Yaşamım bir çöplük. Eskimiş, bitmiş ilişkiler, kör noktalara erişmiş arkadaşlıklar, kaybedilmiş aile üyeleri ve en önemlisi eskimesine engel olamadığım arabalarımla dolu. Arabalarıma olan platonik aşkımın sonu yok. 7 evlilik bitirdim, hiçbirine üzülmedim, tek bir göz yaşı dökmedim. Buna karşın 77 model Alfa Romeo Spider’ım kapısına o dangalak taksi şoförü vurduğunda döktüğüm gözyaşının haddi hesabı yok. Etimden et çektiler. Orijinaldi o anlıyor musun beni? Artık orijinal değil. Aynı kapıyı bütün İtalya’da arattım buldum, özel olarak tam 7 kere boyattım. Rengi tutmadı. Bütün arabayı boyatacakmışım. Sana benzer!! Sanki biz bilmiyoruz. Kapının orijinalliği bozuldu, bari her tarafınınkini bozalım. Sen arabanın bir tekerleği patlayınca diğer üçünü de patlatıyor musun? Aslında böyle yazınca mantıksız da gelmedi. Sonuçta bütünlük bozulacak. Lastik konusunda lafımı geri aldım
Arabalarımla özel bir bağım var, onlardan kopamıyorum. Ne kadar eskirlerse eskisinler, ne kadar kapıları değişirse değişsin satamıyorum, uzaklaşamıyorum. Garajımda 23 tane arabam var. Yaşlarını toplasam, buradan Ay’a iki kere gider. (Hesaplama boşluğu)… Gelemezsin ama ekvatorun etrafını iki kere. Antalya’dan buraya… Neyse senin çocuklarından yaşlılar işte. Hatta şöyle düşün evlendiğim 7 karımın, hiçbiri arabalarımın en gencinden yaşlı değildi(konuya odaklanır mısın? Çocuklarına falan göz diktiğim yok). Eski eşlerimin hepsine, sizden önce onlar vardı diyordum. Yalan yok bizde. Bir keresinde flörtleştiğim dünyalar güzeli bir kız vardı. (Senin büyük kız kaç yaşındaydı bu arada?) Henüz evlenememiştik ama 7 karımın da eline su dökerdi. İngiltere’de eğitimini tamamlamış, Norveç’te doktorasını somonlar üzerine yapmış, çok hanımefendi, aile terbiyesi almış hanım hanımcık bir kızdı. 8. ve son eşim olmaya adaydı. Vücudu dört dörtlük manken gibi, teni ipekten, saçları altındandı.Öğrenciliği süresinde Norveç’in önde gelen restoranlarından birinde yardımcı aşçılık yapmıştı. Musluk tamir edebilen, odun kesebilen, hızlı araba kullanmayı seven ve ben hızlı araba kullanırken de korkmayan, kısacası masallardan çıkmış gibiydi.Onun gibi bir kız bir daha karşıma çıkar mı sanmıyorum. Bu saatten sonra da çıkmaz zaten. Yaşımız aldı başını gidiyor, kafamın tepesi rüzgara karşı aerodinamik yetenekler kazandı, kalan saçlarım da grinin en açık tonuna döndü, ufaktan göbek belirmeye başladı. Allah seni inandırsın, akşamları 10’da TV karşısında sızmaya başladım. Eskiden böyle miydim? Sabahlara kadar araba kullanırdım, gene yorulmazdım. Neyse ne diyordum. Şu kız işte, Semahat mı desem, Melahat mı adını da hatırlayamadım. O işte, sen anladın. O gün onunla üçüncü aşamaya geçmişiz, sabahında bana bu güne kadar yediğim en mükemmel kahvaltıyı hazırladı. Borçlandırdı beni kendisine. Gerçi gecenin de onun için en iyisi olduğunu söylemişti. Ödeşmişiz belli ki. Her ne kadar kızlar bunu bütün ilişkilerinde söylediğinden dolayı, şüphelenmiş olsam da -herkesin en iyi yatak partneri olamam sonuçta. Yani iyiyim de, o kadar da iyi miyim? İyiyim demek ki ya, çok da kurcalamayalım şimdi bunu. Neyse bu kadar pozitif puandan sonra adı malum kişinin tam 215 beygir gücünde 60 model Mercedes 300 SL Roadster’ıma binmeyi hak ettiğini düşündüm. Bir nevi ailemle tanıştırmaktı benim için. Önce kıymetli arabaları tuttuğum özel garajıma indik. Şifreli kapıyı geçip, parmak izli kapıyı da açınca karşımızda duruyordu işte. Üzerinde tavşan kürkü kadar yumuşak özel güderi kumaşın altında geldiğimizden habersiz dinleniyordu. Ellerimi güzelce temizledikten sonra, üzerindeki kırmızı örtüyü yavaş yavaş çıkartmaya başladım. Sırf bu kumaşı özel olarak diktirmek bile bir servetti başkaları için. Elimi üzerinde gezdirince sanki arabanın tüyleri diken diken oluyordu. O da benden heyecanlanıyordu bence. Örtüsünü açmaya, önce tamponlardan başladım. Açmadan önce ellerimi birbirine sürtüp, iyice ısıttım. Lastiklerin kenarlarından sıkı tutturulmuş, iki yandaki kopçalarını açtım, teker teker. Parlak kırmızı jantları gergin kumaştan kurtulunca örtüsü üstüne doğru sıyrıldı. Jantlar gözlerimi öyle kamaştırıyordu ki, ereksiyon olmamak çok zordu. Sonra ön tampona geldim, önce elimle deri kılıfın üzerinden tamponun çıkıntılarını fark ettim. Elimin altında bütün kıvrımlarını hissediyordum. İster istemez yanaklarım kulaklarıma kadar uzamıştı. Ağzımın içerisindeki salyaları tutmakta zorluk çekiyordum. Tamponu üzerindeki kumaştan kurtarınca parlak krom bütün odayı doldurdu. Tek bir parmak izi yoktu üzerinde. Boyası daha dün yapılmış gibi orijinaldi. Bir kere karlı kötü hava görmemiş, hatta çok sıcak havaları bile görmemiş,sadece hava 10-30 derece arasında ve belirli nem oranlarındayken dışarıyı görebilmişti. Yağmur altında kalıp, paslanmasını istemeyiz değil mi? Tamponun üzerinden kalkan kılıfı ön tamponun üzerine doğru ani bir hareketle sıyırdım. İster istemez, derin bir iç çektim. Yüzü ortaya çıkmıştı işte. O sırada Zebahat bir şeyler dedi ama tam hatırlamıyorum. Neyse arka tampondaki kopçaları da tek elimle çözdükten sonra bütün hatlarıyla karşımdaydı. Allah’ım nasıl güzel bir histi, sadece ona ait olmak, onun bana ait olduğunu bilmek. Birlikte yaşanan bir tutkuydu bu, kuşkusuz ki bu arabadan dünyada bir tek bende yoktu. Ama bendeki en özel olanıydı. Tam olarak 2524 km yapmıştı bugüne kadar. 1500 km’si de bana aitti. Orijinal lastikleri, bujileri, koltukları, her şeyi, her şeyi orijinaldi. Bir tek aküsünü değiştirmiştim, o da bu kadar seyrek kullandığım için arabalarımdaki en zayıf halkaydı. Koltuklarının üzerine dondurmam dökülse(başkasının değil, sadece benim dondurmam) hiç gücenmem yapıştırırım dilimi yalarım. Üzerinde değil kir, mikrop, bakteri bile olamaz. Zaten bulunduğu odada modern hastanelerde bulunan klimalardan var. Benden habersiz böcek, örümcek giremez bu arabanın içine. Neyse efendim, ben güzelim, kız gibi arabayı soymaya çalışırken bizimkisi sabredemedi tabi. Dır dır başımın etini yedi, çabuk olacakmışım da, ne varmış bu kadar bunun altında. Merak etmişmiş.Altından mı yapılmışmış. Bana bugün bu arabanın her gramına altın teklif etseler değişmem be. Altın da neymiş. Neyse Mebahat da arabanın tamamını görünce orada dili düştü yere. Yani bu arabayı görüp de beğenmeyecek biri zaten dünyada olamaz, varsa da siktirsin gitsin. Sanki daha güzelini yapabilecekmiş gibi. Neyse bu kadın ile atladık arabaya çevrede bir tura çıktık. 3 dakika sonra Arnavutköy sahildeydik bile. Yanımızdan geçip korna çalanlar mı, dönüp dönüp bakanlar mı dersin. Yanımdan geçen Ferrari, Maserati , Porsche sahipleri bile yanımda yavaşlayıp, arabaya bakıp, fantezilere dalmadan edemiyorlardı. Yani esasen benim arabayı satsam zaten 5-6 Maserati, 3-4 babacan Ferrari alabiliyorum. Ama şahsen 90’lardan sonra araba tasarımları çok kötüye gittiğini düşündüğümden prensip olarak böyle yeni arabalara yönelmiyorum. Komik geliyorlar bana. İçinde rahat bile oturamıyorsun, arabanın adı dışında seni etkileyen hiçbir şeyi yok. Ha tabi motor performansı falan filan dersen sizleri pistlere davet ediyorum efendim. O zaman şehirde ne işiniz var? Böyle biz Arnavutköy’de saçlarımızı rüzgarla oynaştırırken, kırmızı ışık denk geldi. O belediyenin yeri var, heh işte hemen orası. Bizim Muhaberat dondurmacı gördü. Görmez olaydı, mal kadın, beni bekle ben dondurma alıyorum ikimize dedi. Len dedim içimden, bu arabayla gezerken aklın nasıl yiyecek, içecek bir şeyler düşünebiliyor. Ama kız da elemelerde çok yüksek skor aldı diye, sesimi çıkartmadım. Neyse kenara çektim, bu indi. Gitti dondurmasını aldı geldi. O gelmeden bagajdan plastik koruma kılıflarını çıkarttım, onun koltuğunun üzerine serdim.
“Aşşkııımmm, yaban mersinli ve limonlu aldım sana.”
Şerefsiz nasıl da tutturdu dedim içimden. Teşekkür edip aldım dondurmayı, hareket etmeden yalamaya, hatta ısırmaya koyuldum. Dondurmayı oldum olası öyle yavaş yiyemem. Zaten bir an evvel bitireyim de, arabaya dökmeyeyim diye hızlıca yedim. Neyse tam hareket ettim fuları kapıya sıkışmış, kapıyı hızlıca açıp, fularını kendine çekip tekrar kapıyı kapatmak istedi. Fakat kapı çok hafif olduğundan açarken biraz fazla ittirmiş bulundu ve kapıyı komple kaldırımla çizdi. O kaldırımın kapıya sürtme sesi hâlâ kulaklarımdan gitmiyor. Boğazıma bir yutkunma geliyor, gözlerim dolu dolu oluyor. Allah’ım beni neden böyle kadınlar buluyor? Yaptığı hatanın boyutunu yüzümün renginden ölçen Kabahat, bir anda özürlere başladı. Hiç yüzüne bakmadan, durumun vahametini kavramak için arabadan indim. Kapıya baktım, ayaklarımın bağı çözüldü. Kaldırıma oturdum kaldım. Bir bana bakıyor, bir de kapıyı eliyle silmeye çalışıyordu. Zaten silince düzelir ya çökükler, çizikler. Gözlerimin önünde her şey sessizleşmişti. Dünya durmuştu önümdeki uzaylı kadın bir şeyler söylüyor ama kulağımdan girmiyordu bile. Dinozorları yok eden gök taşı bir sonraki hedefi olarak beni belirlemişti sanki. Yıllarca beraber yaptığımız bütün kilometreler gözümün önüne geldi. Sakince ayağa kalktım ve arabama bindim. Kapıları kilitledim. Sessizce oradan ayrıldım. Arkamdan bağırıp çağırdı, bir şeyler dedi, sonra küfür etmeye başladı. Sonuç değişmedi. Hurdalığıma bir genç kız daha katmıştım. Hiç radyo bile açmadan eve vardım, evin ön bahçesinde açık havaya park edip, sabah oluşacak çiğin koltuklara vereceği zararı önemsemeden, arabanın içinde uyudum. Bundan sonra da hayatıma aldığım hiçbir kadına arabalarımı göstermedim.
Merhaba,
Bir önceki öykünüze yapılan yoruma “umarım bir sonraki yazım içinde çiçekler açtırır” demişsiniz. Çiçekler açtırmasa da keyifli bir metin kaleme almışsınız. Elinize sağlık.
Dilinizin sadeliği yazınızın akıcı bir biçimde okunmasını sağlıyor. Kızın ismini kullanırken yansıttığınız ironi çok eğlenceli. En azından ben gülümsedim okurken. Arada okuyucuyla doğrudan iletişime geçtiğiniz yerleri de sevdim. Çoğumuzun artık yakından bildiği “kaybeden/loser” kavramları üzerine kurulu genç erkek metni diyebilirim buna her ne kadar karakteriniz yaşlanmaya doğru adım attığından bahsetse de. Araba tutkusu, o güzelim arabada dolaşmanın hissini anlamayan güzel eğitimli ama mal hatun, çok kere evlenmiş ama bir türlü mutluluğu yakalayamamış göbeklenmeye yüz tutmuş ilişki hurdalığı sahibi kaybeden erkek modeli. Bukowski, Kaybedenler Kulübü, Issız Adam (bir ara nasıl bir furya olduysa) belki biraz Chuck Palahniuk, az da Mister No (gittikçe uzar bu ortaya karışık liste)
Bu tamamen kişisel fikrim/eleştirim, ben artık bu kaybeden modelinin klişe kaldığını düşünüyorum. Popüler kültür içinden çıkmış ama etkisini artık yitirmiş. Ama belki de yanılıyorumdur. Kimbilir
Görüşmek üzere
Merhabalar,
Aslında bu yazı çiçek açtırma yazım değildi, belki bir sonrakinde çiçekler açtıracak bir konuyla karşılaşır, gülümsemenizi bahar kokularıyla doldururum =)
Kaybeden erkek kısmında kısmen size katılıyorum. Bence de klişe ama klişe yerine klasik dersem, altlık olarak kullandığım erkek kendini biraz daha iyi hisseder bence.
Hem böyle erkekleri toplum olarak eleştirsek, onaylamasak da onlardan bahsetmeden de edemiyoruz(Ben, Charles, Chuck, Tolga, Çağan, vb.) =)
Vaktinizi ayırıp iki yazımı da okuduğunuz, dahası yorum da yaptığınız için çok çok teşekkür ederim. Yorumlar hikayeleri daha kıymetli yapıyor =).
Selamlar
Bu temenninizin gerçekleşmesini sabırsızlıkla bekleyeceğim =)
Amacım karakterinize kötü hissettirmek değildi. Klasik diyelim daha iyi hissedecekse. Toplum olarak bahsetmekten bir türlü vazgeçemediğimiz o kadar çok kavram var ki. Belki de klişe kalan benim düşüncemdir ve kaybeden erkek imajı halen aranandır.
Elbette okumak için buradayım, yorum yapsam da yapmasam da. Eğer uygun bir konu gelirse ben de sizin karakterin hatun versiyonunu kaleme alacağım. Bakalım başarabilecek miyim?
Teşekkürler =)
Bekliyoruz o halde =)
İyi yazmalar =))
Ufukçum,
Sen dondurma ye ya, sıkıntı yok. Arabadan indiğin an kapıları kilitler kaçarız =D.
Bu hikayenin devam bölümünde adama şişme araba aldıracağım =P
Teşekkürler yorum için.
Görüşmek üzere