Yüzü olmayan adam ya da kendi evreninde çağrıldığı ismiyle Thaamu, Dünya’nın atmosferine alışabilmek için birkaç saniye bekledi. Burası umduğundan daha renkli bir yerdi. Birçok farklı canlı türü görüyordu etrafında. Kendi boyutuna göre çok daha küçük olanlar da vardı, ona yukarıdan diklenen gözlerle bakanlar da. Yürümeye başladı. Zira insan türü dışında burada hareket eden herhangi bir şeyle ilgilenmiyordu. Rotası çoktan çizilmişti. Cebinden çıkardığı yön bulucu gideceği yeri ona adım adım tarif ediyordu.
Sinyallerin peşinde uzun zaman yol aldıktan sonra bir dağın eteğine geldi. Yönü yukarıya doğruydu artık. Tepede yaşıyor olmalıydı aradığı yaşlı adam. Bu gezegende ona verilen ismin Dede Korkut olduğunu yolculuğuna başlamadan önce iyice kafasına kazımıştı. Yok edilmesi gereken düşman hakkında her şeyi biliyordu.
Dağın farklı bir atmosferi vardı. Dünyaya çok çabuk alışan Thaamu şimdi nefes almakta güçlük çektiğini hissediyordu. Çok nadir başına gelen bir şeydi bu. Dünyanın tanrısal güçleri ona karşı harekete geçmiş gibiydi. Yüzü olsa şu anda muhtemelen biraz somurtuyor olurdu. Yürümeye devam etti. Kendi evrenlerinin tanrısı Sharaa sonsuzluğun hakimi olana dek durmayacağına dair kendisine söz vermişti.
Uzak değildi artık hiçbir şey. Hava cehennem gibi titreşmekteydi. Dünya denilen bu küçük gezegenin bütün zamanlar ve mekanlar içinde en kritik anları bunlardı. Her şey doğru hesaplanmıştı. Ancak Thaamu ilerleyemediğini fark etti. Yürüyordu yürümesine ama attığı her adım onu aynı noktaya getiriyordu. Sanki gerçek dünyanın sınırları bitmiş ve her şey sanallaşmıştı.
İlerideki kocaman bir kayanın üzerinde bitivermiş alıç ağacına dayanıp oturan avını görebiliyordu. Sakalı rüzgârda usulca kımıldarken kucağındaki kopuz denilen müzik aletini çalan adam sanki tüm evrenleri ve sonsuzluğu aşan bir zarla korunuyor gibiydi. Bir hikâye yayılıyordu kopuzdan. Sözcüklere dökülemeyecek denli önemli bir hikâye.
Thaamu umutsuzca yürümeye devam etti. Günler boyu adımladı dağı. Ama hiç ulaşamadı Dede Korkut namıyla bilinen yaşlı adama.
* * *
Köpeklerin neşesinden imal edilmiş bir tür mantar yemeniz gerekirdi önce. Bu, Ebedî Mümkünler Kıraathanesinin değiştirilemez kuralıydı. Gözlerimi binanın iç kısmındaki kemerli kapıya diktim. Önümdeki tabelada ışığa bürünmüş harfler vardı: G-H-N. Bazıları bunun Gehenna’nın yani Cehennem’in kısaltılmış hali olduğunu iddia ederlerdi. Cehennemin her şeyin mümkün olduğu bir kıraathaneden başka bir mekân olabileceği ihtimal dâhilinde değildi onlara göre.
Girmek için öne atıldığım bu yerin ne Cehennem ne de Hades ile alakasının olmadığının bilincindeydim. Hakikatin ifşa edildiği o meşhur Ünite’nin bir üyesiydim ne de olsa. G’nin Gnosis’i, H’nin hikmeti ve N’nin ise Nirvana’yı temsil ettiğini biliyorduk. Ben ve diğer on iki üye.
“Köpeklerin neşesi” etkisini göstermeye başlayıp gözlerim kararsa da koridorun iki tarafına dizilmiş dijital meşaleler sayesinde yolu görebiliyordum. Dijital meşalenin henüz icat edilmediği zamanlarda insanların gözleri kapalı yürüyemedikleri gerçeğini düşündüm bir an. Ürperticiydi.
Koridor bittiğinde her zamanki gibi Molech bekliyordu beni. Gözlerinde e-ateşin gölgesi dans etmekteydi. Beni içeriye davet etti. Devasa bir adam olduğu için önce onun girmesini beklemek zorunda kaldım. Gidip önündeki küçük bir merdivenle üzerine tırmandığı taht misali koltuğuna yerleşti. Oradan bir zebani gibi tüm keşmekeşi izleyebiliyordu. Gerçek bir insan olsaydı, diye geçirdim içimden, insanlık olarak onu yok etmek zorunda kalırdık.
Gerçeğin akışkanlığı artmaya devam ederken “bizim masa”ya yerleştim. Her seferinde sadece iki Ünite üyesi buraya gelir ve toplantı yaparlardı. Asla daha fazlası olmazdı. Bu bizim için bir tür güvenlik ritüeli olagelmişti. Bugün de eğer işler bu kadar çığırından çıkmasaydı sadece ben ve Sofiya Kıraathane’de olacaktık. Şimdi ise elimizden olmayan şeyler bizi, bir yabancıyla; hakikati görmemiş sıradan biriyle görüşme yapmaya zorluyordu. Misafirimiz olacak kişiyle irtibata geçebilmemiz tam üç ayımızı almıştı. Neyse ki onu Sri Lanka’dan buraya getirmenin, bulmaktan bir nebze daha kolay olduğunu belirtmeliyim.
“Esenlikler!”
Bunu duyunca elbette Sofiya’nın gelmiş olduğunu anladım. Her birimizin farklı bir selamlama tarzı vardı. Aralarında en sevdiğim biraz önce duyduğum kelimeydi. Bunun belki Sofiya’ya karşı hissettiğim karmaşık duyguların bir sonucu olduğu da söylenebilir.
“Hoş geldin.” dedim. Neredeyse sırıtma denilebilecek bir gülümseme yüzümde kalakalmıştı.
“Misafirimiz gelmedi mi daha?” diye sordu. Belli ki suratımdaki ifade onu eğlendirmişti. Onun alaycı mimiklerinden kayan gözlerim bir an Molech’in dehşet veren boynuzlarında gezindi. Orada koltuğunda oturmuş etrafı izleyen bu veri yığınını göz ardı edip masamın üzerindeki bütün kenarları farklı uzunluklara sahip ama aynı zamanda her kenarı eşit olan küple oynamaya başladım. Gerçeğin biçimlenmemiş haliydi bu oyuncak. Yıllardır buraya her gelişimde onu görürdüm.
“Su geometrik saçmalıklarla kafanı bulandırmayı bırakmadın gitti.” diye sitem etti Sofiya. “Sana bir soru sordum farkında mısın?”
Dalgınlığımdan sıyrılıp cevap verdim.
“İki dakika içerisinde burada olur diye tahmin ediyorum.”
Ebedi Mümkünler Kıraathanesi bir yazılımcı olan beni her zaman çok etkilemişti. Gerçeğin tözle, rüyanın maddeyle çarpışmasından doğan bu avangard mekânın her ayrıntısı müşterinin kendisine özeldi. İlk yazılımını kim yazdı ve gerçeği sanalla bu kadar kaynaştırmakta nasıl bu denli başarılı oldu bilmiyordum. Ama tanrısal bir ilhamın buralarda kol gezdiğini kolaylıkla söyleyebilirdim.
“İşte geliyor.” diyerek Molech’in yanından acele adımlarla uzaklaşıp bize doğru yol alan adamı işaret ettim. Uzun keçi sakalları üçgen biçimli suratının bir uzantısı gibiydi. Siyah gözleri ve kaşlarıyla karanlık bir firavunun antik çağlardan alınıp post-dijital çağlara ışınlanmış haline benziyordu.
“Dünya üzerinde kalan son Dede Korkut araştırmacısı,” dedi Sofiya, “Hiç hayal ettiğim gibi birisi değil.”
Sofiya’nın demek istediğini anlayabiliyordum. Öncelikle bu kadar genç birisi olması ve iki kulağından sarkan e-küpeler benim de beklediğim tarz değildi. Kambur bir profesör olabilirdi belki, gözleri kanlanmış ihtiyar bir kurt.
Genç misafirimiz selam dahi vermeden yanımıza oturdu. Gözlerini masanın üzerindeki küpe dikti ve bir süre öylece kaldıktan sonra ikimizi de bir süre süzdü. Sofiya’yı incelemesi biraz daha uzun sürmüştü elbette. Güzel ve tehlikeli bir femme fatale’in benden daha fazla ilgi çekmesine alınacak kadar empatiden yoksun olmadığım için bunu normal karşıladım.
“Merhaba Baatur.” dedim. Gerçek adının bu olduğundan emin olamadığım adam önce bir defter ve kalem çıkardı. Görünüşünün aksine geleneksel yöntemlerle çalışmayı sevdiğini belli etmek ister gibi bir hali vardı.
“Merhaba.” diye cevap verdi. “Kusura bakmayın adınızı bilmiyorum.”
“Onun adı Demir-G.” dedi Sofiya, “Ben de Sofiya. Burada Ünite’nin bir misafiri olarak bulunuyorsun. On üç üye dışında Ünite’nin varlığından haberdar olacak ilk kişisin.”
Baatur kafası karışmış ve biraz da canı sıkılmış bir bakış fırlattı.
“Buraya kadar beni çağırmış olmanızın nedenini açık olarak anlatırsanız belki aramızdaki iletişim daha sağlıklı olur.” dedi.
Öncelikle garsonu çağırıp sinirlerimizin yatışması için hepimize birer Hayyam spesiyal söyledim. Ters tutularak içilen dolu kadehlerde sunulan bu içkilerin konuğumuzu bir nebze olsun eğlendirmesi umuduyla.
“Seni buraya getirmemizin nedeninin çok önemli bir sorunu çözmekte bize yardımcı olabileceğini düşünmemiz olduğunu belirtmeliyim.” derken muhatabımın gözlerine bakıyordum. Canlı gözbebeklerinde anlam veremediğim bir telaş olduğunun farkına vardım.
“Canını sıkan bir şey mi oldu Baatur? Yolculuk çok iyi geçmedi sanırım.” Belli ki Sofiya da misafirimizin üzerindeki can sıkan tedirginliği görmüştü.
“Yok, yolculuk gayet rahattı.” diye cevap verdi Profesör. “Ama sanki hep takip ediliyormuş gibi hissettim. Birisi vardı, bir adam ya da belki bir kadın. Bir türlü yüzünü görmeyi başaramadım. Sanki bir gölge gibi. Belki yorgunluktan hayal görmüş olabilirim, bilemiyorum.”
Burası, yani Ebedi Mümkünler Kıraathanesi hayal görmenin olağan olduğu bir yerdi. Ama dışarıda gerçekten onu takip eden birilerinin olduğunu düşündüm. Çok önemli bir mesele için yapılan bir yolculuk, düşmanlarımızın dikkatini çekmiş olabilirdi. Düşmanlarımızın kim olduğunu bilmiyorduk. Tek bildiğimiz Gnosis’i ve dolayısıyla Dünya’yı yok etmek istedikleriydi.
“Umarım takip eden birisi varsa bile çoktan izini kaybetmiştir.” dedim. Misafirimizi daha fazla korkutmanın anlamı yoktu. “İstersen konumuza geri dönelim. Bizler Ünite’nin, yani evrenimizin ortak veri tabanı olan Gnosis’i inşa eden topluluğun üyeleriyiz. Söylediklerimin şu anda mantıksız geldiğinin farkındayım. Ama bir hikâye araştırmacısı olarak bizi sabırla dinleyeceğini ve sonunda yardımcı olacağını umut ediyorum.”
“Bir dakika.” diyerek sözümü kesti Profesör. “Önce şu Gnosis’in ne olduğunu bana iyice açıklar mısınız? Tanrı’nın bilgisine mi ulaştınız? Beni bir tür gizli topluluğun üyesi falan yapmaya çalışmayacaksınız değil mi?”
“Korkmanıza gerek yok. Seni buraya sadece aklımızdaki bir sorunun cevabını verebileceğini düşünerek getirdik.” dedi Sofiya. Çaktırmadan bana göz kırptı. Havada beyaz elbiseli dansçılar uçuşuyordu. Dijital halüsinasyonların Baatur’u çok etkilemediğini fark ettim. Bunlara alışkın birisi olmalıydı.
“Gnosis bizim evreni korumak için oluşturduğumuz bir yazılım aslında.” Sesimdeki çatallanmayı bastırmak için öksürdüm. “Ama sıradan bir yazılım olarak düşünme bunu. Bütün zamanlarda ve mekanlarda ulaşabileceğin türden bir şey.”
“Yanlış mı anlıyorum? Şimdi sözünü ettiğiniz bu veri tabanına ya da her neyse ona, bundan yüz yıl önce yaşamış birisinin erişebileceğini mi söylüyorsun?” Misafirimizin gözünde şimdi telaş yerine merak vardı.
“Sadece yüz yıl önceki birisi değil, bin yıl önce yaşamış buhar çağı insanı ve hatta on bin yıl önce yaşamış bir ilkel kabile dahi bahsettiğimiz bu şeye bağlanabilir.”
“İnşa ettiğimiz şeyin en önemli özelliği,” diyerek sözü devraldı Sofiya, “bağlanmak için ne bir bilgisayara, ne de benzeri herhangi bir dijital alete ihtiyaç duyulmaması. Tek lazım olan şey zihin.”
Profesörün söylediğimiz şeyin ağırlığını bir nebze olsun sindirmesi için bir süre bekledik. Aslında onu gizli bir topluluğa üye yapmaya çalışacağımıza dair kaygısının yerinde olduğunu düşündüm. Çünkü şu an anlattığımız bilgileri öğrenmiş olması aslında onu teknik olarak Ünite’nin bir parçası yapmaya yetiyordu.
“Gnosis’e ulaşmak için geçmişten, gelecekten ve bütün endişelerden soyutlanıp tüm benliğinizle şimdiki anda olmak yetiyor. Gerçekten böyle bir deneyim yaşayan herkes Gnosis’i görebilir, duyabilir ya da onu hissedebilir. Belki tam olarak ne olduğunu kavrayamaz ama iletilen mesajı almış olur.”
Profesör çok ciddiye almayan bir tavır içerisine girmeye başlamıştı bile.
“Burada meditasyondan mı bahsediyoruz?”
“Ah, evet istersen bu şekilde adlandırabilirsin.” dedi Sofiya. “Tarihte pek çok kişi ona çok farklı isimler taktı.”
“Yani, şimdi, sizin bahsettiğiniz bu şey…” Profesör bir an düşündü. “Buda’nın Nirvana’ya ulaştığında aslında …”
“Günümüzde kodlanmış ve bütün zamanlara yayılmış bir veri tabanına erişim sağladığını ve buradan aldığı mesajları etrafına yaydığını ve bunu daha birçok kişinin yaptığını, dünyanın ve hatta evrenin devamının bu şekilde sağlandığını söylüyoruz.” diyerek Profesör’ün yarım kalan cümlesini tamamladım.
Uzaklardaki bir masada birisinin oturduğu gözüme ilişti. Bu gerçek bir insan olabilir miydi? Pek mümkün değildi. Çünkü Molech çoğu zaman biz varken bir başkasının mekana girmesine müsaade etmezdi. Oturan şey sadece Kıraathane’nin yarattığı illüzyonlardan birisi olmalıydı.
Profesör anlattığımız şeylere inanıp inanmamakta kararsız gibi görünüyordu. En sonunda tüm bunların gerçek olup olmamasının çok da umurunda olmadığı kararına varmış olmalı ki ellerini ensesine atıp derin bir nefes aldı.
“Tamam, güzel, anlattığınız şeyler doğru diyelim. Peki tüm bunların Dede Korkut’la ne ilgisi var?” diye sordu. “Ben yüzyıllar önce yaşamış bir hikâye anlatıcısı üzerine uzmanlaşmış biriyim sadece. İşinize yarar bir şeye sahip olduğumu zannetmiyorum.”
“Tam aksine, her şeyin cevabı sende.” dedim. “Bütün çabalarımız, araştırmalarımız tek bir noktada düğümleniyor, çok eski bir hikâyede; ne yazık ki onu hiçbir yerde bulamıyoruz.”
“Dede Korkut’un Sıfırıncı Destanı’nı arıyoruz Baatur.” Sofiya bazen böyle bodoslama girmeyi severdi. “Kayıp olan bu destanın yerini bilecek ve bize onu ulaştıracak senden başka kimsenin olduğunu sanmıyoruz.”
“İyi ama bunu yapamam.” dedi Profesör. Suratında bir şekilde hem muzip hem de hafif hüzün içeren bir ifade vardı.
Biraz önce uzaklardaki masada görmüş olduğum adamın şimdi kayıplara karıştığını fark edince ister istemez etrafıma bakındım. Molech de ortalarda görünmüyordu. Tehlike kokuları almış olmamın verdiği acelecilikle misafirimize döndüm.
“Neden?”
“Çünkü öyle bir destan yok. Evet, bu konuda bazı söylentiler var. Ama ben bütün hayatımı buna adadım. Hiçbir yazılı metinde bununla ilgili bir ipucuna rastladığımı söyleyemem. Korkarım ki Sıfırıncı Destan kulaktan kulağa yayılan bir dedikodudan başka bir şey değil.”
“Bu imkansız!” diye bağırdı Sofiya. Ayağa kalkmıştı. Kabullenemediği bir şeye karşı tepkisi hep aynı oluyordu. Onun karakteristik özellikleri arasında nedensizce sevdiğim detaylardan birisiydi bu da. “Yıllarca bu konu üzerine çalıştık. Tüm evren bu konuda seferber oldu. Bunun anlamını biliyor musun? Sıfırıncı Destan’a ihtiyacımız var. Dünya’nın ve var olan etrafımızdaki her şeyin belki.”
Profesör bize istediğimiz cevabı veremediği için bir nebze mahcup olmuş gibiydi.
“Anlıyorum ama nesilden nesile aktarılan söylentiler dışında elimizde bir şey yok. Derler ki Dede Korkut Sıfırıncı Destan’ı hiç söze dökmemiş. Bir hayaletten bahsediyoruz yani burada. Nasıl yaratıldığı bilinmeyen bir hikâye.”
Sözcüklere dönüştürülmemiş bir hikâyenin peşine düştüm zihnimde. Hikâye anlatmanın türlü yolları vardı. Ama dile başvurmadan onu zapt etmenin ve kayıt altına almanın nasıl bir yolu olabilirdi?
Tüm bu sorularım yarım kaldı. Çünkü ensemde tehlikenin varlığını hissediyordum. Bunca zamandır ne olduğunu bulamadığımız ve hiç karşılaşmadığımız düşmanımızın sonunda bizimle yüzleşmeye geldiğini bir şekilde anlamıştım. Aniden yan tarafımızdaki nesneye çevirdim gözlerimi. Sofiya ve Baatur da bir şekilde benimle senkronize olmuşçasına aynı hareketi yapmışlardı. Üçümüzün bakışları da aynı anda yakaladı onu. Yüzü yoktu. Yüzünün olması gereken yerde anlamsız bir boşluk vardı sadece.
Hemen reflekslerim harekete geçti ve saliseler içerisinde alarmı çalıştırdım. Ebedi Mümkünler Kıraathanesi’nin böylesi acil durumlar için oluşturulmuş bir koruma sistemi vardı.
Alarm çalar çalmaz etrafımız uçuşan küçük robotlarla doldu. Şimdi yeni tanıştığımız düşmanımız bu vızıldayan orduyla uğraşmak zorunda kalmışken biz de kapıya doğru tabanları yağlamaya başlamıştık. Molech hâlâ etrafta değildi. Kıraathane’nin koruma sisteminin yüzü olmayan düşmanımızı kaç dakika oyalayabileceğinden emin değildim.
Dışarı çıktığımızda gün ışığı gözlerimizi kamaştırdı. Sonunda görüşümüz netleştiğinde acı gerçekle yüzleştik. Yüzü Olmayan Adam bizden önce Ebedi Mümkünler Kıraathanesi’nden çıkmıştı bile. Üstelik misafirimiz bu hangi cehennemden kalkıp geldiğini bilmediğimiz yaratığın kolları arasındaydı. Yaratık Baatur’u uzuvları arasında sıkarken sanki bir tür zehir yayıyordu. Zavallı Profesör’ün eriyip giden bedeninin görüntüsü karşısında çaresizce silahımı düşmana ateşledim. Nafile bir çabaydı bu.
Şimdi sıra bize gelmişti. Buralara sürükleyerek ölümün kollarına attığımız Baatur gibi biz de düşmanın kolları arasında yok olacaktık. Sofiya’ya üzüntüyle baktım. O da bir çözüm kalmadığının farkındaydı.
Sonra aniden o ses sardı etrafı. Havadan, binaların pencerelerinden, kaldırım taşlarının arasından yükseliyordu. Bir tür müzik. Yüzyıllardır çalınmayan bir enstrümanın tınısı. Hayatım boyunca böylesine güzel bir hikâye duymamıştım. Bu ahenkli ses dalgalarının bir şekilde Gnosis’ten sızmakta olduğunu fark ettim. Yüzlerce yıl öteden.
* * *
Yüzü Olmayan Adam acı çeker gibiydi. Belli ki onu durdurabilecek tek şeyle karşı karşıyaydı yine. Uzun zaman önce duyduğu bu sesler onu öldürmemişti. Ama şimdi çok daha kuvvetli bir şekilde havayı sarıyordu hikâyenin parçaları. Yaratık yavaşça atomlarına ya da onu oluşturan daha farklı nesnelere ayrılıyordu. Biraz önce öldürdüğü Profesör’ün parçalanmış bedeni üzerine onun bu dünyaya ait olmayan organları yığılmaya başladı.
Dakikalar sonra güneşin altında başka bir evrenden buralara kadar gelmiş olan Thaamu’nun cesedi sereserpe uzanmaktaydı. Müzik hâlâ devam ediyordu. Sanki bütün bir evren aynı notalara bürünmüştü.
İşte o anda anladılar Sıfırıncı Destan’ın ne olduğunu. Demir-G, Sofiya’nın anlam yüklü yüzüne baktığında artık biliyordu. Dünya yaşayacaktı. Hikâye devam ediyordu.
- Her Şeyin Destanı - 1 Şubat 2021
- Sıfırıncı Destan - 1 Temmuz 2019
- Tablodan Damlayan Zürafa - 15 Haziran 2018
- Maria’nın Sırrı 1 – Kıyam - 15 Ocak 2018
- Doğru Zamanın Cesetleri - 15 Haziran 2017
Merhaba, kaleminize sağlık.
Temaya Sıfırıncı Destan arayışıyla yaklaşmanız güzel olmuş, şimdiye kadar okuduklarım genelde 14.yü arıyorlardı
Metin içindeki göndermelerinizi de ayrıca sevdim. Rock’n roll dinlemenizin (özgeçmişten çaldım) tınılarını serpiştirmişsiniz. Köpek neşesi mantarı, kıraathane, hayyam, ters kadehler çok renkli. Düş gücünüze sağlık.
Yalnız aklıma takılan bir kaç soru oldu, bunu sizinle paylaşmak isterim.
1- Neden sıfırıncı destanı arıyorlar? Bu soruma metinde yeterli cevabı bulamadım. Ya da daha vurgu yapılabilirdi.
2- Düşmanın dağlarda dolaştığı dönem biraz havada kaldı. Galiba çok uzun zamandır arıyor Dede Korkut’u. Belki bunu ilk bölümde biraz daha açık verebilirsiniz.
3- Düşmanın kıraathaneye bu kadar kolay erişim sağlaması, metniniz için biraz zayıf kaldı. Belki nasıl olduğunu söylemek istersiniz.
Yüzü olmayan adam nedense bana “Orada Olmayan Adam” filmini çağrıştırdı
Tekrar emeğinize sağlık.
Merhaba, sorduğunuz sorulara tatmin edici cevaplar verecek şekilde öyküyü yeniden ele almak lazım, eğer öyle bir çalışma yaparsam yapıcı eleştirilerinizin büyük rolü olacaktır. O yüzden çok çok teşekkür ederim.
Selam,
Güzel fikir ve yan fikirler. Sağlam bir dil kullanımı. Aslında özgün ve keyifli ayrıca derin birseyler gizler bir öyküydü.
Yer yer Neuromancer tadı da aldım. Bir tür levh-i mahfuz esintisi de…
Bununla birlikte biraz yarım bırakılmış sanki. Hani 5.000 kelimede çok daha iyi anlatılabilirmiş. Ya da şöyle söyleyeyim güzel anlatılmış da okuyucuyu çok daha içine alıp aydınlatabilirmiş.
Not: Dile dökülemeyen hikayenin müzik olmasını beğendim.
Elinize sağlık.
Ben biraz karışık ve fazla fantastik buldum