Derinlere gömülü bir köy, ölgün; güneşinin bağrı yanık, toprağı kilden, kısır…
Dumanlı derler, şimdilerde ıssızdır; inden cinden öte… Bir rivayeti vardır ki yıllardır dillerde dolanır, ama hep boştur, hep yalandır. Gelin size aslını astarını anlatayım.
Gamsız derler, yeni yetme bir delikanlıdır. Öyküsünü anlatmaya değer kılan gece göğünün rengini içmiş gözleri değil, ki dikkatsiz bakışlara bu renk, kuru gökten başka bir şey değildir. Öyküsünü anlatmaya değer kılan, gülden, nergisten güzel kokusu hiç değil, ki Dumanlı’da güzel kokanı pek nadirdir; kışın kimse soğuktan yunamaz, yazın da kuraklıktan çayın suyu kesilir, isteseler de yunamazlar; ılık su denen şey bir baharın bir de güzün bulunur; ahali senenin bu zamanlarında dilediğince çimer, suyunu gıdım gıdım değil kana kana içer, eşeklerini bile yıkar çayda.
En baştan başlamak yerinde olacak.
Gamsız’ı Dumanlı’da ilk gören Tat Hüsam’dı. Onu kuru toprağın üzerinde, anadan üryan, yüzüstü bulunca bir nidadır koyuvermiş, tüm köylüyü başına yığmıştı. İnsanlar tabiidir ki anlam veremediler; çarıklarının burnuyla bir-iki dürtüklediler, sarstılar yerdeki bedeni. Baktılar olmuyor, uyanmıyor; Şaşı Memo bir cesaret, aralarından sıyrılıp yüzüstü çeviriverdi Gamsız’ı. O an esen yel Gamsız’dan yükselen ıtırı bütün bütün köylülerin burnuna taşıdı; aynı zamanda önlerine serilen bedenin güzelliğiyle de hepten lal oldular. Bakışlarını alamadıkları bu eşsiz yaratık bir melek olmalıydı; gerçi hepsi melek deneni pullu-kanatlı, gözsüz-kulaksız bilirdi ama bu, o an hiçbirinin aklının ucundan geçmedi. Akabinde bir endişedir sardı her yüreği; bir melek iyiydi, güzeldi de ölü bir melek neye yarardı? Şaşı Memo’yu itelediler yine öne, ki baksın bakalım Gamsız’a, dinlesin sinesini, yoklasın şah damarını; desin, ölü mü diri mi.
Memo, dayadı kulağını Gamsız’ın göğsüne; ama emsalsiz kokusunu içine çekince, bağrına yattığı Gamsız’ı bu denli yakından görünce, hepten unuttu vazifesini. Bıraksalar orada sonsuza dek öylece yatar, açlıkmış-susuzlukmuş, karmış-kıtlıkmış, ölümmüş-kalımmış hiç mi hiç umurunda olmazdı. Ama bırakmadılar; zorla, çeke sündüre söktüler Memo’yu Gamsız’ın göğsünden.
“Diri!” dedi Memo: “Hem de ne diri!”
Sevindiler, öyle sevindiler ki yazın bu kurağında nesillerdir belledikleri tasarrufu bile unutup tulumbadan bir bakraç su çektiler, ardından da Gamsız’ın yüzüne boca ettiler, ki tükenmesin için su, günde kişi başı yalnız bir tas içilir. Soğuk suyu yüzüne yiyen Gamsız öksüre tıksıra gözlerini aralayıp doğrulunca bu sevinç daha da bir katmerlendi. Şerefine köyün dokuz keçisinden birini kestiler, yarım karık patates söktüler, soğan kırdılar, sarımsak közlediler; iki aydır ekşiyen kara kımızları bile vardı. Ama Gamsız ne ağzını açıp tek lokma yiyor, ne de dudaklarından tek bir sözcük dökülüyordu. Derdini bilemediler; önce bir ağlaştılar, dizlerini dövdüler ama en sonunda hayra yorup fıtratını böyle bellediler; melek dediğinin alelade biri gibi yiyip içecek hali yoktu ya; sımsıkı sarındılar bu düşünceye.
Yemek silinip süpürülüp sofralar kalkınca bir münakaşadır başladı: Kimin evini şereflendirecekti bu eşsiz kişi? Her biri onun çehresine dalıp gidiyor, hülyalar kuruyor, ıtırını duyabilmek gayesiyle usul usul sokuluyordu Gamsız’ın yamacına. İlk Hacce Kadın talip oldu, dedi ki: “Benin gök minderli divanım var!”
Fingirdek Ayşe arsızca göğüslerini avuçladı, dedi ki: “Benim günden sıcak koynum var!”
Ali Dede araya girdi, dedi ki: “Benim saman serli damım var!’
Haydar Emmi’nin bir şeyciği yoktu ama gene de talip oldu.
Böyle böyle herkes ister olunca Şaşı Memo da cesaret buldu, dedi ki: “Ben de! Ben de!”
“De get gokmuş,” dediler ona: “Daha burnunun ucunu göremen.” Oysa görürdü Memo. Anlatmaya çabaladı: “Görüyom ben,” dedi. “Hem de ne görme!” Dinlemediler, ötelediler Memo’yu.
Baktılar olmayacak böyle, en sonunda bir karara vardılar: Rahmetli Poftu Genne’nin evi boştu; Hacce’nin gök minderli divanıyla, Hüsam’ın yağsız yağdanlığıyla, Ümmü’nün al kilimiyle, Güllü’nün bakır ibriğiyle, Zülfü’nün keçeden bozma yaygısıyla, Yadigar’ın elceğiziyle işlediği yağlığıyla, Memo’nun özene bezene oyduğu oturağıyla derdiler evi, yerleştirdiler Gamsız’ı buraya. Sonra bu eşsiz yaratığın hâlen geldiği gibi anadan doğma durduğu akıllarına düştü; istemeye istemeye de olsa ak içlikle, kara şalvarla, al çarıklarla, yakası bol sarı mintanla giydirdiler; en güzel muskayı astılar boynuna. Dediler ki, her gece biri dursun başında; ama ilk kim dursun? Yine bağrış çığrış, yine curcuna; en makbulü kendi seçsin dediler, dürttüler Gamsız’ı, sordular: “İlk kimi istiyon?”
Gamsız, usulca kaldırdı başını, süzdü köylüleri bir bir. Çimden, bahar çayından güzel o gök gözlerin üzerine düştüğü her yüz şenleniyor, gençleşiveriyordu; ama sonra bu gözler kendilerinden ayrılıp başka yüzlere kayınca başlar öne düşüyor, diller kara talihe sövüyordu. Sonunda Gamsız’ın bakışları öyle bir çehreye kenetlendi ki herkes şaşakaldı, bir de parmağı kalkıp da aynı yüzü gösterince hepten apıştılar. Gamsız’ın kolu doğrudan doğruya Şaşı Memo’ya uzanıyordu.
Şaşı Memo şaşkın, geceyi Gamsız’ın yanında geçireceği gerçeğiyle coşkun, elini çırptı, sevindi. Sonra Gamsız’ın yanına sokuldu vakarla, çalımlı adımlarla. Köylü, yüzleri düşük, sineleri buruk, bir bir boşaltınca evi, Gamsız gök minderli divana uzandı, koydu başını yastığa, uyudu kaldı bir tazecik bebek iştahıyla.
Memo dalıp gidiyor, kımıl kımıl sokuluyordu Gamsız’a. Itırını bütün bütün ciğerine çekiyor, düşten yeğ bu anın büyüsüyle esrik oluyordu kavrula kavrula. Gamsız’ın yünden yumuşak yanık saçlarını parmaklarına doluyor, al dudaklarından, ufak burnundan içeri süzülen nefesi görür gibi oluyor, eline uzanmaya davranıyor, sonra çekiniyor, öteliyordu kendini geriden geriye. En sonunda, Gamsız’ın tepkisizliğinden cesaret bulup, onu ilk bulduklarındaki gibi yaslayınca başını sinesine, rahatladı; ruhunda salınan yürek tıpırtılarını ninni belleyip uyudu kaldı o da.
Sabahına ite kaka uyandırdılar Memo’yu; Gamsız’ın rahatı bozulmasın, uyanmasın için yanından koparıp dışarı çıkardılar. Sordular, neymiş, neciymiş, in miymiş diye.
Tek laf etmediğine ant içti Memo. “Uyudu,” dedi: “Bebek kimi hemi de; tasasız, gamsız…” Böylece adı da konmuş oldu: Gamsız dediler.
Köylüler onu kekitmiyordu gözünden; önünde el pençe divan duruyor, bu yaratılmışların en latifini eşiklerine yolladığı için ilâhe huzurunda alınlarını toprağa sürüyorlardı. Ama Gamsız, adının aksine pek mahzundu; derdi yüreğinden sökülsün de dili çözülüversin istiyorlardı; o ise ne yiyor, ne içiyor, ne tek laf ediyor, gözlerini bütün bütün göğe dikiyor; bazen bu semaya dönük gözlerin pınarlarına yaşlar bile iniyordu. Köylüler ona kıyamıyor, ama ellerinden de bir şey gelmiyor, çaresiz öteden süzüyorlardı öyle.
Günler böylece geçerken gitgide vuruldular ona. Kızlar Gamsız’ın düşüyle ıslanır, oğlanlar rüyalanır oldu. Kadınlar göğüslerine kekik sürüyor, erkekler saçlarını yağlıyor, yaşlılar karınlarını çekip bellerini dikiyordu… Sırası gelip de geceyi onunla geçiren talihli, en keskin kımızın öyle kızartamayacağı al yanaklarla çıkıyordu evden. Tabii Memo’ya bir daha hiç sıra gelmedi. Gamsız’ın yanına bile sokmadılar onu: “De get singeç,” dediler, “Ne’ne senin?” dediler.
Şaşı Memo geceleri uyumuyor, kapı kıyısından yahut pencere yarığından izliyordu içeriyi. Gamsız, köylülerin birine de yüz vermiyor, sırtını divana vuruyor, yönünü duvara dönüp uyuyordu yalnız. Ama köylüler hiç rahat durmuyordu. Yirmi birinci gece Fingirdek Ayşe coşkusundan kendini alamayıp boynunu dişleyiverince can havliyle uyandı Gamsız. Üzerindeki kızı hiddetle iteledi, mizacından katiyen beklenmeyecek bir sertlikle, “Çık git!” diye haykırdı. Ödü patladı Ayşe’nin; yemenisini, fistanını göğsüne bastırıp topuklarını kıçına vura vura kaçtı evden.
O günden sonra Gamsız kimseyi yanına sokmaz oldu. Eline bir ucu topuz değnek alıyor, köylünün davarını önüne katıp dağlara sürüyordu; akşama dek güdüyordu hayvanları. Günlerce sürdü bu iş. Köylüler gizli saklı peşine düşüyor, çalı arkasından, taş yarığından izliyordu onu. Böyle boynu bükük oluşuna, değneği çenesine yaslı, kuru toprağa dalıp gidişine, mahzun yüzünün hiç gülmeyişine ne bir mana buldular, ne çare; kim bilebilirdi sinesinde yatan gizi? Yine böyle bir gün keçiler önünde, çenesi değneğinde garip garip ağlarken başını kaldırdı Gamsız, ağırca doğrulup yürüdü, ta ki bir uçurum kıyısına dek. Usul bir yel esiyor, köye geldiği ilk günkü gibi ıtırını alıp götürüyor, köylülerin ciğerine dolduruyordu. Dertli dertli bakıyordu Gamsız. Elindeki değneği kaldırdı attı boşluğa; bir müddet düşüşünü izledi. Değneği göremez olunca da köylülerin dehşetli bakışları arasında kendini bırakıverdi uçuruma.
Köylüler ağlaşa ağlaşa baktılar yamaçtan aşağı; ama görünmüyordu ki dip bucak. Sonra sinelerine saplı ızdırapla koştular aşağı, etrafından dolaştılar uçurumun. En önde koşuyordu Memo. Sonunda aşağı varınca yaşlı gözler ne görsün… Gamsız sapasağlam, ne bir kırık ne bir sıyrıkla karşılarında. Çehresinde anlamaz bir bakış; ölmedim diye sayıklayıp duruyor, ağlıyor. İşte o zaman kesinkes anlaşıldı onun alelade bir beşer olmadığı.
Uçurumdan atlayışı ölümü aradığı ilk kapıydı ama son olmadı. Ertesi gün köyün etrafında ne kadar mantar varsa ağzına tıktı; ne fayda… Akabinde de bağrına gömdüğü hançer ancak suya saplanmış kadar kifayetliydi. Tarladan yılan tutup kolunu dişletti; o da olmadı. Dağ gibi çalı çırpı yığıp tutuşturdu, ateşe attı kendini; muskası eriyip boynundan düştü, mintanı kül kül olup döküldü, şalvarı, içliği, çarıkları tükendi gitti de derisine varmadı alevler. Böylece umutları da tükendi; iyice öteledi kendini. Artık gök minderli divanında uyumuyor, geceyi gündüzü bir sayıp bir avare, bir münzevi gibi dağda bayırda dolanıyordu. Hal böyleyken bile köylüler ondan kopamadılar; erinmediler, usanmadılar; Gamsız nereye onlar oraya… İşlerini güçlerini bile hepten boşladılar da birinin de aklına gelmedi kışı nasıl geçirecekleri.
Gök alacalaşır, hava serinler oldu; evlerinde kendilerine ikinci bir esvapları yoktu ama Gamsız üşür diye buldular buluşturdular, gene giydirdiler onu. Gamsız, ağaçlara, yüksek tepelere çıkıyor, ama buralarda pek barınmıyor, her seferinde göğe dikili gözleri daha yukarıları arıyordu. Gön tepesinin annecinde koca bir pelit bulunca daha yükseğinin olmadığına kanaat getirmiş olacak ki tırmandı ağaca. Nice günü devirdi bu pelidin tepesinde; al dudaklarında bir af yakarışı, göğe dikili gözlerinde domur domur yaş ile…
Gamsız da köylüler de zerzebil, güz yağmurlarının altında heder oluyorlardı böyle. Köylüler yalvarıyor, insin için, yanlarına varsın, evlerini gene şenlendirsin için dil döküyorlardı. Bu yakarışlara mı kıyamadı, yoksa göğe yakın olma işinden de mi caydı bilinmez, bir gün indi aşağı. Kendi için derilen eve girdi, köylüleri kovalamadı, tek laf da etmedi, döndü sırtını yattı. Uyanınca tüm ahaliyi başında buldu. Bir sofra sermişler, yiyecek, içecek ne buldularsa getirmişler, onu buyur ediyorlardı durmadan. Gamsız, boynunu kırdı, her bir göze tek tek baktı, bağrının derinlerinden kopup gelen bir mahcupluk, bir burukluk ile teşekkür etti. Sokuldu sofraya, örtüyü dizlerine çekip bir parça ekmek kopardı, yumurtanın ucundan ısırdı, bir küçük patates soyup kırmızı bibere bastı.
Köylüler alık alık izliyordu Gamsız’ı. Hepsinin dimağında tek sual: Neymiş bu garibin derdi? Çekine çekine sordu Nimet Ana: “Nen var guzum?”
Gamsız bir müddet sustu, yutkundu; gözleri kırpış kırpış. Sonra başını ağırca kaldırıp tavana dikti bakışlarını. O emsalsiz gök gözler, kuru tavanı değil de ardını, sanki ta gök kubbeyi görür gibiydi. “Sürdüler beni,” dedi. Başka da bir şey demeyince üstelemediler; iki kelam da olsa etmişti, mirçil mirçil de olsa yiyordu ya, buna da şükürdü.
Gamsız’la beraber köylüler de yedi içti; ne zamandır kursakları doğru düzgün bir lokma görmemişti. Edilen muhabbet, dönüp duran nükteler, dalaşmalar, didişmeler… Pek mesutlardı. Ne zaman ki Gamsız doğruldu da şalvarındaki kırıntıları silkeledi, işte o zaman sustular. Gamsız, başı önde adımladı, eşiğe dek yürüdü, sonra döndü ardına; bir yan bakış, bir göz kaçırış ile öyle bir baktı ki köylülere, sonra bir dedi ki, “Gelmeyin ne olur…” diye… Ardından kapıyı açıp gitmese de yeterdi bu kahır, ki gitti.
Bu tek cümle, üç sözcük… bu gidiş, öyle dokundu ki sinelere; sanki kalpleri göğüslerinden söküldü de kızgın saca basıldı; öyle cıs etti. Ne yapsalar bilemediler. Gitmeseler bir türlü, gitseler… Sonunda dayanamadılar, yine düştüler yollara.
Güz hepten gelmiş, yağmurlarla çay dolmuş, gömük de olsa akar olmuştu. Su, bazı bazı taşmış, bu taşkınlar yol yol olmuş, bu yolların biri de Teke Batağı’nı bulmuştu. Dibi kaynaklı batak, çayın suyunu da emince iyiden iyiye dürülmüş, olduğunun üç-beş katı boylanmıştı. İşte Gamsız’ın tam kıyısında durduğu buydu; işte onu koca pelidin koynundan söküp de ta buralara getiren, göğsüne son bir umudun çekirdeğini eken bataklık… Balçığında irin ufuneti.
Sıyırdı sırtından mintanını, uçkurunu çözüp çıkardı şalvarını, içliğini… Boynundaki muskayı da söküp koydu bu esvap yığınının üstüne. Sonra bir derin soluk, bir derin ah ile kaldırdı başını, baktı; gözlerinde göğü içme arzusu… Sonra bırakıverdi kendini bu dürü batağın içine. Köylüler az ötedeydiler; koştular da neye yarar? Ardında bir yığın esvap; Gamsız’ın ıtırını duyarız umuduyla sarıldılar bunlara da neye yarar kuru tütü? Şöyle bir dönüp artlarında kalan dünyaya baktılar: Ne boş! Ah ne boş! Nasıl dayanılırdı bu kahra, onsuz neye yarardı bu koca diyar? Ağladılar, sızladılar, dövdüler dizlerini; Hacce Kadın ağıt bile yaktı ardından:
Sinemi yaktı sahih bir nâr ile,
Sorana, biçare idi deyesin.
Daldım gettim bin çor, kesavet ile,
Sorana zor kahır idi deyesin.
Doldu çeşmim damla damla kan ile,
Atmış kendin’ balçığa bin ah ile,
Ni’dem ey ilâhe, bu sel, gam ile?
Sorana dermansız idi deyesin.
Baktılar buna can dayanmaz, gayrı çekilmez bu yer, bu Dumanlı… attılar bir bir kendilerini Gamsız gibi dürü Teke Batağı’na. Bir bir düştüler, bir bir gömüldüler. Yittiler gittiler; ta ki bir tanesi kalana dek:
Memo… hepsinin ötesinde, azıcık geriye bağdaş kurmuş; şehla gözlerinde bir düstursuz alay, sırıtıp duruyor. Doğruldu, Gamsız’ın esvaplarını topladı, dürdü. Muskasını avucuna alıp kokladı, akabinde de yine bağdaş kurup beklemeye koyuldu. Gün mü batıyor; ne gam! Bekledi. Yağmur mu bastırmış; ne gam! Bekledi. Üşüdü mü, acıktı mı, susadı mı; ne gam! Bekledi.
Ertesi gün yeni bir ışıltıyla doğdu; gök sanki bir yerde cavlak görmüş de ona gülüyor, öyle sımsıcak. Memo, şehla gözlerini ovuştura ovuştura uyandı, gerindi, esnedi. Sonra bakışlarını Teke Batağı’na dikti. Bataklığın yüzünde bir köpürme, bir ığranış… Akabinde de bir el çıkıvermesin mi balçıktan, hemen ardından da bir baş… Bir Gamsız…
Bataklıktan çıkma işi hiç de meşakkatli gözükmüyordu. Üç-beş zahmetsiz adımla ayakları gene kuru topraktaydı. Sırtına yeni doğan günün parıltıları vururken vücudunda ne kadar kir, çamur varsa yağ gibi aktı hepsi; top top döküldü ayaklarının dibine. Yine ak pak, teninde simli bir ışıltıyla parıldıyordu Gamsız. Şöyle bir etrafına bakınca da Memo’yla göz göze geldi. Önce bir kaşları çatıldı, ama sonra omuz silkip sokuldu ona; sırtını toprağa dayayıp başını Memo’nun dizine yasladı. Yattığı yerde bacak bacak üstüne attı.
Memo’nun çehresi kıvançla gerilmişti. Bilmişti zaten Gamsız’ın gene ölemeyeceğini; koca koca alevlerin beceremediğini bir garip balçık mı… Bir yandan Gamsız’ın saçlarını okşuyor, bir yandan da kendiyle gururlanıyordu böyle.
Gamsız’sa düşünceliydi; ama ne emsalsiz yüzünde gamdan esame vardı, ne de gök gözlerinde bir damla yaş. Başını azıcık kaldırıp Memo’ya baktı, “Hiç üzülmüyor musun?” diye sordu.
“?”
“Hısımlarına diyorum.”
Memo ‘Laf!’ dercesine bir bakış attı. “Ne acıycakmışım?” Kolunu kaldırıp bir nah çekti Teke Batağı’na doğru. “Hepiciğinin a… Neyise, ağzımı bozmayım… Heç hazzetmezleridi benden. Öğsüz sevilir mi zati? Hep ötelendim. Eyi bile oldu; canımdan bezdimdi.”
Gamsız’ın dudakları usulca kıvrıldı, ardından da karnını tuta tuta gülmeye başladı; gözlerinde gene domur domur yaş… Ne de yakışıyordu ona; soluksuz kalana dek sürdü gülmesi. Sonra sol elinin sırtıyla gözlerini silip doğruldu kıçının üstüne. Memo’ya dönüp, “Haklısın valla,” dedi: “Benim hısımlarım da geri kalmaz.”
Memo hince sırıttı: “Benziyoz birbirimize…”
Gamsız, başını sallayarak gülümsedi. Sonra döndü, kafasını arkaya atıp bir müddet göğü süzdü, akabinde de kolunu kaldırıp bir nah çekti o da.
İşte böyledir Gamsız için dönüp duran rivayetlerin aslı da astarı da. İsteyen inanır ta sineden… İsteyen de yalan beller.
- Kuşku’nun Kara Kanatları - 1 Temmuz 2020
- Burun Delikleri ve Nohutlar - 1 Mart 2020
- Dolunay - 1 Ocak 2020
- Kunalı Oğlu Atsız’ın Oğuz’a Bilenmesi - 1 Temmuz 2019
- Gamsız - 15 Şubat 2019
Acele etmeyen, dilin kullanımının mükemmel olduğu, masal gibi bir öykü. Sizin ayrıca takdir ettiğim bir yanınız da farklı tarzlar deniyor olmanız. Okuduklarım içinde ilk defa köy ağzı okudum sizden -Gerçi Yeti öyküsünde de köylü çocuklar vardı sanırım-
Elbette Gamsız’ın kimliği ile ilgili yeterli ipucu verilmiş bir bilmece varsa da ben daha çok güzelliğe takıldım. Gerçekten de güzellik direnmesi güç bir aura oluşturuyor. İnsanın kendi elleriyle yaptıklarından tamamen bağımsız olan bu olgu kişinin kaderinde önemli rol oynayabiliyor. Gamsız örneğinde olduğu gibi yer yer son derece de yanıltıcı…
Gelecek seçkilerde görüşmek üzere…
Merhaba,
Son iki öykünüzü okumuş ve çok beğenmiştim fakat yorumlamak bugüne nasipmiş diyelim.
Öncelikle güçlü bir kaleminiz var. Sizi bu konuda tebrik ediyorum. Öyküye gelince, yazım olarak belki de alt alta sıralansaydı bir sehl-i mümteni olurdu diye geçirdim içimden. Ayrıca şiveyi, yazıya dökmek kolay değildir. Bunu da okuyucunun ağzına çaldığınız bir bal olarak görüyorum. Gayet hoş olmuştu.
Yalnız, bazı yerlerde unuttuğumuz kelimeleri kullanmışsınız. Sanıyorum ki bu öykünün dokusu için tercih ettiğiniz kelimelerdi. Bu durum, okuma sırasında; hem sizi o zamanın içine sürüklüyor, hem de bir yabancıymış gibi hissettiriyor. Ayrıca, Anadolu’nun bağrından kopmuş bir masal gibi, onu sanki saklı raflardan gün yüzüne çıkartmışsınız gibi de bir hava da verdiği kesin.
Elinize sağlık!
Sevgilerimle,
Gökay.
Merhaba Ufuk,
Öncelikle hayatta olduğunu bilmek beni ziyadesiyle mutlu etti
Tüm köylü Gamsız’a tutuluyor, Memo da dahil elbette; Gamsız’ın ise köylüleri belli bir noktaya dek göz ucuyla bakacak kadar bile önemsediğini sanmıyorum. Sonrasında işler değişiyor elbette; Gamsız finalde kabulleniş evresine girdiğinde onu birazcık daha itekleyen kişi Memo. Yani diyeceğim o ki yakınlık bu ana dek tek taraflı; bu andan sonrasını ise ben de bilmiyorum.
Öykülerimde mesaj vermeye çalışmayı yazarlığımın ergenlik yıllarından sonra bıraktım, ama ben vermeye çalışmıyorum diye içermediği anlamına da gelmiyor tabii; yine de şunu diyebilirim ki bir mesaj varsa da subliminal değildir; iftira atmayınız
Öykünün küçük çerçevesini romanın ya da novellanın geniş sınırlarına karşı daha sevimli buluyorum sanırım. Güzel sözlerin için çok teşekkürler.
Daha iyilerine.
Merhabalar,
Aslında köy ağzını, köy öykülerini diğerlerinden daha fazla yazıyorum. Farklı şeyler denemeyi her zaman seviyorum. Takdir ediyor oluşunuz teşvik edici; teşekkür ediyorum.
Gamsız’ın kimliği ile ilgili bir giz yok evet, köylülerin güzellik algısını yıkıyor yalnızca, bunu isteyerek de yapmıyor. Hayatı boyunca kömürden başka bir şey görmemiş birinin elmas bulması gibi.
Ayırdığınız zamana teşekkür ederek, daha iyilerine.
Merhabalar,
Ne güzel bir övgü sözü; çok teşekkürler.
Öykü içerisinde geçen kelimelerin büyük çoğunluğunun halen Anadolu’nun köylerinde yaşamakta olduğunu biliyorum, yine de yabancılık hissi verdiği doğrudur. Bu şekliyle yazmanın gerçeğe daha yakın olacağını düşündüm.
Güzel sözleriniz ve düşüncelerinizi aktardığınız için çok teşekkürler.
Sevgiler.