Öykü

Yeniçeri ve Aziz

“Hey gidi Hacı Bektaş kavuklular! Beni, bu diyarda saklarsanız siz saklarsınız. Ne yoldaştan yana kaldı ümidim ne aileden ahfattan yana. Gavurun biri padişah oldum da veli ocağıdır demem, ecdat yadigarıdır demem hepsini kılıca dizerim der. Halk içinde muteber bir nesne yokmuş, hakikat bildim. Kuduz köpekler gibi kolumuzu bacağımızı dişlemenin derdine düştü avam-ı nas. Hey gidi Hacı Bektaş kavuklular! Gecedir yaradan Rabbim mahlukatın esfelini de saklar, mübareğini de. Bir beni saklamaz. Şu kasabanın halkına da zerre güven olmaz. Ağaları yetimin bitmemiş tüyünden yorgan doldurur. Halkı Türki konuşurlar amma gavurdur mayası bozuktur. Rum gavuru, on beşlik kız gibi yerinde duramadı da devlet-i aliyyenin başına bunca dert açtı. Ocağın tepesine Nuh tufanı oldu da helak yağdırdı. Ne gidecek bir yerim kaldı ne kaçacak bir deliğim. Hacı Bektaş’ın kapısına yüz süreyim de medet dileneyim dedim, dört bir yanını almış muhafızlar. Yârandan yoldaştan kimi bulurlarsa buyurun yağlı ilmiğe. Murat-ı Rabi en azından cenaze namazını kıldırırmış kellesini topladıklarının. Gavur oğlu gavur, bu kadar bigünah gazinin kanına girdi de bir cenaze namazını bile çok gördü. Gider de Bektaş ocağının bu kadar ulusunun mezar taşlarını kırar. Senin o sümüklü soyun ayakta kalır mıydı Bektaş-ı Veli olmasa? Hey gidi Hacı Bektaş kavuklular! Pirin selamını getirdim. Yol verin de geçem, yatak verin de yatam. Medet ya Bektaş-ı Veli!”

Paçavralar içerisindeki adam bir yandan mırıldanıyor, bir yanda kasabadan uzak durmaya çalışarak kayalara yaklaşıyordu. İki aydır kaçıyordu. Sürekli yollardaydı. Açtı. Aç karnına su içmekten midesi bulanır olmuştu. Takipçileri bir aman versinler diye her gün dualar ediyordu. Yoldaşlarından geriye kimse kalmamıştı. Kendisi de üstünde neyi var neyi yoksa atıp, kimini kimsesini arkasında bırakıp dilenci kıyafetleriyle kaçabilmişti kasabadan. Daha Müslümanları toplayıp fermanı okuyan kadıyı söylediklerinde kaçması gerektiğini anlamıştı. Bektaş-ı Veli bir kere göstermişti kerametini bir daha gösterir diye umuyordu. Nasıl olacağını bilmiyordu ama bir devrandır bu da geçer yahu demekten başka çare de bulamıyordu.

Bura halkı bu kayalara peri bacaları derdi. Halk bazılarının içine evler kurmuştu. Bir tanesine gavurlar batıl ayinlerine göre bir kilise bile yerleştirmişti. Bunların hepsini bilirdi. Çünkü o da buralıydı. Çocukken, içlerinde ev olan, gece kapılarından pencerelerinden mum ışığı sızdıranları gözlerinden ışıklar saçan gulyabaniler gibi hayal ederdi. Saklambaç oynamak için güzel yerlerdi. Nereden aklına gelmişti buraya geri dönmek? Ölümü ensesinde hissederken, belki ölümü unutturur diyerek çocukluğundan kalma bir korkuyla yüzleşmek mi istemişti? Azrail ile saklambaç mı oynamak istiyordu? Azrail ile iki aydır saklambaç oynuyordu ya. Görünüşe göre kazanıyordu da. Bir saklambaç oyununda bu kadar uzun süre sobelenmeyen birisini hiç tanımamıştı hayatı boyunca.

Aslında bir panik halinde Hacı Bektaş’ı düşünmüştü. Sonra da velinin bir yerlerde gördüğü tasviri aklına gelmişti. Kahverengi ya da gri kaftanları ve başlarına oturttukları külahlarla çocukluğunun bacaları Hacı Bektaş’a ne kadar benziyorlardı! Bir putperestliğe düşme korkusu ölüm korkusuyla beraber sardı vücudunu yeniçerinin. Şeytan mı fısıldıyordu bütün bunları? Sultanın adamları da bacaları veliye benzetip burayı çevirirler miydi?

Korkularıyla ve şüpheleriyle güreşerek ışıklardan ve kasabadan uzak bir tane bacaya geldi. Yağlı korkusu içinde gerçek bir güreşçi gibi sırılsıklam olmuştu. Kayalardan birisine tırmandı. Nuh nebiden kalma pencere ve kapı boşluklarından birisinden içeri girdi, karanlıkta el yordamıyla kendisini bir duvara attı. İçerideki fareler onun gelmesiyle ciridi bırakıp, ciyaklayarak etrafa dağıldılar. Bir zindandan farkı yoktu buranın.

“Geldim sinene girdim. Medet ya Bektaş-ı Veli! Bir avuç pirincine muhtacım. Medet ya Bektaş-ı Veli!”

Yeniçeri sonrasını düşünmemişti. Çocukluk hayallerinin sonrası olmaz. Bir babaya sığınır gibi Hacı Bektaş kavuklulara sığınmıştı. Sonrasını bilmiyordu. Yeşil sarıklı, gri kavuklu, beyaz sakallı veli gelir de onu alır gökte kırklara katardı belki. Açtı. Hava sıcaktı. Yorgundu. Ne yapacağını bilmiyordu. Sığıştığı kovuktaki delikten gökteki dolunaya baktı. Sonra bakışlarını yıldızlarda gezdirdi. Kırklardan birini görürüm de el ederim diye düşündü. Issız bir adaya düşmüştü. Bir gemi geçerse el sallayacak, kurtarılmayı bekleyecekti tabii ki. Ama gökyüzünde yeşil kaftanlıları görmedi. Üzerine beyaz çiğ taneleri atılmış sonsuz kara kaftandan başka bir şey görünmüyordu. Biraz sonra uyumaya başladı.

Rüyasında pirinç tanesi kadar çivilerin birer birer derisine sokulduğunu ve acıyla haykırdığını gördü. İşkencecisi bir pirinç tanesini derisine sokuyor, onun üstüne bir tanesini daha çakıyor, en üste de başka bir tanesini yatay olarak koyuyordu. “Puttan adam,” diyordu sonra gülerek. “Kendine yazık ettin Bektaşi!” Vücudunun her bir kıl aralığı bir puttan, pirinçten peri bacası ile kaplanmıştı. “Hacı Bektaş kavuklu periler prensesi,” diye geçirdi içinden. “Medet ya periler prensesi!” Sonra da uyandı. Dalgalı kumral saçlı bir genç adam ona korku dolu yeşil gözlerle bakıyordu.

“Efendi burada ne ararsın?” dedi genç. Türkçesi çok kötüydü. Yeniçerinin Rum tüccarlardan alıştığı bir şive değildi bu. Buraların Rumu ise zaten Türkçe söylerdi ve güzel söylerdi. Yeniçeri dayanamadı, gözlerini tavandaki boşluktan göğe dikti ve sitem etti: “Ya Veli! Sıratı sırtımda ter küfeleriyle kaç kere tur atım. Cennete girelim diye sinene sığındım. Sen bana çilem bitmemiş gibi bir de Moskof keferesi mi gönderdin!”

“Moskof değil ben efendi,” dedi genç. “Sen beni sattı efendi ağaya. Hâlâ peşimde nedensin?”

Yeniçeri genci baştan aşağı süzdü. Gözleri gencin iki eliyle sıkı sıkı sarıldığı koynundaki bakır tencereye gelince başka yere bakamaz oldu. Burnuna pilav kokusu geliyordu.

“Ne dersin bre Moskof keferesi?” Hiçbir genç oğlan ele geçirmemişti hayatında. Zaten on beş sene önce Moskoflarla vuruşurken rezil olmaktan başka bir şey yapmamışlardı. Para edecek bir esir olsa bile, Moskoflu sulh ile beraber hepsini geri toplardı. Yeniçeri Mora’ya da gitmemişti. Oraya gidenlerin oğlancıklar toplayıp satarak paraya para kattıklarını duymuştu ama ona nasip olmamıştı.

“Sen beni sattı efendiye. Evrak efendidedir. Ne ister?”

“Ne mi ister?” Yeniçeri gence baktı. Birden açlıktan gözleri yaşardı. Bu çocuk da bir hain olamazdı ya? Ahali Moskof keferesinden daha zalim çıkmamış mıydı? Gavur padişah? “Sırtımda abam paralandı. Boğazımdan bir parça francala inmedi ki mideme. Medet ya seyit! Pilavdan bir kaşık ya seyit! Hacı Bektaş Veli aşkına!”

Genç şaşkınlıkla baktı yeniçeriye ve istemsizce de olsa tencereye daha sıkı sarıldı. “Olmaz! Efendinin canı pilaf ister!”

Yeniçeri şaşkınlıkla sordu:

“Efendinin canı pilav isterse tencere neden burada?” Sonra da aklına gelen kötü fikirle gülmeye başladı: “Efendiden sirkat ettin değil mi köpoğlu?” Eline üstünlük geçtiğini düşünerek bastırmaya başladı. “Şimdi kepçe kulağından asılıp da seni efendiye götürsem ne yapacaksın gavurun dölü?” Sonra yumuşar gibi davrandı: “Gel etme. Bana acımazsan ayaklarına acı be canım!”

“Yoan hırsız değil,” dedi genç sinirle. “Efendi Mekke’de. Canı pilaf ister. Yoan pilafı efendiye götürür! Yoan hırsız değil!”

Yeniçeri önce şaşkınlıkla baktı sonra kahkahalarla gülmeye başladı. “Yoan Mekke’ye nasıl girecekmiş bu gavur haliyle?”

Yeniçeri soruyu sorduğu gibi Ürgüp’ten Mekke’ye nasıl gidebileceğinden bir an bile şüphe etmediğini fark ederek şaşırdı.

“Peri bacasıdır. Bura yol var her yere. Bura yol gösterir Tanrı,” dedi Yoan inançla. “İsa göstermezse Muhammed gösterir.”

“Muhammed göstermezse Ali gösterir. Ali göstermezse Bektaş Veli gösterir,” diye tamamladı yeniçeri. “Yürümesini bilene yolda rehber boldur.”

“Sen asker. Ben de asker idi. Çar savaştım. Esir oldum. Şimdi efendiye hizmet” dedi Yoan. Yeniçeriye ısınmaya başlamıştı. “Asker günah değil. Aziz Georgiy de asker.”

Yeniçeri “Gazilik neden günah olacakmış bre kefere?” diye çıkışacaktı ki durumun garipliğini fark edip durakladı:

“Çar kazandı. Seni neden geri vermediler?”

“Çar kazandı?” diye tekrarladı Yoan. Söyleneni anlamamıştı. “Çar batakta. Asker dağınık. Sultan kazandı. Tanrı Yoan’a kölelik diledi.”

“Aya sen ne dersin?” dedi yeniçeri ters ters. “Çar neyin batağındaymış! Asker başına geçen hükümdar mı kaldı? Bir Bonaparta yapardı o işi, o yiğidime de yazık ettiler. Kalelerden kafamızı çıkaramadık. Neyi kazandı Sultan? Başımı kazandı gavur Sultan.”

“Sultan kazandı,” diye inatla tekrarladı Yoan. “Pyotr ölecek idi. Sultan öldürmedi.”

Yeniçeri ağzı açık bir şekilde gence bakıyordu. Kimdi bu Pi-yo-tır? Petro? Deli Petro?

“Be canım! Sen ne zaman savaştın?” diye bağırdı şaşkınlıkla. “Garibimi döve döve bir asır evveline göndermişler yazık,” diye mırıldandı.

“On idi.”

Yeniçeri onda yapılmış bir savaş aradı aklından. Bulamadı. “Onda savaş mı vardı be canım! Gavur hesabını mı söylersin? Müslüman hesabı bilmez misin sen?”

Yoan Müslüman takvimini bilmiyordu. Hristiyan takvimini de bilmiyordu. Ona sadece savaşın on senesinde yapıldığını söylemişlerdi. O da öyle kabullenmişti. Bir şey söylemeden yeniçeriye baktı.

Yeniçerinin açlıktan pek takati kalmamıştı artık. Genç gavurun hangi savaştan kaldığını da merak etmiyordu. Aklının bir köşesinde genci pataklayıp elindeki pilavı alıp alamayacağını ölçüyordu. Silahı yoktu yanında, güçsüz düşmüştü. Genç ise gençti hâlâ. Yeniçeriyi şuracıkta öldürse kimsenin haberi bile olmazdı. Bir çıkış yolu bulamayınca yalvarmaya başladı:

“Ya seyit! Musa, İsa, Muhammed aşkına bir kaşık!”

“Pilaf efendinin!”

“Ya seyit! Efendin Mekke’de tanrı misafiridir. Tanrı besler onu. Ben burada kimin misafiriyim. Periler gelse de beni doyursa diye bakarım. Onlar da seni göndermişler zaten. Gel etme. Aç kalmış bir adamı doyurmadan gitme!”

Yoan sakinleşti. Yeniçeriye acıyarak bakmaya başladı. Tencereyi artık eskisi kadar sıkı tutmuyordu. Açlığı çok iyi biliyordu. Pyotr’un ordusunda erzak sıkıntısında atları yiyeceklerdi neredeyse. Onu esir alanlar da genç adama düzgün bakmamışlardı.

“Fukaranın halini fukara anlar,” diye devam etti yeniçeri. “Sultanı da batsın, çarı da batsın. Paşası da batsın cenerali de batsın. Fukaranın evladını silaha koşarlar da karga korkuluğu gibi meydana dikerler.”

Yoan yere oturdu. Tencereyi de yanına bıraktı. Yeniçeri ise sanki transa girmiş gibi devam ediyordu:

“İnsana son nefesinde şeytan gelirmiş de bir bardak su verip imanını alırmış. Şeytan mısın gavur? Tek kelime etmeden beni de yoldan çıkardın. Zebaniler artık Türki bile bilmeyen şeytana ruhumu sattım diye döver de döver. Moskof şeytanıdır derim ben de. Ne hindir o! Karnı aç olanın imanı olmazmış. Azizi de batsın, evliyası da batsın. Bektaş ocağıdır dedik, medet dilendik. Ne ulusunu korudu ne fukarasını. Beni de burada açlıktan gebertecek. Git gavurcuk git. Bir fukara için sen de efendinden ölesiye dayak yeme. Efendisi de batsın, kölesi de batsın.”

Yoan tencereyi yeniçerinin önüne bıraktı. Kapağını açtı. Yeniçerinin suratına tereyağlı pilavın sıcak kokusu vurdu. Sakallarındaki yağa karıştı. Sıcak yaz gecesinde tencerenin içindeki cennet suretli cehennem suratına vuruyordu. Tencerenin içinde bir de kaşık vardı.

“Ye, efendi. Günah yoktur.”

Yeniçeri önce kararsız kaldı. Tencereye kaşığını daldırınca çarpılacağından emindi. Ama bunu yine de yapacağını biliyordu. Gözleri doldu. Birazdan bir kaşık pilav için çıkmamacasına cehennemlik olacaktı. Ağlayarak elini tencereye attı. İçindeki kaşığı kaptı ve pilava daldırıp ağzına soktu. Bir şimşek çakmamıştı. Bir kaşık daha aldı. Hâlâ cehennem alevleri sarmamıştı etrafını. Artık daha fazla tereddüt etmeden pilava girişti.

“Su, efendi. Yakmasın.”

Yeniçeri bir yandan suyu içti, bir yandan pilavı yedi ve etrafına bir daha bakmadı. Bitirdiğinde Yoan gitmişti. Bitirdiğinde tereyağı akmış sakallarının üstüne günün ilk ışıkları vuruyordu. Tencereyi yere bıraktı. Çarpılmamıştı. Aç da kalmamıştı. Hacı Bektaş’a bir Fatiha okudu.

“Veli bizi yalnız kor mu hiç?”

Sonra girdiği delikten dışarı çıktı. Kasabadan uzak durmayı hedefliyordu yine. Ancak gizlendiği yerden çıktığı gibi yakalanmıştı. Belinde rengarenk bir kuşak, tombulca bir adam onu gördüğü gibi bağırmaya başladı:

“Ağam! Sen buraya mı geldin! Neden demezsin! Senin bana verdiğin gulam ne mübarek ne aziz bir kişi çıktı! Tastamam ermiş bir kişi! Ne kadar özleriz biz onu! Allah yanına almayı uygun gördü, biz de böyle dımdızlak kaldık buralarda. Ama sen vesile oldun ya böyle bir aziz kişiyle tanışmamıza. Dile bizden ne dilersen. Bütün kasaba gavuruyla Müslümanıyla emrine amadeyiz.”

Yüz yıl sonra aynı çıkışta, pencereden aşağı kendini sarkıtıp yere atlayan dalgalı kumral saçlı, yeşil gözlü genci gören bir kadının dizlerinin bağı çözüldü. Yere çöktü. Ağlayarak istavroz çıkardı. Bir çığlık kopardı ve bayıldı:

“Aziz!”

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba,

    Diİin hem okuyucuyu olayın geçtiği zamana götürdüğü hem günümüz standartlarında pürüzsüz kullanıldığı ilgi çekici bir öykü okudum sayenizde.

    1826/27’de, bir yeniçeri ile Pruttan kalan bir askerin hikayesi gerçekten güzel olmuş.
    Elinize sağlık.

  2. Beğendiğinize sevindim. Okuduğunuz için çok teşekkür ederim :hugs:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for MuratBarisSari Avatar for yzkbicak

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *