. Adamlardan biri ileri çıktı. Yanlarında getirdiği kocaman meşaleyi yaktı. Az önce kaçağın girdiği yerden geniş ve yüksek kapının aralığından içeri girdi. Ardından da manganın kalan askeri de içerideydi.

Önce kanat sesleri duyuldu. Belli ki ardiyenin sakinlerini rahatsız etmişlerdi. Kırmızı alevler yıllardır boş olan kocaman binanın içini aydınlattı. Yerden tavana üç adam boyu vardı ve yukarıda mertekler aşıklar kirişler yer yer çökmüş olsa da yıllardır görevini yerine getirmiş, koca çatıyı taşımışlardı. Gözler kaçak birinin saklanabileceği yerleri aramaya başladı. Kapını solunda dipte küçük bir yığın vardı sanki. Bakışlar oraya yoğunlaştı. İçeri girenler mutluydular. Mutluydular bu bir tuzak değildi ve kaçağı çok kolay tutuklayacaklardı. Manga komutanının işaretiyle tüfekler nişan alma durumuna getirildi. Yeresimos yanlarından biraz uzakta olan Rızaya baktı Adam ne yapması gerektiğini anlamıştı. Kasabada sevilmediğini biliyordu ama bu olaydan sonra daha da sevilmeyeceğini anlamıştı. Gecenin karanlığında orada görünmemeyi çok isterdi. Bu nedenle omzunu isteksizce silkti. Genç komutan yanına vardı ve süngüyle kendisini dürtünce “Teslim Ol” diye bağırdı. Daha doğrusu o bağırdığını düşünüyordu ama ses boğazından o kadar zayıf çıkmıştı ki. Askerlerden biri kendisini kurtardı bu zor durumdan “Teslim ol Turko” dedi gür bir sesle. Önce bir cevap gelmedi ama komutan yardımcısı havaya bir el sıkınca süprüntülerin arasından bir gölge çıktı elleri yukarıda. Ağır adımlarla yaklaşmaya başladı. “Ben bir suçlu değilim diyordu alçak bir sesle.

“Ben suçlu değilim” diyordu ama böyle bir yerde kıstırılmak yerine bu sakat ayağıyla cephede ya da çetelerden birinde olmayı çok isterdi. Birkaç adım daha yaklaştığında Rıza’nın olduğu yöne kocaman bir tükürük attı. Rıza pantolonunu paçalarına gelen balgama bir baktı ve yurttaşına bir tokat attı. Nalbant altta kalacak gibi değildi ve okkalı bir yumruk çıkarttı. Askerler araya girmeseydi iki delikanlı birbirlerini boğazlayacaktı. Tüccarın oğlu bir an önce bu topaldan kurtulması gerektiğini anlamıştı, belki de hemen. Bir asker bir adım öne çıktı. Elleri hala havada duran gencin üzerini aradı. Hiçbir şey bulamayınca sessizce geri çekildi. Komutan işaretle önlerine düşmesini istedi. Kapıya yöneldiklerinde Rıza geride kalan askerlerden birinin yanına yanaştı. “Onu vur dükkandan istediğin kumaş topunu al git” dedi. Asker adamın yüzüne verilen ödülü azımsar gibi bakınca “O bir kaçak, üstelik bir Türk… Bir kese de altın” dedi. Eğer bu nalbant parçası aradan çıkarsa çakır gözlü güzel Eleni kendisine kalacaktı. Adam tüfeğinin dipçiğini omzuna yasladı. Alaca karanlıkta nişan aldı. Parmağı tetiğe yaklaşınca boşlukta güçlü kanat sesleri yankılandı.

İlk darbeyi omzunda tüfeği olan asker aldı. Tek harekette baş gereksiz bir nesneymiş gibi omzunda sallanmaya başladı. Zavallı asker ne olduğunu anlamamıştı bile. Arkadaşını gören diğeri olduğu yere yığılmıştı. Bu sayede o geceden sağ kalanlardan biri olmuştu. Güçlü bir nefes ortamı aydınlatan tek meşaleyi söndürmüştü. Birkaç el silah sesi duyuldu. Silah seslerinin arasında duyulan acı dolu bağırışlar gecenin karanlığında yankılanıyordu. Kimini boynu, kiminin kolları bacakları kırılıyordu. Bir öfke cisim bulmuştu sanki, bir kasırga karanlık ardiyede esip gürlüyordu. Sağ kalanlar çığlıklar içerisinde kendilerini dışarıya atmışlardı. Nalbant, o hengâme de korkuyla geriye duvarın dibine kadar çekilmiş ve küçük bir çocuk gibi sinmişti. Yıllardır olmadığı kadar dindardı. Nenesinin kendisine öğretmeye çalıştığı duaları yalan yanlış okuyordu. En son gördüğü kıyımı yapanın kurbanlarının boyunlarını ısırmasıydı. Göz kırpılacak kadar kısa bir süre o mahlukla göz göze geldiler. Bir saniyeden fazla kor gibi yanan gözlere bakamamıştı. Olan bitene kimsenin inanmayacağını biliyordu. Üstelik anlatmak istese de artık anlatamazdı. Çünkü yılların aksak İbrahim’i artık ‘Lal İbrahim’ olmuştu. Dizlerinin üzerine yığılan Rızaysa secdeye kapanır gibi öylece kaskatı kalakalmıştı. Ağzından yeşil köpükler sızıyor toz toprak içindeki zemine akıyordu. Korkak yüreği durmuş son nefesini vermişti. Fırtına başladığı gibi güçlü kanat sesleri arasında aniden sona ermişti.

Kadın okuduğu Kur’anı nazikçe kapattı, dizlerinin üzerine koydu. Dudakları hafif kıpırdadı ve kendi duyabileceği bir şekilde ‘Amin’ dedikten sonra yerinden doğruldu. Yatakta günlerdir yatmakta olan oğluna döndü. Odadaki tek pencereden sızan zayıf ışıkta gözünün bebeği oğlu çok daha zayıf gösteriyordu. Birden irkildi, pencerenin açık olduğunu fark etti. Nasıl olur, her iki kanadı da kendi elleriyle kapattığını, alt ve üst sürgülerini sürdüğünü biliyordu. Titreyen bacaklarıyla birkaç adım atıp tekrar kapattı. Yıllar önce emzirdiği, dizlerinde hoplattığı en iyi mekteplerde okuttuğu Yekta’sının bu halde mi görecekti. Göz pınarları bir kere daha doldu.

Oğlunun bu hale nasıl geldiğini bilemiyordu. Birkaç hafta önce payıtaht’tan gelince bitkinlik vardı üzerinde. Hasta olduğuna değil de yorgunluğuna yormuştu civanının bu halini. Bir kaç gün sonra da yatağa düşmüştü. Önce yukarıda konağın geniş bahçesine bakan havadar bir odada yatırmışlardı. Ama delikanlı bu duruma derin uyku haline geçmeden önce şiddetle karşı çıkmıştı. Tabip Muzaffer Bey’de onay verince aşağıda bodrum katı sayılabilecek bu yerde yatırmaya başlamışlardı adamı. Damarları iyice belirmiş kuru elleriyle oğlunun sakalları uzamış yüzünü okşadı. Bir yandan da dudakları kıpır kıpırdı. Nefesini yavaşça hastanın üzerinde gezdirdi ve kapıya yöneldi. İşte o zaman kapının hemen yanına raptedilmiş raftaki bibloyu fark etti. Bir sürahi kadar boyu olan renkli boyalarla süslenmiş bir bebekti. “İlahi Remziye” dedi. Bu ucubeleri kaldırmasını söylemişti ama hala odada duruyordu. Bunun hesabını hizmetçi kızdan soracaktı. O zaman üst kattan gelen güçlü kapı sesini duydu. Daha kendisi ahşap merdivenlere varmamıştı ki Dadı kapıyı açmak için sofayı geçmişti. Merdivenlerden çıkarken kapı aralığından gelenleri gördü. Hem korktu hem de nefret etti.

Sokağın hükûmet konağına çıktığı noktada kocaman bakkalı olan Yılların esnafı Takis Efendi kapıdaydı. Kalfa hanımının geldiğini görünce hiçbir şey demeden sessizce yana çekildi. Rütbeleri omzunda genç bir yunan subayı bir adım geride dinliyordu. “Büyük hanım bu beyler sizi görmek istiyor” dediğinde yüzünde belirgin bir mahcubiyet vardı. Arkada duran genç bir adım kapıya yaklaştı yarı Rumca yarı Türkçe “Ev sahibini görebilir miyim” dediğinde Takis subaya öfkeyle baktı. Yıllardır gelmelerini bekledikleri ordu gelmişti, gelmişti ama yanlarında büyük bir hayal kırıklığı getirmişti. Bu kadar sertlik bu kadar kan ve vahşet görmeyi beklemiyordu. Kadın kapı arasından gelenlere anlamsızca baktı. “Dün gece olanları duymuşsunuzdur”

“Ben hiçbir şey duymadım” dedi sert bir şekilde adamın sözünü keserek. “Nasıl duymazsınız bütün kasaba yıkılıyor olanlardan” İstediği merakı kadını yılların izlerini taşıyan derin çizgili yüzünde görmüştü. “Bir cani peydahlanmış ve dostlarımıza zarar veriyormuş” dedi. Şefika Kadın bir şey anlamamıştı. Hizmetkarı “Sabaha karşı çayın öte yakasında eski bir ardiyede olmuş vakıa. Tüccar Zihni’nin oğlu da parçalananların arasındaymış dediler. Orta yaşa merdiven dayamış kadının yüzüne öfkeyle bakınca kadın sesini çıkarmadı. Şefika Hanım yılların bakkalına dönerek “Eee” dedi “Konunun bizimle ne ilgisi var”

“Hani senin oğlan” diyesi vardı ama dudaklarından o kelimeler çıkar çıkmaz evin hanımefendisinin çığlığı andıran sesi duyuldu. “Efendi, efendi ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Benim Yekta’m günlerdir hasta, yatağında kıpırdamadan yatıyor.” Takis Efendi yaptığından utanmış gibiydi. Daha iki gün önce eşi Maria geçmiş olsuna gelmişti. Akşam eve döndüklerinde kocasına “Çocuk sanki derin bir uykuda. Nefes aldığı bile belli değil” dememiş miydi? O anda kır saçlı kısa boylu bir adam kapıda belirdi. “Gelin sizleri hastamızın yanına götüreyim” Olanları öğrenen kasabanın Tabibi Muzaffer Beydi gelen. Elinde bastonuyla ayakta durmakta zorlanan kadının koluna girdi. Salondaki ilk koltuğa oturttu. “Sizin çarpıntınız başlamış” Hizmetçi kıza dönerek “Büyük Hanımın ilacını getiriniz” dedi. Yılların tabibine kadının itaat etmekten başka çaresi yoktu. Konukların merdivenden inmeleriyle çıkmaları arasında çok zaman geçmemişti. Subay ve diğerleri özürler dileyerek konaktan ayrıldılar. Bu olay içinden çay geçen küçük kasabanın mütevazı tarihine Vaka-yı Ardiye diye geçmişti.

Tek pencereden aydınlanan odanın loş ışığında güçsüz bir el üzerindeki kalın yorganı açtı, yavaşça yatağından doğruldu. Titrek adımlarla kapının yanına vardı. Güleç yüzlü bir köylü kızının resmedildiği bebeğe uzandı. Yerinden hafifçe doğrularak iki eliyle kavradı ve bebeğin üst parçasını çekti. Kapak açılınca aynı resmin işlendiği bir başka bebek çıktı içinden. Onu da açtı ve içindeki diğer bebeği ve sonra diğerini. En son elinde iki parmağının arasına sığabilecek bir bebek kaldı. Kapağını aralayınca hafif bir duman fosforluymuşçasına sızmaya başladı. Burnuna yaklaştırdı. Derin bir nefes çekti. O geceyi hatırladı. Romanya’da soğuk bir sabah kaldığı han odasında bulmuştu bu armağanı. Güzel Nadia’sı “Bu en içteki bebek gibi beni sakla yüreğinin en derininde” yazılmıştı Matruşkanın hemen yanına bırakılan küçük nota.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.