Öykü

Hurda Adam

I

Küçük kulübenin önünde oturmuş öğle yemeğini yiyordu Asch, diğer yirmi adamla birlikte. Sabah mesaisini yeni bitirmişlerdi ve çalışmaya dönmeden önce yarım saatleri vardı. Bu yirmi bir adam, kulübe ile etrafa yayılmış demir yığınlarının arasındaki küçük boşlukta dağınık şekilde, kimi yere oturmuş, kimi ayakta, her birinin elinde birer somun ekmek ve bir tas hoşaf.

Kulübenin kapısı açık ama içeriye girmeleri yasak. Son giren, Asch O’nu hiç tanımamış, giden katarların birine bindirilmiş ve bir daha geri dönmemiş. Neden girdiği bile bilinmiyor. Bununla birlikte, uçsuz bucaksız hurda yığınlarının arasındaki bu tek boş alanda öğle yemeklerini yemelerine izin veriliyor. Orası Krüger’in. Gün içinde kulübesinden dışarıya pek fazla adım atmaz Krüger. Dışarı çıktığında, taşımak zorunda olduğu üç kişilik yağ kütlesinden olsa gerek hemen terler, ensesi ile gömleğinin yakasının arasına sıkıştırdığı mendili kullanmak zorunda kalırdı sık sık, kafasındaki boncukları silmek için. Takım elbisesiz hiç görmemişti Asch, Krüger’i. Her gün tertemiz gömlek, kravat, yelek, ceket ve pantolonun rengi, akşam oradan ayrılırken, kimi zaman etraftaki tozdan dolayı daha açık, kimi zaman da terden dolayı daha koyu bir renk almış olurdu. Sabahın erken saatlerinde gelir, o gelene kadar dolmuş olması gereken ilk vagonları kontrol eder, katarın oluşturulmasını ve yola çıkmasını sağlardı. İlk katarın kalkmasından sonra boş vagonların gelmesi pek uzun sürmezdi.

Genellikle kulübeye yakın kısımlarda çalıştığı için Krüger’i gözlemleme şansı olurdu. Krüger, ara sıra gelen konuklarına – genellikle üst rütbeli subaylar olurdu bunlar – her zaman hazır olan viskisinden ikram eder, haftalık üretim kapasiteleri üzerine konuşurlardı. Sıklıkla, yirmi bir kişinin yetersiz olduğundan dert yanardı. Hurdalıkta çalışanlar ile fazla muhatap olmazdı. Çalışanları kontrol etme görevini düşük rütbeli iki subaya vermişti. Bu iki subay devamlı olarak ellerinde silah, ağızlarında sigaraları ile hurdalığı bir baştan diğerine dolaşır, en ufak bir kaytarmaya bile izin vermezlerdi. Zaten böyle bir şey hiç kimsenin aklından bile geçemezdi.

Asch buraya yaklaşık bir yıl önce gelmişti. Almanların şimdi artık Moravya dedikleri bölgeden, işgal sonrasında alınarak önce Berlin yakınlarındaki bir toplama kampına, oradan da çalıştırılmak üzere bu hurdalığa getirilmişti. İşgal sırasındaki birkaç günlük karışıklığı fırsat bilerek ailesi ile Polonya’ya kaçmayı başarabilen nişanlısı kadar şanslı olamamıştı. Kendisinden bir gece önce yola çıkmışlardı ve bir gece sonrası her şey için çok geç olmuştu. Saklandığı tavan arasında askerler tarafından yakalandı ve uzun bir yolculuk sonrası toplama kampına getirildi. On bin kişi için hazırlandığı söylenen toplama kampının nüfusu Asch geldiğinde on bini çoktan aşmıştı. Çoğu zaman yerlerde yatmak ve yemeklerin artıklarıyla idare etmek zorunda kalsa da kampta kaldığı süre boyunca nişanlısı Amelie’ye bir gün kavuşacağı inancı O’nu ayakta tutuyordu. Amelie yaşıyordu ve Polonya’da kendisini bekliyordu. Buradan kurtulduktan sonra kavuşmak artık yalnızca zaman meselesi. Yalnızca birkaç gün.

Toplama kampından alınarak önce yakınlardaki bir hastaneye, oradan da bu hurdalığa getirilmişti. Oldukça büyük bir arazi, hurda demir dolu alanda birkaç kişilik guruplar hâlinde çalışılıyordu. Almanya’nın her yerinden demir atıklar-konserve kutuları, hurdaya çıkmış silah ve araç parçaları, yıkılmış binalardan toplanan demir, ev aletleri, akla gelebilecek her türlü hurda-burada toplanırdı. Kamyonlarla getirilen bu irili ufaklı parçalar, boş bulunan alanlara dökülürdü. Yirmi bir adamın görevi, büyük paslı kutuları bu hurda parçaları ile doldurmaktı. Parçaların boyutlarına bakmaksızın tepeleme dolduruyorlar, sonra kilolarca ağırlıktaki bu kutuları iki kişi kaldırarak pres makinesine taşıyordu. Birkaç kutu hurda ile doldurulan presin başında bir adam, kapağı kapatarak makineyi çalıştırır, yaklaşık beş dakika sonra kapak tekrar açıldığında, bütün o hurda yığınları birbirine geçmiş, tek ve büyük bir bütünün parçaları hâline gelmiş olurlardı. Bu makinenin gücü karşısında dehşete kapılıyordu Asch. İçine atılan ne olursa olsun, diğer parçalarla birleşerek bu bütünü oluşturmaktan başka şansı yoktu.

Hurdalığın farklı yerlerine yayılmış altı büyük vinç, yüzlerce kilo ağırlığa ulaşmış bu küçük demir bütününü kaldırarak vagonlara yüklerdi. Her vagonun içinde bir kişi, vincin ucunda sallanan bu küpü doğru bir şekilde yerleştirmekten ve bu sırada altında kalmamaktan, ölmemekten sorumluydu. Küpün vagona yerleştirilmesi sırasında bu kişinin ya da vinç operatörünün yapacağı en ufak bir hata, vagonun içindeki bu zavallının, küpün altında kalarak ölmesi ya da daha kötüsü, sakatlanması anlamına gelirdi. Sakatlanmak da ölümle aynı anlama geliyordu. Daha uzun süren, daha acılı bir ölüm. Orada bulunan hiç kimse sakatlanan bir adamın hastaneye götürülmesi ya da iyileştirilmesi ile ilgilenmiyordu. Böyle bir durumda kaderi, sakatlanan bir atınki ile aynıydı.

Sonunda doldurulan vagonlarla bir katar oluşturulur ve yola çıkardı. Dolu katarın gitmesinden kısa bir süre sonra boş vagonlar, doyurulması gereken birer canavar gibi eskilerin yerini alırdı. Asch ve diğer yirmi kişinin her günü, gün doğumundan gece yarısına kadar bu şekilde geçiyordu. Bu hurda yığınlarının, savaşta kullanılmak üzere üretilecek yeni silah, tank ve gemilerde kullanılmak üzere fabrikalara gönderildiğini öğrenmişlerdi. Kendi ülkelerine, kendi halklarına karşı kullanılmak üzere üretilecek olan savaş makineleri için gece gündüz çalışıyorlardı o pas kokan cehennemde. Asch için bir yıldır sürüyordu bu kölelik. Her gün en fazla beş saatlik uyku, hiçbir zaman tam olarak dinlenememiş, içten içe hurdaların üstüne de olsa yığılıp günlerce o şekilde kalmak isteyen bir beden ve artık elinden çıkarmayı başaramadığı pas lekeleriyle kahverengiye dönmüş eller. Nasıl olsa kendisi de bir hurdaydı artık, bu yüzden artık Amelia’yı düşünmüyordu. O kendisini kurtarmış, evlenmiş, ailesini kurmuş ve mutlu olmuştu. Öyle ümit ediyordu nişanlısı için. Kendisinin buradan kurtulma umudunu görmüyor, kurtulsa bile Amelia’yı aramak istemiyordu. Çünkü artık kendisi de Amelia’nin hiçbir işine yaramayacak bir hurdaydı.

II

“Adı ne?”

“Leib Asch, efendim.”

“Tamam, içeriye götürüp hazırlayın. Birazdan geliyorum.”

Hastanenin müdürü Profesör Kurt, yeni gelen talimatları kısa bir toplantı ile doktorlarına aktardıktan sonra, tren ile Berlin’den, toplama kampından, üç saatlik bir yolculuk ile getirilen ilk gurubun sırayla içeri alınması talimatını vermişti. Yapacakları operasyonun önemini, arî ırkın oluşturulması hedefleri kapsamında hayati olduğunu tekrar hatırlatmıştı toplantıda. Alman kamu sağlığı ve ırkın saflığı bu operasyonlara bağlıydı.

Trenden indirilen, kadın ve erkeklerden oluşturulan esir gurubu, istasyonda kamyonlara bindirilerek, hastane olduğunu öğrendikleri beyaz, üç katlı, büyük binanın bahçesinde sıraya sokulmuşlardı. Önceki geceden beri bir şey yememişlerdi. Yol boyunca birbirlerine ölümü hatırlatmaktan başka bir şey de yapmamışlardı. Kendi aralarında tek konuştukları, ölüme gidiyor olduklarıydı. Çoğu bundan tamamen emindi. Bütün bu panik ve konuşmaların sonunda artık sona geldiğine ikna olan Asch, yol boyunca tüm bu yaşadıklarını düşünmeye çalışmıştı. Buralara nasıl gelmişti, neden böyle olmuştu? Tabii arada Amelia’yı da düşünmeye zorluyordu kendini. Bir daha hiç göremeyecek miydi onun buğday sarısı saçlarını, baktığında karşısındakine konuşmayı unutturan deniz gözlerini?

Kocaman, yemyeşil bir bahçe, ıhlamur ağaçları, binanın önüne çok düzenli bir şekilde yerleştirilmiş güller, binanın bir tarafını en yukarısından aşağıya kadar sarmış sarmaşık ve açık mavi gökyüzü. Güneşin göz açtırmayan parlaklığı. Binanın iki tarafında birer kulübe, önlerinde ayakta dimdik duran, tüfekleri omuzlarında birer Alman askeri.

Bahçede beş farklı guruba ayrılan bu kadın ve erkek esirler, her bir gurup ile farklı bir doktor ilgilenecek şekilde bölünmüş oluyorlardı. İçeriye alındıktan sonra Asch, bir hemşire tarafından, bodrum katında, profesörün bulunduğu odaya getirilmişti. Yatağa yatırıldıktan bir süre sonra, yapılan iğnenin etkisi ile gözleri kapanmaya, etraf kararmaya başlamıştı.

Gözünü açtığında hastane odası olduğunu tahmin ettiği bir yerde, bir yatakta buldu kendini. Binanın ikinci katında olduğunu tahmin ettiği bu odanın iki duvarına karşılıklı yerleştirilmiş beşer yatak vardı. Ahşap zemin, yüksek ahşap bir tavan, büyük beyaz pencerelerden içeriye girmeye çalışan ıhlamur dalları ve insanın başını döndürecek kadar şiddetli ıhlamur kokusu. Her yatağın üzerinde mavi-beyaz çizgili pijama giydirilmiş birer adam, her yatağın başında serum şişesi, çoğu boşalmış.

En son hatırladığı, hemşire tarafından başka bir yatağa yatırılışıydı. Sonrası hakkında hiçbir fikri yoktu. Buraya nasıl getirildiğini anımsayamıyordu. Odadaki diğer adamlar kendisinden önce uyanmış olmalılar ki, yüksek sesle konuşuyorlar, bağırıyorlar, kimisi de ağlıyordu. Hepsine ayrı ayrı dikkatle baktı önce, hiçbirini tanımıyordu. Bağrışmalardan neler olduğunu anlamaya çalıştı.

“Ben artık daha fazla yaşamak istemiyorum” diyordu bir tanesi. Kafasını iki elinin arasına almış, ağlıyordu.

“Bunu bize nasıl yaparsınız?” diye soruyordu bir diğeri bağırarak, etrafta onu muhatap alacak kimsenin olmadığını bilmesine rağmen.

Birkaç tanesinin konuşmasını ise anlayamıyordu. Konuştukları dilin ne olduğunu bile bilmiyordu.

Derken, yanındaki yatakta yatmakta olan adamın kendi kendine konuşmalarıyla dehşete kapıldı. Bir an için beynine bıçak saplanmış gibi bir acı hissetti, gözleri karardı, ne düşüneceğini bilemedi. Tüyleri diken diken olmuş şekilde elini apış arasına götürdü. Testislerinin olmadığını fark etti. Dondu kaldı uzun bir süre. Ne düşünmesi gerektiğini bile bilemiyordu. Etrafındaki isyan eden adamları izledi. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. O artık bir hurdaydı. Ne Amelia’nın, ne de başka her hangi bir kadının işine yarayacak bir hurda.

Emre Özpek