“Beni kurtar, nefes alamıyorum.”
Berk, çadırında uyurken ne duyduğundan pek de emin olamayarak sağ gözünü araladı. Sol gözünün, uykunun güvenli sularına demir atarcasına kapalı kalması yadırganmamalıydı. Son üç günde yaşanılanlar, en cesurların bile şüpheyle irkilmelerine, hatta korkmalarına neden olacak cinstendi. Bir cesedin bulunmasından daha ürkütücü olansa diğerinin henüz bulunamamış olmasıydı.
“Sen de duydun mu?” Gecenin soğuğu üç katlı bez çadırın içindekileri ıskalasa da Berk’in boğazı kaşınmaya başlamıştı.
“Neyi?” Arkadaşının aksine gözlerini aralamak konusunda bir hayli çekimser olan Celal gayriciddi bir sesle fısıldamıştı.
Berk cevabını kendisinin de bilmediği bir soru sorduğunu fark etmişti. “Galiba…şu kız.” Sol gözünü de araladı. “Aramamızı istedikleri kız.”
Celal terleyen alnını yastıktan kaldırdı. Dağınık saçları suratında gelişigüzel yerlere yapışmıştı. “Yarın dönüyoruz zaten. Arama işi bitti artık.” Kafasını tekrar yastığa koydu. “Sen de uyusan iyi olur.”
Berk kendine özgü bir ciddiyet takınmıştı. Sanki duvar gibi suratın kabuğunu biraz kaldırsak altından korku fışkıracak gibiydi. “Bir şeyler duydum.”
Celal’in kafası yastığa gömülmüş vaziyetteydi. “Yakma ama okus kendi sisini bile duyamas.”
Berk ısrarcılığını, bu sözde delile dayandırıyor gibi görünüyordu. Bir şeyler duyma ümidiyle ziyadesiyle karanlık olan çadırın içinde kulak kabarttı. Üstelik bir de sesin sahibini görse kalpten gitmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktu. “Ya gerçekten bir şeyler duyduysam.”
Celal önce ayaklarını ve gövdesini bir miktar sola döndürdü, sonra başını yastıktan kurtardı. “Ben de geçen gün rüyamda kurbağa yediğimi gördüm. Bil bakalım sonra ne oldu?” Muzip bir şekilde dudağının sol kenarını eğmeye çalıştı. “Buna inanmadım. Çünkü ben kurbağa sevmem.” Sağ avcunu yukarıya doğru açarak kaldırdı, sol koluna dayanarak hafifçe doğruldu. Biraz bekledi ve kaşlarını kaldırdı. “Ses yok. Dinle… yok.” Sonra yine kendini yatağa bıraktı.
Berk yüzen bir gemide sallanır gibi bastıran uykuya direnmeye çalışsa da gözleri kapanmak üzereydi. İnsanlar uykuya dalarken, zamanın prangalarından kurtulmuş, böyle sonu yokmuş gibi görünen uzun anlar gözleri ele geçirirdi.
“Beni kurtar. Nefes alamıyorum.”
Bir kere daha aynı ses, ağlamaklı ve merhamet dilenir bir edayla kulağının içindeki tüm kıvrımlara sirayet ediyordu. Berk basırgandı. Bu öylesine şiddetli bir uyanıştı ki, baykuşların sesi bile kesilmişti. Celal ise bu abartılı gösteriyi mütevazı bir uyanışla karşıladı.
“Hah! Bu sefer kesinlikle duymuş olmalısın.” Berk, kuruluktan birbirine yapışmış göz kapaklarını açık tutmaya çalışıyordu.
“Beni daha güzel uyandırabilirdin.” Elinin tersini salladı. Cüssesi göz önüne alındığında bu hareket pek çelimsiz kalıyordu. Battaniyeyi iterek oturur pozisyona geldi. Esnedi ve gürültülü şekilde nefes aldı. Berk’in korku dolu gözüne baktı ve şefkatle sırtına dokundu. “Onlarca kişi üç gündür beş yaşındaki bir kızı arıyoruz. Bu, arama ekibine katıldığından beri ilk başarısızlığın değil Berk.” Omuz silkti. “Bizim de bulamadığımız olur.”
Berk gözlerini kırptı ve kafasını Celal’e doğru çevirdi. Biraz daha etrafı dinledi. Cırcır böceği ve baykuş sesinden başka bir ses duyulmuyordu. “Ben delirmedim.”
“Öyle bir şey söylemedim dostum. Bence yine de ilaçlarını aksatmamalısın. Beynimiz bize ara ara oyunlar oynar. Sadece seninkisi biraz fazla yaramaz. Belki de polisliği bırakman gerekiyordur. Doktorunun da dediği gibi-”
Berk, Celal’in bileğini sıktı. “Tamam, uyumak istiyorum. Yarın çekip gidelim buradan.” Sola kıvrılarak uzandı. Battaniyeyi adeta tırnağıyla kavradı ve ufak sayılabilecek cüssesiyle içinde kaybolmakta hiç zorlanmamıştı. Kısa bir süre sonra battaniyenin sıcaklığı en derin korkularını bile ısıtacak hale gelmişti. İşte şimdi kedisiz bir diyarda arsız bir fare gibi uykuya dalabilirdi.
* * *
Şımarık kuşlar ağaçları çoktan mesken edinmiş, ötmeye başlamıştı. Gecenin usandırıcı uzunluğu, pek de rahat olmayan bir yatakla birleşince Berk’in ne zamandır çıkmaya fırsat kollayan sırt ağrılarını azdırmıştı. Gözleriyle ağrıları arasındaki pazarlık sonuçlandığında kalkması an meselesiydi. Sağ elini, kötürümleri kıskandıracak bir tembellikle kaldırıp Celal’e doğru attı. İşte şimdi gözlerini açması için geçerli bir sebebi vardı. Havanın pusu henüz kalkmış olsa da, bu saatler Celal’in uyanıp dışarı çıkması için abartılı ölçüde erkendi. Çadırın fermuarı muntazam olmasa da neredeyse yukarıya kadar çekilmişti. Ufak aralıktan sızan yosunla karışık kömürün keskin aroması, hayvan leşlerinin ufuneti gibi ağırdı.
“Celal!” Çadır kapısındaki fermuarın kürsörü sağa sola sallandı. Rüzgâr ivecen bir çabayla fermuarın dar aralığından içeri doğru akıyordu. Berk, kendinden beklenmeyecek ölçüde hızlı bir kararla yürüyüp fermuarı açtı. Altıgen çadırın etrafına baktı. “Celal! Beni duyuyor musun?” Ayağına batan bir dal parçası olmasa henüz rüyada olduğu konusunda şüphe duyabilirdi. Zira insanlık az önce yok olmuş da dünyayı irili ufaklı hayvanlar ele geçirmiş gibiydi. Serçeye benzeyen küçük kuşlar hiç olmadığı kadar azametli, kertenkeleler boğazlarını kabartırken hiç olmadıkları kadar öz güvenliydi. Karıncalar olanca hızlarıyla koşuştururken, arılar çiçekleri ele geçirmenin verdiği coşkuyla avazlarının çıktığı kadar vızıldıyor, uçuşuyordu. Dalların ve yaprakların arasından umursamaz tavırlarıyla adeta buzda kayarmış gibi yürüyen fareler de görününce kıyamet senaryosu hepten inandırıcı hale gelmişti. Hafif bir rüzgâr esince aldığı o ekşi ve çürümüş koku artmış oldu.
Topu topu üç çadır vardı. Hepsinin içine ve etrafına tek tek bakmıştı. Buraya birlikte geldiği kimse etrafta değildi. Bir an için kızı aramaya çıktıklarını düşündü. Hemen sonra Celal’in bugün buradan gideceklerini söylediği aklına geldi. Karar verdilerse bile Berk olmadan arama yapmaları hiç de olağan bir şey değildi. Kafasını ellerinin içine koydu. Gözleri buğulanmak ile ağlamak arasında gidip geliyordu. Kalbi muhtemelen daha şaşalı bir gösteri görmek istediğinden ağlaması için hızlı bir tempo tutturmuştu.
“Celaaal!” Nemlenmiş, tiz ses, kuşların mızmızlanmasına neden olmuştu. Dinginlikle bir eserden bir esere geçen kuşların çoğu konserlerini yarıda kesmiş, sessizce, tavırlı bir şekilde kondukları ince dallardan havalanıp gözden kaybolmaktaydı. Sanki bekledikleri işaret buymuş gibi diğer hayvanlar da göz açıp kapayıncaya kadar ortalıktan kayboldular.
Güneş, tüm cömertliğiyle yeryüzünü aydınlatıyor olsa da Berk, kalın, örgü hırkasına rağmen üşüdüğünü hissetti. Birileri dev bir buzdolabının kapısını açık unutmuş gibiydi. Gözyaşları gözünün içinde dolanıp dururken, karşısında dikilmiş en az onun kadar ağlamaklı olan küçük kızı gördü. Beceriksizce kesilmiş saçları ve yarım bırakılmış birkaç örgüsü vardı. Ellerinde yarıklar oluşmuş ancak elbiseleri korkutucu bir uyuşmazlıkla temiz ve lekesizdi. Yüzü ise nerede saklandığı bilinmeyen kötücül bir ressamın damlattığı siyahlarla doluydu. Berk, sesini duyana kadar sanrılarına konu olmuş kızın bu kız olduğundan emin olamıyordu.
Kız kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Ağlamasına hıçkırıklar eşlik etmese de gövdesinden bağımsız hareket eden başı yapmacık zelzelelerle kendinden geçiyordu. “Beni kurtarmanı söylemiştim.” Tuhaf hareketlerine devam etti. “Bataklıkta gömülmeden önce gölgemi çaldılar. Acı çekiyorum. Hem de büyük bir acı.”
Berk’in tam arkasından vuran sabah güneşi gölgesini küçük kızın bir adım önüne kadar ulaştırıyordu. Kız yere baktı ve özenle birkaç adım geriye gitti. Güneşin kucaklayıcılığı bazen mağaralara, taşların arkasına saklanan tanrının umutsuz ve çaresiz kullarına uğramazdı. Lakin küçük kız bunlardan biri değildi.
Berk aceleyle kafasını sağa sola ve hatta geriye kadar çevirdi. Bunu görüp görmediğini teyit edebileceği hiç kimse yoktu. Kıza kısacık baktı ve biri zorluyormuşçasına ardı ardına soruları sıraladı. “Gölgeni mi çaldılar? Kim? Nasıl?”
Kız ağlamayı bırakıp derin bir hüzne boğuldu. Ellerindeki yarıkları gösterdi. Birkaç saniye sonra elinde yamalı bir balıkçı ağı belirmeye başladı. Kız, ağın büzgülü ağzını kavradı. Ağ, ağır bir şeyi taşıyormuş gibi bataklığın içerisine doğru uzanıyordu. “Bunu yaptıran kişi işte.” Burnunu çekti. “Şimdi yine aynı şeyi yapmamı istiyor.”
Berk, kıza bakmaya devam ediyordu. Ağın yavaş yavaş belirdiğini görünce damıtılmış şaşkınlığına korku bulaşmıştı. “Neyi?”
“Ağı çekersen cevabını alacaksın.” Elini gevşetti ve ağın yere düşmesine izin verdi. Epeyce geri çekilerek makiliğe doğru yürüdü ve orada dikildi.
Berk görünmez bir büyücünün ısrarcı efsunlarına maruz kalmış gibi denileni yapmak üzere yere uzandı. Ağ beklediğinden hayli ağırdı. Sabırla asıldı ve ağa takılanlar görünmeye başladı. Önce ayaklar sonra ağın sıkışıklığı yüzünden gövdeye yapışmış gibi görünen kollar bataklığın dışına çıktı. Berk sonra iki ayak olduğunu gördü. Dehşet içinde üçüncü ve dördüncü çift ayağı da gördü. Yüzler tanınmayacak haldeydi. Olanca gücüyle ağa asılırken kesinlikle gücünün doygunluğunu aşmak üzereydi. Kız ise bu sırada çalının önünde dikilip doyumsuz bir seyirci gibi ifadesiz bir suratla olan biteni izliyordu.
Berk ağın hepsini nihayet karaya çekti. Cebindeki çakıyla ağı yırtmaya başladı. Aklını yitirmek üzereyken çamurlu salyaya bulaşmış soluk bedenlerin kime ait olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bataklığın inatçı çamurlarını kızarmış elleriyle pervasız bir çabayla temizlemeye çalışıyordu. Gözlerindeki buğu, basiretli düşünmesinin önüne geçmiş olabilirdi. Hemen sonra kendini toparlayıp cesetleri saymaya girişti. Titreyen elleriyle bir kere daha ve bir kere daha saydı. Her seferinde tam tamına on kişi çıkmıştı. Dudaklarını ısırırken titriyordu. Celal’in ölü bedenini de seçebilmişti. Ayağa kalktı. “Ne ara, nasıl öldürdün onları!”
Kız istifini bozmadı. “Beni kurtarsaydın bunların hiçbiri olmazdı. Yüce güç, öldürmem için beni kullanıyor.” Ellerini gösterdi. “Onlara dokunmayın demiştim. Bana gölgelerinizle dokunmayın demiştim. Ellerim lanetlendi, anlıyor musun!”
“Allahım, inanamıyorum. Hepsi daha dün hayattaydı, nasıl olabilir!” Berk yine kafasını ellerinin arasına almıştı. Bu sefer dünyası dönüyor gibi sağa sola yalpalıyordu.
“Gölgesi bana değenin sonu bu oluyor, üzgünüm.” Kız bu sefer baştan aşağı samimi bir kederle kuşatılmıştı. “Onları da uyarmıştım. Ben kaçtıkça beni yakalamaya çalıştılar. Sonra hepsi dehşete kapılmış gibi koşarak tek tek bataklığa gömüldü. Beni duymadılar. Dinlemediler. Bağırmıştım. Gitmeyin demiştim.”
Berk, kendi acizliğinden kıza acımaya fırsat bulamamıştı. Kıza acımalı mıydı, ondan da emin değildi. Üstelik kızın içli içli ağlamaya başlaması da fikrini değiştirmemişti. Berk kalbini dizginlemek ve titreyen uzuvlarını rahatlatmak için derin bir nefes aldı. Önce gölgesine daha sonra da etraftaki ağaçların gölgesine baktı. Sonra da kızın durduğu yere ve gölgesizliğine baktı. Koşmaya başladı. Kız kaşlarını kaldırdı ve ağlamayı bıraktı. Berk koşmaya devam ederken sağlam bir kazıkla toprağa çivilenmiş gibi hiç hareket etmiyordu. Berk’in hafifçe sağa uzanan gölgesi kızın bedenine birkaç adım uzaklıktayken durdu ve sakince yürüyerek gölgesinin bedene temas etmemesi için ihtiyatlı bir şekilde yaklaştı. Yan yana durdu ve kıza baktı, onu kucakladı.
Ağaçlar ardı ardına devrilip makilikler yanarken görüntüden uzaklaşmaya başladı. Okyanus dalgaları sahneyi yıkarken geriye dümdüz beyaz bir ekran kaldı.
Ekranda kocaman, gölgeli bir yazı belirdi. “Tüm yaşayanlar gecikmiş ölülerdir.” Altta bir yazı daha belirdi. “Başarıyla tamamladınız.”
Arkadan bir alkış sesi duyuldu. Berk’in sırtına ve kafasına bağlı tüm elektrot ve kablolar çıkartılırken Celal elini sıkmaya gelmişti. Berk gözlerini açtı. Ziyadesiyle boş bir oda ve makineler vardı. “Sınavı tamamlayan yedinci kişisin dostum. İşe alındık.” Berk’in yüzündeki terleri sildikten sonra söylendi. “Doğrusu böyle bir simülasyon yapacakları benim de aklıma gelmezdi. Şu ilaç yüzünden insanın gerçeklik algısı değişiyor.”
Berk kafa salladı. Zafer kazanmış birine göre fazla mahmur görünüyordu.
“Yalnız, ağı çekip cesetleri gördüğünde kalp atışın baya artmıştı. Komiser az kalsın, nabzın limit değere ulaşmak üzere diye simülasyonu sonlandırıyordu.” Celal eliyle pantolon cebinin olduğu yere bir şaplak attı. “Polislik sınavları artık çok zor dostum. Bunu anlattığımda kimse inanmayacak.”
Berk gözlerini kırptı. “Bence de.”
- Edebiyat Tanrısı - 1 Mayıs 2020
- At, Boynuz, Kartal - 1 Temmuz 2019
- Gecikmiş Ölüler - 15 Şubat 2019
- Zaman Büyücüsü - 15 Ocak 2019
- Dönüşüm - 15 Temmuz 2017
Tekinsiz bir öyküydü ve sonunu da hiç böyle beklememiştim. Şaşırtıcı ve güzel bir kurgu olmuş, tebrik ederim.
Betimleme ve benzetmeler bana çok sık yapılmış gibi geldi. Ben şahsen biraz daha sadelikten yanayım, ki az sayıdaki betimleme bu sayede daha değerli ve çarpıcı olsun. Fakat bu tamamen kişisel bir görüş; siz yazar olarak böyle mutluysanız, bence hiç sıkıntı yok.
Galiba bu daha çok hoşuma gidiyor. Teşekkürler.
Aklıma nedense Phillip K. Dick’in öyküleri geldi, o tekinsizlik ve sanallık. Polislik sınavının bu çeşit simulasyonlarla yapılması gibi şeyler. Tekinsizlik ve insanda uyandırdığı gerilim oldukça başarılı. Emeğinize sağlık diyorum. Umarım yine öykülerinizi okuma şansını yakalarız
Finale kadar kendi türünde seyreden, insanı biraz -ve bilinçli şekilde- rahatsız eden kaliteli ama bana tür olarak o kadar da hitap etmeyen bir öyküydü.
Finalle birlikte birden radarıma girdi. Hem dönüşü hem güzel bitmesi hoş bir tat bıraktı.
Elinize sağlık.
Merhaba @Aremas
Seçki’de her öyküyü okuyamasamda, okumak için gayret gösterdiğim yazarlar var, sizde bunlardan birisiniz.
Öykünüz en başta beklediğimden çok daha sade başladı, o şekilde devam etmemesini umut ettim. Orta kısımlarda, fazlaca ürperdim. Salt metafizik izlemeyi ve okumayı pek sevmem, bu yüzden ikinci bir hayal kırıklığı yaşıyorum dedim.
Ancak son kısımda, tüm geçişleri açıklayan ve gerçekçilik algımı yeniden yerine getiren bir final yaptınız. Bu yüzden oldukça keyif aldım.
Ellerinize sağlık.
Sevgilerimle…