Öykü

Matruşka Cinayetleri

Sokağın başında bekleyen polis arabasının ışıkları fırıl fırıl dönerken adli tıp yetkilileri ile birlikte olay yerine aynı anda gelebildim. Bu aslında benim için beklenmedik bir durum, çünkü geç kalmakta üzerime yoktur. Önceki akşam biraz fazla kaçırmanın etkisi de olabilir tabi.

Apartmanın etrafında dizilmiş mahalle sakinleri ne olduğunu anlamaya çalışarak polis memurlarının bir şeyler söylemesini bekliyorlar ama kimsenin ağzını bıçak açmıyor.

Kimliğimi apartmanın girişini tutmuş yeni yetme polislerden birinin suratına uzatıp içeri adımımı atıyorum. İçerisi de dışarısı gibi meraklı bakışlarla, kapısına çıkmış apartman sakinleriyle dolu.

Dördüncü kata doğru tırmanırken gözlerim önce etrafa yerleştirilmiş bir kamera arıyor. Hırsızlara karşı artık her apartmanda bu tür önlemler görmek mümkün ama Şişli’nin kuytu sokaklarından birindeki bu izbe binaya kamera takmaya tenezzül etmemişler bile. İkinci kata geldiğimde asansör olmayan bu apartmanın zamana meydan okuyan zemininde bir şeylere basıp dengemi kaybediyorum. Altı numaralı kapının önüne birisi kusmuş. Yüzümü ekşiterek yukarı tırmanmaya devam ediyorum.

Dördüncü kata ulaştığımda dizlerimde derman ciğerlerimde de oksijen kalmadığını hissediyorum. Dairenin kapısında beni Necati karşılıyor. Gözlerinden yorgun olduğu anlaşılıyor ama iki gündür çalışmaktan mı yoksa yeni doğan kızının tüm gece ağlamasından mı belli değil.

Kasvet dolu evin her köşesi karanlık bir kuyu gibi. Eskiden yeşil olduğunu sandığım ama rengi neredeyse beyaza çalmış olan perdeler dışarıdan gelen güneşi kesmeyi becerdiği kadar tavandan sarkan ampulün soluk ışığını da kifayetsizce yansıtıyor. Gözlerim soluk ışığa bir nebze alıştığında Necati’nin ardı sıra bir odaya doğru yöneliyorum. Odanın içi havasız ve Ekim ayında olmamıza rağmen oldukça sıcak.

-Dünkü cinayetlerin devamı gibi amirim!

Yapay ışıklarla aydınlatılmış yatak odasının ortasında yatağa sırtüstü uzanmış bir erkek cesedi görüyorum. Yine çırılçıplak, yine tam boğazına saplanmış bir bıçakla öldürülmüş. Ve yine gözleri açık. Son anını yaşadığı andaki dehşet, bana İlya Repin’in “Korkunç Ivan ve Oğlu Ivan” tablosunu hatırlatıyor. Karşımdaki ceset bana aynı gözlerle bakıyor sanki.

– Yine var mı şu oyuncaktan?

– Matruşka mı amirim? Maktulün karnına bırakılmıştı, parmak izi kontrolü için aldık.

Parmak izinden yine bir şey çıkmayacağından eminim ama yine de bir ihtimal diyorum içimden.

– Kimmiş?

– İsmi Kadir Demir, 32 yaşında, Uluslararası bir ticaret firmasında çalışıyor.

– Ölüm saati belli mi?

– Yok amirim, Mahmut abiye haber gönderdim birazdan gelip inceleyecekler.

– Komiser Mahmut!

– Efendim amirim?

– Böyle abi, kardeş muhabbetine ne zaman başladınız anlamıyorum ki, “Bey” deyin, “Komiserim” deyin, “Amirim” deyin ya da direkt isminizle hitap edin. Nedir bu “kardeşim”, “abim”, “kankam” edebiyatı. Burası Polis teşkilatı, ciddi olun biraz.

Necati bozulmuşa benziyordu ama gözlerini kaçırmadan bana bakıp “Emredersin amirim” dedi.

Konuşmasında ne samimiyet ne de gerçek bir ders çıkarma var. Geçiştirmeye çalıştığı her halinden belli oluyor. İçimden okkalı bir küfür savurmak geçiyor ama kendimi tutuyorum. Kendi kendime sözüm var, o yüzden küfür edeceğim zaman aklıma ilk gelen şeyi söylüyorum karşımdakine. Ne kadar anlamsız olduğu hiç önemli değil, yeter ki ağzımdan küfür çıkmasın, yoksa kendimi alamayıp ciğerlerimde hava bitene kadar susamayacağımın farkındayım.

– Şalgam suyu iyidir Necati, acıysa daha iyidir.

Necati’yle üç sene önce İstanbul’a tayini çıktığından beri birlikte çalışıyoruz. Ne bok yediğinin ve benim de sinirlendiğimin farkında. Oralı bile olmuyor.

– Komşulardan bir şey gören ya da duyan olmuş mu?

-Yok amirim, kimse gürültü patırtı ya da tartışma duymamış. Dairenin kapısı da zorlanmış gözükmüyor. Bir tek maktulün karşı komşusu Mehmet bey gece yarısına doğru maktulün kapısının kapandığını işitmiş ama garip bir durum olacağını düşünmediği için kontrol etmemiş bile.

– Yönetici ile konuştunuz mu? Apartmanda bir yerlerde kamera falan var mıymış?

– Pek konuşabildim sayılmaz amirim. Yönetici altı numaradaki Filiz hanımmış ama kadına olayı anlatmaya çalışırken neredeyse üzerime kusuyordu. Çok fazla soru sorma fırsatım olmadı ama telefon numarasını aldım, sormak istediğiniz bir şey varsa arayayım.

– Yok, gerek yok, daha fazla kusturmayalım kadını.

Bu kasvetli ve karanlık yatak odasında olayların bütününü görme ihtimali pek yok. Tıpkı bir yerin çok ama çok yukarılardan çekilmiş fotoğrafına bakıp sonra o yerdeki sokakları gezerken hayal kırıklığına uğramak gibi. Her şeyi ve her yeri bir kuşun yukarıdan bakışı gibi göremiyorsunuz hiçbir zaman.

– Ben büroya geçiyorum. Siz de işiniz bitince hemen gelin, ne yapacağımıza karar verelim.

Necati başını “evet” anlamında sallayıp yeniden işinin başına döndüğünde oradan ayrılacak olmamdan dolayı memnun olmuş gözüküyor. Rahat rahat “kanka” muhabbetine devam edebilecekti diğer polis memurlarıyla.

* * *

Bir yeri kendi gözlerinizle görmek ve fotoğraflardan görmek arasında nasıl bir fark olabilir, işte elimdeki fotoğraflarda bu soruya az çok cevap verebiliyordum. Oradayken sadece gözleriniz değildir size rehberlik eden, aldığınız kokular, fotoğraf karesine girmemiş bir renk, yürürken ayağınızın altında ezilen bir yaprak ya da tüylerinizi ürperten bir dokunuş. Orada olmak her ne kadar herşeyi hissetmenize neden olsa da fotoğraflara defalarca bakabilmek de ayrı bir avantajdır. Hele ki baktığınız bir olay yeri fotoğrafı ise.

Cinayet bürosunun yuvarlak masasının etrafını doldurmuş, fotoğrafların bahşettiği bu avantajı kullanıyorduk. Donmuş karelerdeki çıplak maktuller, etrafta delil sayılabilecek eşyalar, ortamdaki parmak izleri ve o korku dolu son bakışlar. Maktullerin canlarının çekildiğini anladıkları andaki yüz ifadeleri.

Kadir, Ferhat ve Hakan. Bakışların sahipleri.

Kadir bir ticaret firmasında çalışıyormuş, Ferhat ise avukat ama bizim tarafın avukatlarından değil, daha çok ticari davalara bakıyormuş. Hakan ise babadan zengin bir tüccar çocuğu. Bir ipin üzerine atılmış düğümler gibiler. Hepsi birbirine bağlı ama düğümleri çözmeden ipin ucuna ulaşmanın imkanı yok.

Bakışlarımız tek bir noktaya doğru odaklanıyordu. Üç ceset ve bu üç cesedin üzerlerine bırakılmış birer Matruşka.

– Nedir bu Matruşka’ların olayı?

– Amirim biliyorsunuz Ruslar tarafından ortaya çıkmış bir oyuncak ya da hediyelik eşya. Herbiri birbirinin içine geçebilen oyuncak bebeklerden oluşuyor. Türkiye’de de hediyelik eşya satan birçok yerde bulmak mümkün. Maktullerin üzerinde bulunanların de belirgin bir özelliği yok. Boyutları ile cinayetlerin işlenme zamanları eşleşiyor. Katil en büyük matruşkayı Ferhat’ın üzerine bırakmış. Adli tıp raporuna göre Ferhat’ın ölüm saati dün akşam altı ile sekiz arasında gözüküyor. Bir sonraki cinayet ise Hakan, onun üzerine de bir boy küçük matruşka bırakılmış.

Kadir ise en son işlenen cinayet, onun üzerinde de en küçük olan matruşkayı bulduk.

– Peki kaç tane oyuncak çıkıyor bu meretin içinden?

– Oyuncağın fiyatına göre değişiyor amirim.

– Alıcı değilim Necati, sadece bakıyorum.

– Yani amirim birkaç satıcıyla konuştuk, pahalı olanların içinden 8 taneye kadar oyuncak çıkabiliyor ama bizdeki örnek için Eminönü’deki bir satıcı beş ya da en fazla altılı bir oyuncak olabileceğini söyledi.

– Yani katil eğer elindeki tüm matruşkaları kullanmak niyetindeyse bize birkaç gün uyku yok!

Masanın bir köşesine tünemiş sözde bilgisayar uzmanımız Levent’in gözleri önünde açık dizüstü bilgisayarın ekranından yansıyan beyaz ışıkla parıldıyordu. Bilgisayarının hemen yanına maktullerin kimliklerini yerleştirmiş belli aralıklarla kimliklere bakıyordu. Aramızdaki hiçbiryere varmayan konuşmaları dinlediği söylenemezdi. Neden sonra cebinden maaşıyla yüz seksen altı taksitle ödeyebileceği telefonunu çıkarıp bir numara tuşladı. Dinlenmemek istercesine yerinden kalkıp sigara dumanından iyice havasız kalmış odadan koridora çıkıp gözden kayboldu. Bir süre sonra yanımıza döndüğünde yüzünde bir şeyler yakaladığına dair bir kıvılcım seziliyordu. Göz göze geldiğimizde gülümsemeye başladı.

– Ne buldun Levent?

– Amirim sabahtan beri maktuller arasında bağlantı kurmaya çalışıyorum. Bakmadığım yer kalmadı. Aynı yerde çalışmadıkları kesin, aynı yerde oturmadıkları da kesin, hepsi kendi evinde öldürülmüş. Üçünün de yaşları birbirine yakın. Kadir 32 yaşında, Ferhat 33, Hakan da 32 yaşında. Belki aynı üniversitede okumuşlardır diye düşünmüştüm ama oradan da bir şey çıkmadı. Kadir İstanbul üniversitesinden mezun olmuş, Ferhat ise Marmara Hukuk mezunu, Hakan ise dört farklı üniversitede okumuş ama hiçbirini bitirememiş. Hadi üniversiteyi de geçtim, ilkokullarına kadar kontrol ettim ama hiçbiri aynı okulda okumamış amirim.

– Yani bir yere varamıyoruz.

– Maalesef amirim, ama sonra adreslerini kontrol etmeye karar verdim. Hepsi kendi evinde öldürülmüşler ama belki aynı evde daha önce yaşamışlardır ve birbirlerini bu şekilde tanıyorlardır diye düşündüm. Eskiye doğru her birinin adreslerini teker teker kontrol ettim. Hakan’ın adresi son sekiz yıldır aynı. Sarıyer’de kendine ait bir villada yaşıyor. Dün bütün günümüzü geçirdiğimiz şu deniz manzaralı villa, hatırlarsınız. Ama Kadir ve Ferhat’ın adreslerini kontrol ettiğimde iki sene öncesine kadar Kadir’in şu andaki evinde yaşıyorlarmış. Şişli’deki apartman dairesinde.

– Eh peki, tamam, bu ikisinin nereden tanıştıklarını artık biliyoruz. Peki Hakan?

– Hakan’la ne gibi bir bağlantıları var henüz bilmiyorum amirim. Ama bir başka bilgiye daha ulaştım. İki sene önce aynı evde bir başkası daha yaşıyormuş. Sadri Demir diye birisi. Kadir’in amcasının oğlu. Nüfus müdürlüğünün internet kayıtlarında yeni adresini bulamadım ama eski usül her zaman işe yarıyor.

Levent elindeki binlerce liralık telefonunu bana doğru havada sallayarak devam etti.

-Nüfus müdürlüğündeki çalışan bir arkadaşım var, henüz internet kayıtlarına aktarılmamış bilgilerden Sadri’nin şu andaki adresini öğrenebildim.

Kafamı masanın etrafında gezdirip Necati’de sabitledim, ben daha cümleme başlamadan ihalenin ona kaldığını anlamıştı.

– Gidip alın gelin şu Sadri denen adamı bakalım bize ne anlatacak.

* * *

Sağ göz hafif şişmiş, içine de kan oturmuş. Hırpalandığı kesin, Necati’nin bazen elinin ayarı olmuyor.

– Kaçmaya çalıştı amirim.

– Peki öyle olsun bakalım.

Sorgu odası yalnız, sorgu odası pis, sorgu odası terden leş gibi kokuyor. İki sandalye, plastik olanlardan. Birinde Sadri, diğerinde hiç kimse. Pişti mi oynayacağız ki, kimse oturmuyor sorgulananın karşısına.

– Anlat!

– Ne anlatayım memur bey?

– Kimsin, nesin, nerelisin, niye bizimkilerden kaçtın? Sen hele bir başla da gerisi gelir.

– Korktum. Gece gece tepeme iki tane ayı gibi adam dikildi, Kadir abimi öldürenler sandım ve kaçtım.

– Ha, konuyu az çok tahmin ediyorsun o zaman. Niye buradasın, seni neden aldık mesela.

– Ben bir şey yapmadım ki? Ne söylememi istiyorsunuz?

– Kadir ve Ferhat’la aynı evde yaşıyormuşsunuz. Hakan’ı nereden tanıyorsunuz.

– Hakan benim arkadaşımdı, uzun süredir Hakan’ın firmasıyla çalışırım. Demir alır satarız İstanbul’da. Kadir abimi ve Ferhat’ı Hakan’a ben tanıştırdım. Biz o zaman aynı evde kalıyorduk, Hakan da arada sırada bize uğrardı. Sonra Ferhat başka bir eve taşındı. Ben de biraz elim para görünce Kadir abimin yanından ayrılıp kendime bir ev kiraladım. Sonra pek görüşmedik.

İnsanı yalan söylerken en çok neresi ele verir? Kimi gözler diye düşünür. Ya çok donuktur bakışlar, ki en iyi yalanlar bu gözlerden yayılır, ya da bir türlü yakalayamazsınız göz bebeklerini yalancının.

Kimisi ise seslere takmıştır kafasını. Yalancının sesi bir metronom çubuğu gibi bir o yana bir bu yana gider gelir. Tutarsızlıklar insanın sesinin tonuna yansır. Ben de bu ikinci gruptan sayılırım. Durup dururken bitiveren cümleler beni kuşkulandırır. Sonra aniden yeniden ama bir alt tondan başlayan yeni cümleler. Her haliyle tutarsızlık akar her bir kelimeden.

– Görüşmediniz demek, bu üç kişiyi de tanıyan ve bizimkilerden kaçmaya çalışan birisi için çok az şey anlatmadın mı?

Köşeye sıkıştığını sorgu odasına girdiğinde anlamış olsa da iyi idare ediyordu ama kaçacak yeri olmadığının da farkındaydı. Yelkenleri suya indirmek için genzini temizleyip konuşmaya başladı.

– Arada sırada buluşur görüşürdük. Hakan zengin birisiydi, alır gezdirir, yedirir içirirdi. Biz de hayır demezdik. Bir ara meyhane turu fikri çıktı ortaya, her hafta buluşup bir meyhaneye gidiyorduk. İki üç ay önce yine buluştuk. Yine dördümüz ama şimdiye kadar bu kadar içtiğimizi hatırlamıyorum, kimsenin eve gidecek hali yoktu o gece. Kadir abim onun evinde kalmamız için ısrar etti. Kimsenin de itiraz edecek hali yoktu zaten. Eve geldiğimizde merdivenleri çıkarken Kadir abim birisiyle muhabbet etmeye başladı. Ben ise Hakan’la Ferhat’ı alıp eve çıkardım, benim yanımda eskiden kalma yedek bir anahtar vardı kapıyı açıp içeri girdik. Kendimi banyoya zor attım. Bütün içtiğimi çıkartmıştım. Salona döndüğümde Kadir abimin yanında bir kadın oturuyordu.

– Kim?

-Bilmiyorum! Başım dönüyordu, gidip eskiden kaldığım odadaki sedire yatıp uyudum. Gerisini hatırlamıyorum.

– Başka?

– Dedim ya yatıp uyudum, hatırlamıyorum. Bir sonraki gün öğleye doğru uyandım. Kadir abim uyanmıştı. Ferhat ve Hakan çoktan gitmişti. Gece gelen kadın ise orada değildi.

Ama içimde kötü bir his vardı. Kadir abimi biraz sıkıştırınca anlatmak zorunda kaldı. O gece ben sızdıktan sonra içmeye devam etmişler. Kadının ismini söylemedi ama apartmanda oturan ve Kadir abimin daha önce de görüştüğü birisiymiş. Kadın da onlarla birlikte içmeye devam etmiş ama sonra işler biraz çığırından çıkmış. Önce Hakan kadına sarkıntılık etmeye başlamış, sonra diğerleri de katılmışlar. O gece üçü birden kadına tecavüz etmişler.

– Ve sen bunu gidip kimseye rapor etmedin mi?

– Ne yapabilirdim ki?

– Ahhhhh, portakallı Pekin ördeği, Doğan görünümlü Şahin ulan!

Ellerim titriyor, karşımdakinin suratına tekme tokat girmemek için kendimi zor tutuyordum.

Sakinleşmeye çalışıyordum ama sorgu odasında durmak beni daha da kötü hale getiriyordu.

Odanın kapısını çarparak büroya geri döndüm, barut gibi olduğum kimsenin gözünden kaçmamıştı.

– Şu oyuncaklar, Matruşka’lar, kaç taneydi?

– İç içe beş ya da altı tane olabiliyor amirim, Ruslarda anne figürünü temsil ediyormuş. İçe doğru gidildikçe oyuncaklar ufalıyor, en içte de bir bebek figürü var.

Gözlerim kararıyordu, Necati’yi kolundan yakalayıp sordum.

– Şu yönetici kadın, Filiz, apartman yöneticisi, telefon numarası var demiştin. Çabuk ara apartmanda kalan hamile kadın var mıymış sor bakalım?

Necati telefonunda kadının numarasını bulup dokunmatik ekranda parmaklarını gezdirip aramaya başladı. Aynı hareketi iki belki üç defa yaptıktan sonra bana döndü.

– Açmıyor amirim!

* * *

Banyo küvetine uzanmış tepesindeki duştan yavaş yavaş akan ılık suyun altında ellerini çıplak vücudunda gezdiriyordu. Elleri karnının üzerinden geçerken durdu, hıçkırarak ağlamaya başladı.

Yağmur damlaları gibi üzerine damlayan suyun altında sol elinde tuttuğu iki Matruşka’yı karnının üzerine koydu. Sağ elindeyse o üç canavarı öldürdüğü bıçağı tutuyordu. Gözlerini sımsıkı kapattığı sırada salondan gelen telefonunun sesini işitti.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhabalar
    Öykünün anlatım dili ve akışını sevdim. Detaylar da gerçekçiliği artırmış. Karakterlerin de kendine has yönleri vardı. Sonlara doğru merakla okurken bitiverdi. Yine de neler olduğu anlaşılıyor, tahmin etmek zor değil. O yüzden uzatılmadan, gerektiği kadar bilginin verilmesini başarılı buldum. Kaleminize sağlık.

  2. Teşekkür ederim, gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle.

  3. Merhaba;Akıcı bir öykü, sonu hızlı bitmiş gibi geldi bana. Bir de zaman kipi kullanımınızla ilgili bir iki şey söylemek isterim.
    Şimdi zaman ardından hemen geçmiş ve şimdiki zaman devam ediyor.

    Karşımdaki ceset bana aynı gözlerle bakıyor sanki… Necati bozulmuşa benziyordu ama gözlerini kaçırmadan bana bakıp “Emredersin amirim” dedi… Konuşmasında ne samimiyet ne de gerçek bir ders çıkarma var. Geçiştirmeye çalıştığı her halinden belli oluyor. İçimden okkalı bir küfür savurmak geçiyor ama kendimi tutuyorum.

    Necati başını “evet” anlamında sallayıp yeniden işinin başına döndüğünde oradan ayrılacak olmamdan dolayı memnun olmuş gözüküyor. Rahat rahat “kanka” muhabbetine devam edebilecekti diğer polis memurlarıyla.

    Bir tiyatro oyunu ya da bir poliseye romana dönüşebilir gibi geldi. Ellerinize sağlık

  4. Merhaba, gözlemlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim. Zaman kipleri birbirine geçmiş biraz sizin de söylediğiniz gibi, cümleleri tüm hikaye boyunca tekdüze şekilde yazmamak için böyle yazmayı tercih etmiştim aslında ama belki de çok doğru bir tercih değildi. Öykünün sonunu da çok uzatmak istemedim aslında, olayı, mekanı, kurbanları verdikten sonra katili (ve aynı zamanda son kurbanları) hızlıca ortaya çıkarıp bitirmek istedim. Belki çok hızlı oldu, emin değilim :slight_smile:

    Roman için onlarca fırın ekmek yemek lazım ama teşekkür ederim, böyle düşünmenize sevindim.

  5. Elinize sağlık. Güzel detaylar var “…portakallı pekin ördeği…” ve Ivan’ın resmi gibi. Sebep sonuç ilişkisi de güzel anlatılmış.

    Kipler ile ilgili açıklama yapmışsınız, belki virgül kullanımını da arttırabilirsiniz.
    Görüşmek dileğiye…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

1 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for ercan.sozeri Avatar for MuratBarisSari Avatar for maviadige Avatar for Nurdan_Atay