Dede Korkut, gözlerini kısıp, gökyüzüne baktı. “Öğleden bu yana bulutlar gürleyip durur. Üst üste binip yağmayanından hayır gelmez.” Sağ eliyle kemerini kaşıdı. “Yılkı (at) yılında toprak çelik gibi olur. Yaz akşamları toplanan bulutlardan ılık yağmurlar yağar.” Durdu. “Böylesinden hayır gelmez.” Sakalını sıvazladı ve parçalandıktan sonra tekrar tekrar katlanan bulutlara baktı. Çadırının yanında, yıllardır yandığı rivayet edilen, küllenmiş ateşin bağrına sert bir yel geldi. Alevler titredi, dumanlar süzüldü. “Büyük bir bela olduğu besbelli. Hayır olsun.”
Çadırına girmeye yeltendi. Bilgeliğinin erdiği bela, ayağının dibinde bitmek üzereydi. “Korkut dede! Hey, korkut dede!” Ayakları hemen ardına dönüverdi. Gözlerini kıstı. Sendeleyerek gelen kişi Atilla Kağan’ın ortanca oğlu Dengizik’ti. Dengizik, avuç içleriyle dizlerini kavradı, eğildi. Hızlı hızlı nefes verdikçe, burnunun ucundaki ter damlası düşecekmiş gibi oluyordu. Dede Korkut, en son Dengizik’i gördüğünde, bozkır içinde koşuşturan bir çocuktu. Şimdi ise serpilmiş, delikanlı olmuştu. Omuzları, yay germekten genişlemişti. Elleri etli ve sertti. Lakin adam öldürmeye denk görünmüyordu. Öte taraftan iyi bir okçunun ve kılıç ustasının, yumruğuna pek ihtiyacı olmazdı. Bu oğlanda ise bu vasıflardan fazla fazla var gibiydi.
“Şu bulutlar gibi yel üfleme de ne istediğini söyle hele Dengizik.”
Çocuk kafasını kaldırıp göğe baktı. Sonrasında Dede Korkut ile göz göze geldi. “Korkut dede, sorma hâllerimi. Beni buraya çaresiz bir dert sürükledi.”
Dede Korkut, Attila Kağan’ın otağına pek uğramazdı. Devletin geleceği, ne zaman ki dara düşer, bin bir bilge derdi gideremez ise; işte o vakit Dede Korkut, atına atlar gelirdi. Sonra, tek laf etmeden çadırına yol alırdı. Bir görünüp bir kaybolunca, hakkında yamalı efsaneler türemişti. Kalan vakitlerde onu arayan, tepenin başındaki çadırına varırdı. Varmak zordu. Derdini anlatmak daha da zordu.
Dede Korkut, çadırının önünde dikilmeye durdu. Ateşi harlandı. “Başka zaman olsa çocukça bir tasa herhalde derdim ama bugün tasaların dert olduğuna inanırım. Anlat hele.”
“Ayağıma taş düştüğünden beri düzgün yürüyemem ancak ata iyi binerim. Son atım ölünce, sürüden güzel bir at beğendim kendime. Tüyleri aydan da parlak, koştu mu yeleleri nehirler gibi coşar.” Dengizik başını eğdi. “Dün, güneş batınca atımı çadırın ardına götürdüm. Sabaha karşı atım ağlar gibi oldu. Yanına gittim. Gözü yaşlıydı. Bir yerine bir şey mi oldu diye bakarken, yüzüne akan kanı gördüm. Atın alnına ok saplanmış sandım. Elimi attım. At daha çok ağladı, tepin-“
Dede Korkut, Dengizik’in ellerini kaptı. Tersine çevirdi. “Kanı eline değdi mi?”
Dengizik de anlamsızca ellerine baktı. “Elim kaşınınca toprağa sürdüm.”
“Kanı eline değdi mi Dengizik!”
“Geceydi, görmedim.”
“Sizin orada ateş yanmaz mı!”
Dengizik’in gözleri titredi. “Akan kanı, oktan ötürü bildim. Atımı görmesinler diye söndürdüm.”
Dede Korkut, kaftanının kemerine sardığı hançeri kaptığı gibi Dengizik’in eline sapladı. Elini can havliyle çekti. Hançer, Dengizik’in eli boyunca ilerledi ve yere düştü. Taşa çarpınca şangırdadı. Hiç kan yoktu. İnanılmaz şekilde acımıyordu da.
“Bana yalan deme oğul! Büsbütün kanıyla kirlenmişsin.”
Dengizik, sol elini bileğinden kavradı. Ovaladı, ovaladı. “Bu müjde midir yoksa felaket mi?”
“Bu ne müjdedir ne felaket. Sen artık bu dünyada var olamazsın Dengizik.”
Bileğini tutmaya devam etti. “Lakin hâlâ hissederim bileğimi. Sesim çıkar ve titrerim.”
“Hissetmen hatırındadır. Ses tinden gelir. Ölü yapraklar da titrer. Atının tinine bağdaşman gerek. Atın nereye düşer?”
Dengizik, işaret ve orta parmağını ağzına sokup kuvvetli bir ıslık çaldı. Üç yel esmelik zamanda at yamacı tırmandı. Başını öne eğip sakince yürüyerek yanlarına kadar geldi.
Dede Korkut, Dengizik’in sağ elinden tuttu. Atın belcesine doğru bastırdı. “Hâlâ vaktimiz var. Atın boynuzu tez zamanda uzayacak. Gün sonunda boynuz kulaklara varınca tinin bedenden ayrılır.” At irkildi. Yelesi titredi.
“Babam uzaklarda. Ne olacak şimdi? Göç mü edecek tinim? Milletim ben ve kardeşlerime bel bağlar.”
“Asıl yerine dönecek oğul. Bu dünya, dışlanmış tinlerin sığınağı. Ben de onların çobanıyım. Dünyadayken, herkes eskiyi unutur, ata yurdu unutur. Birbiriyle kavgaya düşer. Seni ata yurda geri çağırıyorlar. Tinin bağışlanmış.”
“Kimseye veda edeme-“ Dengizik’in nefesi tükenir gibi oldu. Kendinden geçti. Fal taşı gibi açık gözlerine sisli bir leke düştü. At yerine mıhlandı. Yelesi bile titremiyordu. Dengizik ve atın vücudu kutsal bir hareyle sarıldı. Uzun bir bekleyiş ve kaynaşmanın ardından Dengizik tekrar dirilir gibi oldu. Derin bir nefesten sonra silkelendi. Kendine geldi.
“Emanet verilen tin yerinde kalacak. Öz tinin ise ata yurduna, gök diyara ulaşacak.”
Dede Korkut Dengizik’in üzerine üfledi. Kuvvetli bir yel esmiş gibi saçları dalgalandı. Gözleri daha iyi görür, kulakları daha iyi duyar olmuştu. Cesaretine cesaret, ferasetine feraset katmış gibiydi.
“Bende hiç keder yok Korkut Dede. Benim gibi bir oğlan çoktan gözyaşlarını koyuverdiydi. Babam seferde. Kardeşlerim ve anam otağda oturur. Milletim dağlarda avlanır.”
“Öz tinin kıpır kıpır oğul. İçten içe yurda döneceğini bilir. Ondandır ki kederlenmez. Milletin yüzyıllardır ayaktadır. Yine yıkılmazlar. Üzerine basılsa bile çayır otu gibi yeniden türer. Sen tasalanma.”
“Peki ya kardeşlerim, annem, onların tini ne zaman bağışlanacak?”
Dede Korkut sakalını sıvazladı. “Sen dünyanın var edilişinden bu yana, bağışlanan ikinci tinsin Dengizik. Senden çok çok önceleri, yine aynı böyle bir günde Armuda Kağan’ın da başına bu geldiydi. O, bu topraklara ilk düşenlerdendir.”
“Adı kulağıma hiç çalınmadı.”
“Öykülerime kondurmadım oğul. Kimsenin bilmemesi yeğ idi.” Havaya baktı. “Zamanın az kaldı. Batıdan düşmanlar akın edecek. Tinin yurda dönmeden önce milletini kurtarman gerek.”
Dengizik kalakaldı. “Ben gelirken düşman yoktu ardımda. Sen nereden bilirsin geleceklerini?”
“Benim içime doğar. Bilgeliğim usunun ötesindedir. Ateşim sönmez. Kovalarım boş kalmaz. Ondandır ki tenekelerim hiç tıngırdamaz.” Birkaç adım atıp çadırına girdi. Hemen sonra kartalıyla çıkageldi. Elinde birkaç farklı tüyde ok vardı. Sol dizini kırdı ve kuşu kayaya bıraktı. “Ötede dur hele. Yitik bilgeliğimi sunmam gerek.” Eliyle kartalın başını okşadı. Ölüye tesir eden elleriyle gözlerini örttü. Hemen yanı başında duran, sönmeyen ateşe elini soktu. Küllerinden bir avuç kaptı ve kartalın üzerine serpti. Yün eğirir gibi ellerini çevirdi durdu. Önce kartalın ayakları ve gagasından yay oldu. Tırnaklarından yayın teli oldu. Tüylerinden ok, etinden de sadak oldu. Dede Korkut sadağı, Dengizik’in omzuna asıverdi. Yayı da eline tutturdu. “Kartalda ne kadar tüy varsa o kadar ok var oldu oğul. Sadağa elini her attığında parmaklarının arasına bir ok ilişecek. Oku gerdirip atarsın. Son tüy de sadaktan ayrılıp, yeryüzüne denk düştü mü; kartalım tekrar çadırımın önünde küllenir ve ateşimin başına tüner.”
Dengizik, şaşkınlıktan öte büyülenmiş gibi görünüyordu.
“Al bakalım oğul.” Kül sürülmüş beyaz renkte yelekleri olan okları uzattı. “Bunlar mancınıklar için. Üzerlerine bu oku denk getirdin mi, gökten kayalar yağmış gibi olur.” Yerden son kalan oku aldı. Süt akı teleğinin üzerinde kara çizgiler vardı. “Bu ok, dünyada tektir. Bunu savaş bitmeye yakın at. Attığın son ok olacak.”
Dengizik son oku da avcunun içine koyup kavradı. “Tinimin ana yurda varacağını, son okun zamanının geldiğini nasıl anlarım?”
Dede Korkut kısık gözleriyle, dolgun bıyıklarının altından gülümsedi. “Elin varacak oğul, elin.”
* * *
Akşama doğru fırtına iyice şiddetlendi. Roma ordusu, bayraklarını dikmiş, saldırı için hazırlık yapıyordu. Dengizik de obasındaki kimseye haber etmeden, yoz dağın eteklerine kadar gelmiş, oklarıyla hazır bekliyordu.
Ön safta atlılar, arka saflarda okçular ve sağ kanatta da mancınıklar vardı. Bozkırdaki Romalıların tehlikeyi tepeden beklemedikleri açıktı. Kimse Dengizik’in ve tek boynuzlu atının farkında değildi. Romalılar ağır ağır ilerlemeye başladı. Dengizik bulutlara baktı. Gündüzdeki kadar öfkelilerdi. Atının yanağını okşadı. Önceden olsa atını mahmuzlaması gerekirdi. Ancak artık bağdaşık oldukları için sadece yürümeyi istemesi yetiyordu. Atı ileri atıldı. Sanki Dengizik’in uzantısı gibi hareket ediyordu. Yoz dağın eteğinde koştururken ordunun dikkatini çekmişti. Romalı okçular emri bekledi. Hedef aldılar. Yaylarını gerdiler. Soldaki bölük gerdikleri okları fırlattı.
Dengizik sadağına uzandı. İşaret ve orta parmağıyla hafifçe kurcaladı ve kartalın tüylerinden birini çıkardı. Yayına gerdi. Tüy, yaya gerildikçe ok şeklini aldı. Dengizik, atıyla tek vücut olarak, rahatlıkla gelen okları savuşturabildi. Kartal gibi keskin gözleri olduğunu da fark etti. Daha fazla beklemedi. Gelişi güzel hedef seçip oku fırlattı. Ok, kartalın kanından güç alıp alevlendi. Yanan ok, kartal hızıyla, kartal gürültüsüyle süzüldü ve bir askerin omzuna saplandı. Oradan ilerledi ve diğer askerin kalbine uğradı. Oradan başkasının beline, diğerinin de bacağına saplandı. Toprağa düştü. Sönmedi. Yel estikçe alevi harlandı. Yanan ok, ufalanarak havaya karıştı. Alevi daha da büyüdü. Yakındaki askerlerin eteklerini tutuşturdu.
Dengizik böylesine bir büyüyle ilk defa karşılaşıyordu. Başka zaman olsa şaşırırdı. Şimdi ise temizlemesi gereken bir ordu vardı. Askerler, gördükleri karşısında, afallamışlardı. Dengizik, kartal oklarının gücünü görünce, ardı ardına tüyleri yaya koymaya başladı. Atıyla hiç hız kesmeden, birkaç dakika içinde ordunun çoğunu temizledi. Yoz dağın eteğinden aşağı indi ve kendisine dönmüş mancınıklarla karşı karşıya geldi. Korkut Dede’nin kendisine verdiği kirlenmiş beyaz oku belinden çıkardı ve mancınığa doğru fırlattı. Ağır ağır süzülen ok, mancınığa yaklaşınca birden hızlandı. Kartal okundan da hızlı düşüp, güçlü bir patlamayla mancınığı kıymıklarına ayırdı. Belindeki oklar tükenmeden mancınıkların hepsini temizledi. Ordudan geriye kalan bir avuç insan da dehşete düşüp dağılmıştı.
Dengizik, davullar duydu. Bulutlar öfkeyle defalarca gürledi. İlk yağmur damlasını diğerleri izledi. Davullar güçlendi. Esas ordu bozkırın ötesinde göründü. Az önce temizlediğinin en az on katıydı. Elini sadağına attı. İçini karıştırdı. Son iki tüy parmaklarına yapıştı. İkisini birden yaya koydu ve orduya çok uzakken fırlattı. Oklar kartal gibi dalgalanıp süzüldü. Olanca hızıyla ön saflardaki askerlere saplandı. Birazını tutuşturdu. Sonra ufalanıp havaya karıştılar.
Atıyla son hızda orduya doğru koşarken, bir anlığına davullar ve bulutlar sustu. Son derece gürültülü bir kartal çığlığı, gökyüzünde ve yeryüzünde yankılandı. Omzundaki sadak yok olmaya başladı. Elindeki yay ise yumuşuyor gibiydi. Dengizik, belindeki son oka baktı. Hızla sallandığı yerden çıkardı. Yayıyla gerip olabildiğince yukarı fırlattı. Hem atının hem de Dengizik’in gözlerine sisli perde indi. Daha sonra ışıl ışıl parladı. Ok dönerek hızlandı ve bulutlara doğru yükselerek gözden kayboldu. Gökyüzü, hiç olmadığı kadar öfkelendi. Bulutların rengi bir ak, bir kara oldu. Ufku şimşekler donattı. Her yer aydınlandı. Ordunun üzerine sağanak yağmur yağmaya başladı. Elinde tuttuğu yay yok oldu. Dengizik’in alnına bir tek yağmur bile düşmedi.
Sağanak yağmur hızlandıkça hızlandı. Islık benzeri sesler çıkıyordu. Çığlıklar, ıslık seslerine eşlik etti. Dengizik, dört nala koşup yakınlaşınca dökülenin yağmur değil; binlerce, on binlerce ok olduğunu gördü. Sanki gökyüzünde, bulutların ötesinde gizlenmiş bir Hun ordusu, yeryüzünü ok yağmuruna tutuyordu. Bütün ordu, bir dakika bile olmadan ölmüştü.
Yeryüzünü kaplayan beyaz yelekli oklar gıcırdayarak ufalandı. Devasa bir toz bulutu oluştu. Ardından bir burgaç meydana geldi. Ok parçacıkları kendi etraflarında döndükçe, hayali bir kuş silueti nazikçe aşağı ve yukarı kanat çırpıyor gibi görünüyordu. Siyah kanat uçları belirginleşmeye başladı. Burgaç daha da hızlandı. Heybetli görüntü iyiden iyiye ortaya çıktı. Beyaz bir gövde, siyah kanat kenarları, arduvaz rengi sırt, kırmızı gözler ve en nihayetinde pürüzsüz ovallikte bir baş belirdi. Karşısında dev bir ak çaylak duruyordu.
Ak çaylak silkindi. Yıllarca bir kafeste hapis kalmışçasına kanatlarını gerdi, havaya kaldırdı. Vücudunu bir sanatçı gibi ileri ve geri esnetti. Keskin pençeleri altındaki ceset yığınına göz gezdirdi. Daha sonra başını dikleştirerek kıkırdamaya benzer şekilde gürültülü bir biçimde öttü. Kanatlarını çırparak havada asılı kalıp irtifa kazanmaya çalıştı. Daha sonra başını çevirdi. Avını arıyormuş gibi yeryüzünü izlemeye başladı. Ak çaylak biraz daha süzüldü ve çok geçmeden kanatlarını çırparak aniden dalışa geçti.
Dengizik, eceline tutuklu kalan bir tavşan gibi öylece durdu. Zihni kaçmasına hükmetse de bedeni onunla uzlaşı içinde gibi görünmüyordu. Ak çaylak aniden yavaşladı ve pike yaparak, bu boyuttaki bir yırtıcıdan beklenmeyen bir nezaketle Dengizik’i pençelerinin arasına aldı. Dengizik birkaç sözcük geveler gibi oldu. Sonra duruldu.
Gözlerini tekrar açtığında, meşalelerle aydınlatılmış bir odada, kollarından ve bacaklarından zincirlenmiş hâldeydi. Karşısında kimseyi göremedi. Yanında ise onlarca insan asılıydı.
“Tinimin ana yurdu burası mı?”
Yanındaki adam, yavaşça kafasını çevirip, sıkılgan bir tavırla yanıtladı.
“Sen de Dede Korkut tarafından kandırılan yüzlerce ruhtan birisin.”
- Edebiyat Tanrısı - 1 Mayıs 2020
- At, Boynuz, Kartal - 1 Temmuz 2019
- Gecikmiş Ölüler - 15 Şubat 2019
- Zaman Büyücüsü - 15 Ocak 2019
- Dönüşüm - 15 Temmuz 2017
Çok iyiydi gerçekten
Farklı ögeleri olabildiğince uyumlu şekilde harmanlamaya çalıştım. Teşekkür ederim.
Diğer öyküleri de okudum, ama en beğendiğim bu oldu. Tebrik ederim
Merhaba,
Daha önce de yanlış hatırlamıyorsam benzer bir öykünüzü okumuştum. Finaldeki twisti kast ediyorum, insanı şaşırtan ilgisini arttıran bu tekniği çok iyi kullanmışsınız.
Bu seçkideki çoğu öykü eski türkçe epik diliyle yazılmış. Siz de benzer bir öykü kaleme almışsınız ama dili günümüze yakın tutmuşsunuz. En azından tasvirlerde. Bu da bir renk olmuş.
Ak çaylağı ve hareketlerini tasvir ettiğiniz paragraftaki görselliği de çok başarılı buldum.
Yalnız espriyle karışık bir eleştirim var; eski bir Total War oyuncusu olarak Roma ordusunda Piyadeler önde, okçular arkada, mancınıklar en arkada ve süvariler kanatlarda olmalıydı
Ellerinize sağlık
Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Çok beğendim Dede korkut hokayrlerine fantastik bir nazire olmuş