Sabahın kör vaktinde, huysuzlanarak çalan saatin alarmıyla açtı gözlerini. İçinden birkaç küfür savurmak geçtiyse de onun yerine, aceleyle elini çalar saatin darbe yemekten düzleşmiş tepesine vurdu. Kafasını kaşıyarak odayı taradı gözleri, giysileri bu hengamenin içinde kim bilir neredeydi? Eğer bir an önce çıkmazsa, bugünün müşterilerini kaçıracaktı, ne de olsa günün en bereketli vakti, iş için yola koyulanların vaktiydi. Arada ıskaladığı gececiler olsa da bundan şikayetçi değildi. İşinin manevi zorluğu ne kadar çok olursa olsundu, o aldığı ekmeğe bakıyordu. Eskiden böyle değildi ancak bu ülkede hayat insanı bu noktaya getiriyordu: Kaçınılmaza alışmaya…
En sevdiği yeleğini, daha dün giydiği gömleğini ve kaç senedir kendisinde olduğunu anımsayamadığı dizleri ve paçaları yırtık kot pantolonunu ivedi ve usta hamlelerle üzerine geçirdi. Dün geceden hazır ettiği kahvaltı sofrasını, daha doğrusu dün akşam yemeyi unuttuğu akşam yemeğini, bir iki dakika içerisinde mideye indirdi. Katran gibi koyulaşıp kararmış soğuk çayı da hiç tiksinmeden içti. Bunlar, Tanrı’nın var ettiği her gün gerçekleşen bir ritüel gibiydi artık onun için. Sefillik Çağı’nın bangır bangır geldiği ve bir hane hariç, tüm ülke halkının sefaletle boğuştuğu şu devirde, yaptığı işi kimileri bir damla umut, kimileri de yaşarken ölmenin son adımı olarak niteliyordu. Neydi, bu fikir kupürlerinin her biri onun için, o da artık bilmiyordu. Zaten, o ekmeğine bakar, gerisine karışmazdı. Hayalleri hurdaya çıkmış yüzlerce belirsiz siluetten aldığı iki dersten biriydi: Hiçbir şeye karışmamak.
Siluet diye düşünüyordu çünkü hayallerinden vazgeçmiş birisi, kimliğini de masada bırakıp, kapıyı kapatıp çıkmıştı artık benlik odasından ve bir daha da kolay kolay giremezdi. Eğer olur da girerse de sonu hüsran olur, hayra çıkmazdı. Evden çıkarken, kafasında dünden ve her günden farksız olan bu düşünceler dolanıyordu, ha bir de sorular:
“Acaba, bugün nasıl bir hayalle karşılaşacağım?” veya “Geçen bana, astronom olma hayalini satan adam, o hayali geri isteyecek mi?” en genel sorulardan ikisiydi onun için. Kalın metalden makineyi taşıyan, her yanı kıymık dolu ve çıtkırıldım seyyar taşıtını çıkarıyordu, o esnada kafasının içinde, kendisine ait olmayan ama yakın zamanda satmış olduğu hayallerden birine gitmişti yine. Ederinden aza gitmiş olma ihtimali, usundan kalbe doğru akan endişenin tazyikini artırıyordu. Kafasını sağa sola salladı, hızlıca arabayı itmeye yarayan kollara asılırken, kendi kendisine fısıldıyordu: “Hayallerin bedeli sana değil, sahibine ait” diye.
Yaşadığı kırık kapsülü geride bırakarak, şehrin yağ ve pas kokan ara mahallelerine doğru ağır adımlarla yürüdü. On dakika kadar ilerleyince, Manyetik Hızlıbüslerin seferine uygun sırayla uğradığı durağa sakince yanaştı ve avazı çıktığı kadar, sesi biraz da bozularak, bağırdı:” HURDACI GELDİ! HAYAL ALMAK İSTEYENE VAR, SATMAK İSTEYENE VAR!”. Bu sesi duyan ve yorgunca kafasını çeviren insanlar, yaşamaktan bıkmış adımlarla vardılar adamın yanına. İçlerinden, takım elbisesini giymiş birisi:
– Ağabeyim, elinde pastahane hayali kaldı mı? Pişmiş kurabiye kokulu ve tarçın tadında?
– Yok be birader, daha dün bitti, biliyor musun? Nükleer felaket geçeli yüz sene oldu. Stokta kalmadı, kolay kolay da gelmez. Ama bak istersen, et restoran zinciri var, böyle bol salça tadında ve kekik kokulu, dilersen hayalin detay seviyesini artırıp köri tadı ve közlenmiş sebze kokusu da ekleyebilirim. Ama, bu eklenti ve hayalin kendisi tuzluya patlar. Yoksa senlik bir şey yok burada.
Adam, arkasında bekleyen tulumlu ve kir içindeki kalabalığa korkakça bir bakış attı. İnsanlar, adama hayran hayran bakıyorlardı, kendisine önerilen hayal, iki sene evvel aşırı radyasyona maruz kalan bir kasaptan alınmıştı. Dar gelirli çoğunluğun üç aylık kredisini biriktirip alabileceği bir hayaldi, yani hayalin kendisine ulaşamadan ölmek demekti. İşin bir diğer ilginç yanı; bu hayal kasaptan çekilirken, radyoaktif etkinin hayali sayısız defa kopyalamasıydı. Adam kararsızca:
– Evet, o da olur ama yeterli kredim yok bunun için. Efendilerim, henüz kredilerimin tamamını yatırmadı, zaten iki aydır hep eksik yatıyor.
– Ne kadar ekmek, o kadar köfte. Sana elimdeki en sağlam malı verdim, dilesem söylemezdim, sırf eski müşterilerimdensin diye.
Hurdacı, karşısındaki adamın kulağına doğru yanaşarak devam etti:
– Yoksa meraklısı değilim arkandaki, benden farksızlara basit hayaller satmaya. Hem getirisi az hem de bir pirinç tanesi bile alamam ben o fiyata. Olsa olsa, küflü peksimet.
Adam, mahzun bakışlarla Hurdacı’nın gözlerine baktı ama nafileydi, en sonunda herkesin yapması gerekeni yaptı ve sıradaki yeri arkasındaki işçiye saldı. İşçi, elinde tuttuğu 3 krediyi Hurdacı’ ya uzatarak:
– Ağabeyim, bana yepyeni bir yatak versene sana zahmet, yastıklar kuş tüyü, çift kişilik baza.
Hurdacı, derin bir iç çekerek metalden koca cismin birkaç düğmesine bastı. Makine, yüksek takırtılar çıkararak çalışmaya başladı ve tepesindeki cam fanusta, müşterinin tasvir ettiği yatağın bire bir aynısı dumanlar arasında belirip kayboldu. Takırtıların homurtuya dönüştüğü noktada, kasanın inceldiği yerden silindirik bir boru çıktı ve birkaç saniye sonra içinden küçük bir ana kartı anımsatan bir bant çıktı. Hurdacı, umursamaz tavırlarla bandı adama uzatırken, salisede avcunun biraz hafifleyip, eş zamanlı ağırlaştığını hissetti. Elini cebine atarak, krediler olması gereken yere göndermiş oldu. Bu ve buna benzer şeyleri yarım saat kadar, proleter grubuna sattı ve az olarak gördüğü üçer krediler günlük azığını çıkaracak noktaya gelince durağı arkasında bırakarak gezinmeye devam etti.
“Kahrolası kasap!” diye haykırdı ansızın ve kahkahayı bastı. Adamın hayali, o kadar gerçekçi ve dönem için güzeldi ki; o ahmağın bunca pespayeliğin arasında bunları düşünmesi bir yandan ona aptallık olarak geliyor, öte yandan ise kimliğini, ruhunu bunca zorlukta satmayıp büyütmüş olması da merhuma bir sempati beslemesine vesile oluyordu. İçinden, kasabın ruhuna yarım yamalak hatırladığı duaları okudu ve yoluna devam etti.
Bağırıyordu, belki birisi duyar da güzel bir hayalini satar diye. Bir keresinde hiç unutmuyordu, yirmilerinde genç bir kadıncağız, Varbitmezler’ in gelini olma hayalini satmak için adama gelmişti. Ne hayaldi be. Karşılaştığı en fantastik hayallerde ilk üçe kesin oynardı. Bir keresinde, küçük bir çocuk, hayali arkadaşını satmıştı. Hikayesini, civar sokaklarda gezen kocakarıların dedikodularına kulak misafiri olduğu bir anda duymuştu: Babası olacak hayırsız, annesini yatalak hâlde terk edip gitmiş, çocuk da anasıyla bir başına kalmıştı. Tüm hikâye iki cümleyle bitiyordu ancak o iki cümle içinde tarifi olmayan yaraları da taşıyordu. İşte, o yavrucak da sürekli karınları doysun diye ona hayaller satmaya çalışırdı ama adam hayallerini kabul etmez, eline bir iki kredi sıkıştırırdı, evine geri yollardı. Ama en sonunda, o bacaksız aklını çelmiş ve bir hayalini, yalnızlıktaki tek dostunu satmayı başarmıştı ve elindeki tüm günlük kazancı almıştı. O günden sonra, bir daha da görmemişti çocuğu. Civardaki, suhanelerde, arıtılmış suyunu içerken de çalınmamıştı kulağına hiç.
Aklındaki düşüncelerle beraber yürüyor, yer yer bağırıyor ve kendisine hayal satacak birini bekliyordu. Hayal alacak kimseler de olurdu da şehrin bu tarafında artık parası olan kişiler neredeyse azdı. Parası olanların büyük kısmı, sabah o duraktan işe gitmişlerdi. Sonunda, umudunu kesip durdu ve bulduğu bir kuytuya çöküverdi. Aklındaki düşünceler, akıp giderken en kıymetli üç hayali düşünüyordu. Sonunda anımsadı ve bir anda yorgun ve mutsuz gözlerine hüzün ile karışık bir ışık oturdu. Rüzgârda saniyelik yanan kibrit ışığı gibi, o ışık da söndü ve yerini acı hatıranın karanlığına bıraktı:
Beş sene evvelinde, yine bu sokaklarda gezerken, elinde eskimiş, kirli kağıtlar, bir öbek kırık tahta ve küçük bir teneke dolusu katranla gezen bir gençle karşılaşmıştı. İkisi de aynı sokakta gezerken, genç adam elindeki kağıtlardan birini duvara yaslamıştı. Sonrası kırık tahtalardan birini alıp, katran tenekesine batırıp ve değişik bir şeyler yapmaya başlamıştı. Kafasını kâğıttan kaldırıp, kâğıdı Hurdacı’ ya döndürdüğünde, kendisinin, ilginç ve çekici bir yorumla çizmiş olduğunu görmüştü. Genç ona gülümsemişti ve bir kelime dahi etmeden sokağı terk etmişti. Bu olaydan üç sene sonra, bu kötü karanlığa rağmen bir şeyler hayal eden, var olanı da hayaliyle süsleyip çizen bu gençle yine, eski postanenin erimiş harabelerinde karşılaşmıştı. Delikanlı, bir deri bir kemik kalmış ve açlıktan konuşamıyordu. Orada, ona sır gibi sakladığı hayalini satmak istemişti: Bu ülkenin en zengin evi olan; Varbitmezler Sarayı’nın resmini, renkli bir şekilde çizebilmek. Hurdacı, makinesini çalıştırıp, kafasına tam oturan kaskı takıp hayalini kısa sürede Ressam’dan aldı. Hayalini satar satmaz, civardaki düşük borsacılardan birine girmişti. Ressam’ı orada bırakıp yoluna devam etmiş ve olanlara üzüntüsünü gizleyememişti. Çünkü, o genci gördüğünde, tüm bu şehrin karanlığı kısa bir anlığına da olsa dağılmış ve işini hayalden kazansa dahi bu hayatta mutlu olan birini görmüştü. Ancak son gördükleri, onu üç gece uykusuz bıraktı. Dördüncü gün, her zamanki sabah işini yaparken, Ressam çığlıklar atarak ona doğru koşmuştu. Üç gün evvel satmış olduğu hayalini geri istiyordu ve parasını da geri ödeyeceğini tekrarlayıp duruyordu. Kalabalık sıradakiler, kaynak yapmaya kalktığı için genci, bu talihsiz hayatın hıncını alırcasına dövdüler. Zavallının çığlıklarına dayanamayan adam, koştu ve kalabalık güruhu hışımla dağıttı ve Ressam ile baş başa kaldı. Biliyordu ki, o aptallar şimdi söylenip gücenseler de ertesi sabah geri gelecek kadar yüzsüzlerdi çünkü hepsi ona ihtiyaç duyuyordu. Ama karşısında, yara bere içindeki garip, ona hemen yardım etmeliydi. Ressam’dan hayalini geri vereceğini ve para da istemediğin söyledi ve dediğini de hemen yaptı. Genç, makineden çıkan bandı sağ şakağına yapıştırıp, şen şakrak oradan ayrıldı. Aynı günün akşamı, çöp dağının tam tepesinde yer alan antenden bir ağacın zirvesinden aşağı tiz çığlıklar atarak atlayan bir siluet ile karşılaştı. Merak ile yorgunluk arasında gidip geldi kısa süre. Merakı, yorgunluğuna galip geldi ve hantal makineyi taşıyan aracı zar zor iterek sonunda, ağacımsı dev antenin yanına vardı. Gördüğü manzara karşısında, tüm hisleri ve yaşamı o an için vücudunu terk etti ve saniyesinde yaşadığı şoktan geri uyandırmak için gerisin geri bedenine döndü. Oradan atlayıp düşen kişi, bugün ona gelen Ressam’ ın ta kendisiydi. Asıldığı yerin, altındaki zeminde kirli kağıtlar, küçük tahta çubuklar ve tamamı dökülmüş bir katran tenekesi duruyordu. Genç sanatçının bedeni ise, uzun süredir görmediği ve tanımlayamadığı bir renkte yere yapışmıştı ve aynı renk bir sıvı, ulaşabildiği her yeri yapışkanlığıyla kaplıyor ve ıslatıyordu. Kırmızı renge bulanmış kağıtlardan birine elini attı ve gördüklerinden sonra gözyaşlarını gizleyemedi: Bahsi geçen sarayı defaatle çizmiş ama elindeki tek renk de siyah olunca hayalini gerçekleştirememişti. Kâğıdın altında yazan not ise, bu soruna oluşturduğu iç ürperten çözümü yazıyordu: “Madem Tanrı bana sadece siyahı verdi, ben de bu resmi kendi rengime boyarım.”
Oturduğu kuytuda anılara dalmışken, gözlerinin yaşardığını dahi fark etmemişti. Apar topar yerden kalktı ve sessizce arabasına davranıp yoluna devam etti. Artık eve dönmeliydi, çünkü bugün daha fazla dışarıda kalmak için gücü yoktu. Kafasındaki düşünceleri susturmaya çalıştı. Uzun bir müddet bunu başardı da. Ta ki o tepeye gelen kadar. Beyninin duvarları içinde hiç bilmediği bir ses çınlıyordu artık:
– Hayaller Tanrı’dandı, artık onlar karardı. Bundan böyle, sadece insan rengine ve derisine bürünürse hayaller gerçek olabilir.
Uzun süredir bu seçkiye yazmak istiyordum ve nihayet yine güzel bir seçkide yer almak şansını yakalamış bulunuyorum. Okurların yorum ve eleştirilerini beklerim