Yıkıntıların arasında yürüyorum.
Toz olmuş her yer. Yıkılmış, dökülmüş; havada kül gibi uçuşuyor. Moloz yığınlarının arasından demir çubuklar ve beton sütunlar çıkmış, eriyip havaya karışıyorlar usulca. Yangın merdivenlerinin basamakları tek tek dökülüyor, pencereler onlarca cam iğneye ayrılıp suya damlatılmış bir damla mürekkep gibi sessizce süzülüp küle dönüyorlar. Her şey yok oluyor.
Allah yapıyor bunu.
Yaradan.
Cenabıhak.
Sonunda zaman gelmiş. Evet, kıyamet bu. Ancak kimse tahmin edemezdi. Çünkü hiçbir şey düşündüğümüz gibi olmayacak. Olmuyor. İnsan beyninin anlayamayacağı bir şey bu. Maddeler doğası değişmiş. Bir klikte. An dediğimiz şeyde. Allah, kozmik gözünü kırpmış ve her şey değişivermiş öylece.
Şimdi ben, kıyametin içinde yürüyorum. Her şeyin yok oluşunu izliyorum. Maddeler önce küle dönüyor, sonra gökyüzü gibi kararıyorlar, sonra vakumlanmış gibi boşluğa çekiliyorlar. Hepsi siyah güneşe sürükleniyor. Manyetik alanda kalmış ataşlar gibi. Etrafımdaki vakumlu boşluğu eğip bükerek, döndürerek, ben de çekiliyorum güneşe. Ve o an soluduğum hava da yok oluyor. Kendi içime doğru çöküp siyah güneşin parçası oluyorum.
Karanlık büyüyor.
* * *
Hava aydınlanmadan uyandım.
Oturdum, balkon kapısından lacivert gökyüzüne bakıyorum. Bir tane yıldız yok. Telefonumun alarmı birkaç dakika sonra çalacak. Zaten hep böyle olur. Neden ama? Hep mi saat çalmadan birkaç dakika önce uyanılır? Karşıdaki binanın inşaatı bitmedi daha. Biter mi? Kaç yıl oldu be adamlar! Kim bilir kimler para yiyor buradan… Beşevler’in üstünde bir pusu. Gazi’nin bütün fakültelerinin ışıkları yanmış. Bu saatlerde yanar. Yemek pişiriyorlar. Bacalarından taze, beyaz bir duman fışkırıyor; bir katlarının sarı ışığı mutlaka yanıyor. Önlerindeki Halkbank ATM’lerinin üstündeki spot lambalar parlak ve beyaz. İleride Sabancı yurdu gökyüzüne uzanmış, yanında İşkur’un büyük camlı binası. Dalgalanan Türk bayrağı. Ve Anıtkabir’in ışıkları daha sönmemiş. Sönmez!
Telefonun güçlü ışığından gözlerimi kıstım. Bildirim yok. Alarm ertelensin mi? Kapat! Kalkıp balkon kapısının önünde ellerimi arkamda kavuşturdum. Nefesim camı buğulandırdı. Soğuk hava. Üzerinde kalmış onlarca parmak izi, bıraktığım buğunun arasında, buzlu nehrin üzerindeki çatlaklar gibi çoğalıyor. Kapıyı açınca buz gibi hava içeri hücum etti. Konya Yolu’na doğru beyaz bir sedan döndü. Arkası kaydı, sürücü gaza yüklendi. İçinde dört tane adam gördüm. Onun dışında sessiz. Pek kimse yok. Bir tane sokak köpeği sitenin karşısındaki çöpü eşeliyor. Köpek gibi titriyor. Balkonun yağlı boyalı tırabzanlarına dayandım, yaktım bi’ tane. Püh… Kimse uyanır uyanmaz sigara içecek kadar yalnız olmasın. Başım ağrımış. İki hayat yaşıyorum. Geceleri kâbuslarla boğuşuyorum, gündüzleri başka acılar çekiyorum. Ve Ankara uyanıyor yavaştan. Burası benim cennetim.
Cehennemim.
* * *
Polo’nun içi buz.
Offff… Fena.
Direksiyona dokunasım gelmiyor. Arabalarla sahipleri arasında bir bağ olur. Öyle beyaz güvercinim ayağı değil. Gerçekten olur ya. Arabalar insana özgür olduğunu hatırlatıyor. Bastım marşa, ON-OFF printi silinmiş düğmeye dokunmadan radyo açıldı, başımın içinde son ses Max FM’in jeneriği gümledi. Kıstım hemen. Neyse ki hafif bir şeye döndü. Yeşil statik yazıdan John Cale okuyorum. Anarctica Starts Here. Dünyanın en yumuşak şarkısı. Ve karşıma bakıyorum. Polo’nun 3,5mm rezistanslı ön camının ardında kara bir kedi, sarı gözleriyle bana kilitlenmiş. Buz gibi hava. Ürperdim. Sabah sabah. Tövbe tövbe. Kaputun üstünden kalkmıyor. Daha motor ne ara ısındı be birader?
“Git,” dedim. Elimi ileri doğru uzatıp silkeledim. “Git len.” Anlamış gibi kalkıp usulca yere atladı, eğilip sırt kemiklerini çıkardı, yandaki gri Focus’un altına girdi. Kara kedi kötü şans. Bu dünyada her şeyi bilimle açıklarsın.
Tabii.
Üzerine beyaz ve kaligrafik harfler ile HAPPY yazılmış kâğıt kahve bardağından bulut gibi buhar çıkıyor. Bir grup öğrenci birinci amfide kaloriferin yanına birikmiş.
“Ya iki gün öncesinden dedim kardeşim. Bak diyorum ki, böyle cami yapmayacaksın. Yağmur’la oturuyoruz. Dedim ki, bir cami yapacaksın, içinde her şeyi olacak. Kütüphanesi olacak, çocuklar için oynama alanı, spor salonu, alışveriş için yer bile olacak. Büyük kompleks olacak yani anlıyor musun? Artık her şey reklam. Her şey ticaret. Dünya bi’ şirket abi. Sonra ben bunu dedim, iki gün sonra haberlerde birlikte izledik, millet bahçesi deyip duruyor. İki gün önce dedim abi, iki gün…”
Elinin dışıyla iki işaretini arkadaşlarına doğru uzatıp durdu. Esnek kontrplak oturağı indirip leş gibi ikisi bir aradamı yudumladım.
“Tesadüf abi ya heralde,” dedi bozuk Türkçesi ile Kolombiyalı exchange öğrencisi.
Bizimkisi “Ya bir olur iki olur, anladın mı? Tesadüf sürekli olmaz ki,” diye üsteledi.
Kıvırcık saçlı başka biri kulağındaki airpodları çıkardı. Olaya dâhil olmak için elini ikisinin arasına doğru uzattı.
“Bak abi şöyle anlatayım,” dedi. “Bilinçaltımızda kalıyor böyle şeyler. Bir yerden farkında olmadan duyuyorsun, üstün körü, duyduğunun farkına bile varmıyorsun ama o orada kalıyor. Sonra senin aklında yeşeriyor. Duyunca da ben bunu düşünmüştüm, söylemiştim diyorsun. Algıda seçiciliğe dönüşüyor bir nevi.”
“Yahu daha adamın bahsetmediği şeyi ben nasıl duyuyorum?”
“Duymuşsundur mutlaka abi ya…”
Kapüşonunun altından biri konuştu: “Kardeşim altıncı hissin kuvvetli. Oluyor böyle şeyler. İnsan rüyasında görüyor, çıkıyor yani.”
Dün geceki rüyamı hatırladım. Dört sene önce, dokuz ekimde gördüğüm rüyayı hatırladım. Sürekli aklımızda fikrimizde bazı düşünceler. Ne zaman bir olaydan fazla etkilensek onun hakkında kuruyoruz. Ama normal olmayanı da açıklayamıyorsun.
“O başka bir şey. Rüyayı bilemem. Ama insanın içine doğmak başka bir şey. Prekognisyon denir ya. Öyle bir şey.”
“Oldu olacak kendini mesih ilan et abi yaaa. Değil mi yani C.J brotha!”
“Yea, mon!”
“Siktirin lan.”
C.J ile kıvırcık saçlı oğlan, havada ellerini çarpıştırınca airpodlardan biri oturakların altına uçtu.
“Hasiktir kulaklık gitti.”
Ve gülüştüler. Ben de iştirak ettim. Ucuz sevginin kaynağı burada. Birkaç sıra ötede oturan kızlar için birbirinin kuyusunu da kazar bu pezevenkler. Ama işte gülüyorlar. Yaşıyorlar.
Saate baktım. Vostok’un parlak metal çerçevesinin içindeki kırmızı yıldız ve etrafında dolanan kalın oklar daha on ikiyi gösteriyor. Aklıma Barış geldi birden. Cebimden iPhone’u çıkardım, tam kilidi açacağım esnada titremeye başladı.
Barış arıyor.
Kalkıp arka kapıdan koridora geçtim. Kâğıt kahve bardağını pervaza koydum. Biraz güneş açmış, fakültenin arka bahçesinin çiy düşmüş çimleri sessizce, yeşil yeşil parlıyor. Çardakların altında bir sürü öğrenci bir şeyler bekliyor.
“Ben de tam seni arıyordum heee…”
Barış ufak bir nezaket gülücüğü bıraktı. Heh heh. “N’aber abi?”
“İyi. Sen n’aptın?”
“N’apayım ya, endo staj, beş saattir ayaktayım.”
“Ara verince Balgat, McDonalds’ta buluşalım mı?”
Birkaç saniye sessizlik.
“Burada yerim ya, anca zaten…”
“Eyvallah.”
Eyvallah.
“Kaçta geliyorsun akşam?”
“Akşam labda kalıcaz heralde ben seni ararım. Annemi alır mısın diyecektim.”
“Ha tamam, alırım ben.”
“Sen n’aptın?”
“N’apayım okuldayım.”
“Heee… İyi hadi görüşürüz o zaman. Hoca geldi.”
“Bay bay.”
Kâğıt kahve bardağına bakıyorum, dışarının güneşine bakıyorum.
HAPPY.
Siktir ordan.
* * *
Araca servisten yemeğimi aldım, Polo’yu yandaki Migros’un otoparkına çektim, karşıma bakıyorum. İki lira farkla büyük boy ister misiniz? Yok. Versen Big Mac sosunu damardan alacak adamlar var.
Karşımda Balgat kavşağı, arabalar gelip geçiyor, plaza otoparkının güvenlik görevlisi üzerindeki naylon ceketin altında terlemiş, otoparka girenlere yer gösteriyor. İşini yapıyor. Martın sonuna doğru başkent havası manyadı. Değişik bir güneş açtı şimdi, hava açıldı. Karşımda Memorial’ın mavi, kavisli çizgisi ve üstünde büyük, kırmızı harfler neonla işlenmiş. Az ötede STOP tabelasının altına bir zincir dolanmış ve rüzgârla parlak metale çarpıp duruyor.
Radyoyu açtım.
“…ev sahipliği yapan CERN’den yapılan açıklamaya göre araştırma merkezi daha da büyüyecek…”
Spiker kadının sakin sesi konuşurken buzlu koladan bir yudum aldım. Su gibi olmuş zaten.
“…bu yapı sayesinde Higgs bozonu ortaya çıkarılmıştı. 2012 yılındaki büyük sansasyon yaratan keşfin ardından da parçacık hızlandırıcı çeşitli…”
Siyah bir Mercedes önümden geçti. Güvenlik görevlisi iki eliyle boş bir yeri gösterirken filmli lamine camların arkasındaki adamı seçemedim. Sonra dönüp otoparkın çıkışına sürdü. Görevlinin gösterdiği yeri arkasından gelen bir Civic doldurdu.
“…çıkarabilmek için daha da büyük bir parçacık hızlandırıcıya ihtiyaç var…”
iPhone’u cebimden çıkardım. Bildirim yok. Tekrar koydum.
“…yeni yapılacak olan tünel hadronlardan farklı ve daha yüksek enerjili…”
Aynı Mercedes otoparkın girişinden geri girdi, Migros’un önündeki engelli yerine park etti. Şapkasının altından terini silen güvenlik görevlisi, kollarını sallamadan yavaş tempo koşarak Mercedes’in yanına gitti. Kedi gözü gibi turuncu ceketi güneşin altında parladı.
“Beyefendi engelli burası.”
“…tesisin yapımının uzun yıllar sürmesi beklenirken o konuda net bir zaman çizelgesi…”
Radyoyu kıstım. Mercedes’in üç numara filmli camlarından biri açıldı. Güneş gözlüklü, yüzü kemik beyazı bir adam güvenlik görevlisine bir şeyler söyledi. Siyah takımını ve elindeki dövmeyi fark ettim. Parası olan adam park yeri yaratıyor böyle. Koduğumun barzosu… Güvenlik görevlisi koşar adım yerine döndü. STOP tabelasına vuran zincire baktı, sarkıtıp yere düşürdü. Çınlama sustu.
Ben tersine girdim, o düz girdi, Mercedes’in sürücüsü ile, o camı kapatırken göz göze geldik. Gözlükleri de arabası gibi parlak. Büyük, kemikli bir yüz, tüysüz surat. Kontağı çevirdim. Ben çıkmadan tekrar hareket edip kavşaktan Balgat’a döndü.
Annemi aradım. Cevap yok. Babam meşgul. İşleri güçleri var.
Konya yolunda birini bekliyoruz. Kim bilir hangi önemli (!) şahıs geçiyor ve aynı yerde tam on beş dakikadır duruyorum. Radyoda birileri seçim hakkında konuşuyor. Güneş tepemde. Akşama buz gibi olur şimdi. Yanımdaki Doblocu ile bakıştık. ‘Ne yaparsın,’ der gibi ellerini iki yana açtı. Gülüp başımı salladım.
Whatsapp’ı açtım. Ev grubuna “Trafik.” Yazdım. Radyo kanalını değiştirdim. “…Akay yokuşundan aşağı…” Trafik haberleri. Güzel tesadüf.
On dakika sonra yol açıldı. Sağımda solunda, her yanımda seçim arabaları, afişler, billboardlarda parti reklamları. Yenimahalle’ye doğru devam edip sağ şeride geçtim.
Arkamdaki Mercedes selektör attı. Bir iki defa. Yol yok kardeşim, öndeki arabanın üstünden mi zıplayayım? Dibime girdi. Yol açılınca Gazi’ye doğru döndüm. “Ne var lan?” dedim. “Ne var amına koyim?” Elimle aynadan işaret ettim. “Geç, al.” Şerit değiştirmeye çalışırken tampona sürttü, gaza yüklenip kaldırıma yanaştım. El frenini çektim. “Al işte…” Baktım etrafa, Emniyet Mahallesi’ne çıkan ara yollardan biri. Kimse de yok. Kamera falan görmüş müdür diye bakıyorum, sinir oluyorum ipneye. Kapının kilidini açıp kolu çektim. Hemen arkama çekmişler, iki kişi inmişler. Dikiz aynasından gördüm, metalik, bal turuncusu bir Amarok köşeyi döndü. Yürüyenlerden biri sağ yolcu kapısına geçti, öteki araladığım kapıyı itti. “Ne oluyor,” demeye kalmadan belindeki parlak silahın yansımasını gördüm. Bir an ellerim soğudu. Kontağı kapattığıma pişman oldum.
Sonra dönüp adamın yüzüne bakıyorum. Bir saat önce Mercedes’te gördüğüm adam. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Önce adamın boğazından giren mermiyi ve sprey gibi cama fırlayan kanını görüyorum. Sonra patlayan silahın ince fısıltısı kulağıma doluyor. Biri kumda bir şey sürüklüyor gibi. Kulaklarımı kapatıp iki büklüm oluyorum, önüme doğru eğiliyorum. Polo’nun arka camı patlıyor, bagaja ve tampona gelen mermiler tenekeye vurulmuş demir sopa gibi gümleyerek iniyor. Açık kapının aralığından yerde yatan adamın burnundan yılan gibi süzülen kanı görüyorum. Ve gözleri kocaman açılmış. “Ananı sikeyim,” diyorum. “Ananı sikeyim… Ananı sikeyim…” Adamdan gözlerimi ayıramıyorum. “Ananı sikeyim…” Elimi kontağa atıp çeviriyorum. O sırada adamın çenesinden giren bir mermi beynini asfalta döküyor. Bir anda kaskatı kesilip nefesini veriyor. Ölmüyor. Titrerken yüzü kasılıyor.
Bir hışım vitese taktım. Vitese takarken biri yanıma oturdu. Elim ayağım boşaldı resmen, Polo öne atılıp stop etti. Etrafımdan geçen mermiler çelik yayın boşalması gibi yankılanırken korkarak adama baktım. Göğsündeki Nirvana tişörtünün sarı güler yüzü ve altında belli olan köşeli çelik yeleği; üstündeki Jack Wolfskin imzalı poların fermuarı açık. Kafasında Türk bayrağı armalı bir şapka. Uzun namlulu tüfeğinin şarjörünü çıkarıp mermilere göz atıyor, geri takıp arka camdan birkaç el ateş ediyor. Susturucusu o kadar sessiz ki, silah aksamının işleyişini duyuyorum. Metal çubuklar, yaylar ve pinler birbirine çarpıp çınlıyor. Barut kokusu burnuma doluyor. Pirinç mermi kovanları Polo’nun polimer konsolundan sekip yumuşak paspaslara düşüyor. Adam kafama bir kask geçiriyor.
Elimi telefonuma atıyorum. Yanımdaki adam telefonu alıp camdan dışarı atıyor.
“Sür kardeşim.”
Kontağı çevirip sürüyorum.
Kendi yaktığı sigarayı uzattı. Titreyen ellerimle alıp o zamana kadar çektiğim en derin nefesi çektim. Neredeyiz? Nasıl buraya geldik? İyi değilim. Hiç iyi değilim.
“İyi iyi,” dedi Ali T. Adının Ali T. olduğunu söyledi. Ordu kimliğini gösterdi. Tanıyorum. Emekli asker. “Yok, zarar görmedi, bir şey olmadı. Sarsıldı biraz. Hı hı… Hı hı… Olay yerine ulaştık mı?.. Saat? Paşa ne zaman gelecek? He? Yok, iyiyiz ya… Cengo’nun baldırına gelmiş. Hollow point… İyi ama… Çıkmamış da çıkarttık. Hallettik çok sıkıntı değil… İyi yukarda… Biz… işte dediğimiz yerde… Hı hı… Ne bu Boeing mi? Karşıladınız mı? Hı hı… Hı hı… Özel izin… Evet… Tamam… Eyvallah…”
Kapaklı telefonun kapağını indirdi, arkasına bağlı büyük dikdörtgen aleti çıkarıp başka bir aletle değiştirdi.
“İyi misin kardeşim?” deyip sırtımı sıvazladı. “İyi misin?” Karnım kasıldı. Öğlen yediğim Big Mac’i teneke çöpe doldurdum.
* * *
“İyisin değil mi?” dedi Ali. “İyisin iyisin.” Polo geride bir yerde kaldı. Ali’nin Amarok Canyon’uyla şehrin dışında bir yere geldik. Uyudum bir iki saat. Filmli camların ardında tepeleri gördüm.
Ali dar bir yola girdi. Büyük, dış cephe boyası çürümüş bir fabrikaya sürdü. Önündeki toprak pist bozkırın ortasında bir çizgi gibi uzanıyor ve birkaç askeri ciple bir uzun otobüs, fabrikanın önüne dizilmiş. Büyük, sürgülü kapıların girişinde iki adam bekliyor. Başka birkaç adam elleri silahlı, dağılmışlar.
Ali ciplerin yanına durdu, el frenini çekti. “Gel,” dedi. İnip toprağa basınca dizlerimin titrediğini fark ettim. Hâlâ kanım ince akıyor. Halsizim. Adamların yanına yürüdük. Ali gibi tanıdık birini gördüm. Televizyonda rastladığım emekli askerlerden biri. General. On yıl önce bir davada hakkı yenen paşalardan. Gözündeki siyah, aviator gözlükleri başkentin akşam güneşi altında parlak ve üzerinde kalın, has sığır derisinden, siyah bir ordu ceketi. Kalın yakalar ve apoletler, göğsünde TSK arması; altında hâkî renk gömlek ve basickot. Postürü yaşlılıktan kaymış olmasına rağmen hâlâ dik duruyor. Anlayamadım. Saçma geldi. Yanında orta yaşlı, turuncu hırkalı, sarışın bir adamla bizi bekliyorlar.
Hırkalı adam elini uzattı, sıktım. Kemik çerçeveli gözlüğünün ardındaki mavi gözleri parladı, “Paşamı tanıyorsunuz,” dedi. Başımı salladım.
“Ben Yıldız.” Ali’ye baktı. Tekrar bana döndü. “Albayımı tanıyorsunuz.”
Ali fabrikaya doğru yürüdü. “İyisin iyi… Bir şeyin yok.”
“Tam tespit edemedik. Sokullu’da olduğunuzu biliyorduk ama sizi bizden önce buldular.”
“Kim?”
Yıldız nasıl söyleyeceğini bilemeden bir şeyler geveledi. “Naziler,” dedi.
Midem bulanıyor, ayakta dikilirken ensemde bi soğukluk, dizlerim titrek. Korkuyorum. Naziler ne? Ne Naziler?
“Sizde farklı bir durum olduğuna inanıyoruz,” diyor.
“Nası? Ne demek yani?”
“Evrim açısından değişik bir noktada bulunduğunuza inanıyoruz. Beyniniz diğer insanlardan farklı çalışıyor diyelim. Epifiz bezinizden kaynaklandığını düşünüyoruz.”
Sessiz kaldım. Aklım allak bullak.
“Bu durumun dünyanın kaderine etkisi olabileceğini düşünüyoruz. CERN’ü biliyorsunuz.”
Başımı salladım.
“Büyük hadron çarpıştırıcısı, LHC. Cenevre’de.”
“Biliyorum.”
Paşa’ya baktı. Paşa saatine baktı. Adam “LHC’nin,” diye devam etti. “…patlayıp bir kara delik oluşturacağına inanıyoruz.”
Aklım yeni ve garip bilgilere kapalı. “Saçma…” diyebildim. Sonra bakıştık. Paşa omuz silkti. Yıldız bu tepki ile gereğinden fazla karşılaşmış gibi otomatik bir cevap verdi.
“Şimdilik imkânsız,” dedi. “…ve saçma. Ama ilerde mümkün olacağına inanıyoruz. LHC’nin çapının genişletilmesi için bir teklif sunuldu. Beş yıl projenin tasarımı için bir sürü bilim adamı çalıştı. Belki duymuşsunuzdur. Yirmi dört milyar Euro’ya mal olacağını biliyoruz. Nazi’lerin finanse edeceğine inanıyoruz. Şimdiki LHC 2035 yılına kadar hizmette kalacak. Biz patlamanın 2036’da yaşanacağını düşünüyoruz. Daha yüksek enerjili parçacıklar daha yüksek hızlarda çarpıştırılmaya başlandığında.”
Yüzüme çarpık bir gülümseme yayıldı. Naziler ne hocam? Yapmayın Allah aşkına. Şaka mı bu ne şimdi? Patlayan silahlar? O adamın çenesinden giren mermiyi gözlerimle gördüm. Manyak mı bunlar? Paşa ne alaka? Benimle alakası ne?
O sırada “Rüyanda gördün oğlum,” dedi Paşa. Kafasını hafifçe salladı, bana baktı. Çenesi bir masanın köşesi gibi dik ve sivri. Jiletle kazıdığı yüzündeki kalın kıl köklerini görüyorum. Gözaltlarının çamur rengini görüyorum. O an bir ürperti geliyor.
Yüzümdeki kaslar gerildi, rüyamı hatırladım. Zihnimde bir parmak şıkladı.
“Böyle açıklayamadığınız tesadüfler oluyordur,” dedi Yıldız. “Mutlaka. Her insanın hayatında olur. Bilimle hepsini açıklarız. Elinizi telefona atarsınız, arayacağınız kişi tam o anda sizi arar. Ya da aklınıza gaipten bir fikir geliverir. Sanki biri onu oraya koymuştur. Sonra onunla ilgili bir reklam görürsünüz. Bir film, oyun, herhangi bir şey… Tesadüf dersiniz. Tesadüf. Değil. Radyo dalgaları; modeminizden, bilgisayarınızdan, cep telefonunuzdan, araç radyonuzdan yayılan dalgalar, hepsi beyin dalgalarımıza karışıyor. Beynimiz bu duruma aşina ve bazı şeyleri biz fark etmesek de anlıyor. Telefon çalmadan kimin arayacağını biliyoruz. Yani beynimiz biliyor. Ve bize o insanı düşündürüyor.”
Birkaç saniye sessizlik.
“Şöyle sorayım… Sizce beyin dalgalarımız nereye gidiyor?” dedi. Turuncu hırkasının altındaki ellerini, düz tavanın teneke kaplamasına doğru kaldırdı. Kastettiğinin gökyüzü olduğunu anlamıştım.
“Hepsi kaydoluyor,” dedi. Bir an için sırtım buz gibi oldu. “Ne yaptıysak ve ne yapacaksak hepsinin kaydolduğunu düşünüyoruz. Akaşa kayıtları derler. Lehv-i mahfuz, serbest hafıza. Nasıl adlandırmak isterseniz… Biz bu kavramların dünyanın manyetik alanını açıklamak için türetilmiş olduklarını düşünüyoruz. Yaşadığımız her şey bu manyetik alana işleniyor. Gelecekte olan olayların da orada yazılı olduğunu düşünüyoruz. Matematik bu… Evrenin dili. Biz değişimi ölçmeye çalışıyoruz. Sizin gibi bazı insanların da manyetik alanla daha yüksek etkileşimde olduklarına düşünüyoruz. Çünkü epifiz beziniz daha farklı çalışıyor.”
“Rüyalar,” dedim. Ama rüyamı kimseye anlatmadım. 2015’teki saldırıyı da gördüm. Tesadüf dedik… Tesadüf…
“Rüyalar,” dedi. “Antik, organik iletişim şekli. Gerçekle hayalin farkını anlayamadığımız yer, ruhun bedenle kesiştiği yer. Rüyalar. İnsanın doğuşundan beri bir şeylerin habercisi olduğuna inanılıyor.”
“Gardaki patlamayı gördüm. Bir hafta önce…”
Paşa boğazını temizledi. Başıyla yanındaki adamı onayladı. “Krizlerin birçoğunu öngördüler,” dedi. “Ondan önce terör saldırılarını. Sen de görmüşsün. Ama görmekle olmuyor, anlatılanla olmuyor. Bilimsel yöntemlerle değişimi ölçerek daha kesin sonuçlar alıyorlar. Manyetik alan nehir gibi. Değişiyor. Akıp gidiyor. Bazı şeyleri öğrenmek için zaman kısıtlı.” Tek elini deri ceketine sokup kapaklı bir telefon çıkardı. Kapağını açıp ekranına baktı. Arkasında Ali T.’nin büyük aletinden var.
“Engellemeye çalıştığımız olayların neredeyse hepsi daha kötü sonuçlandı,” diye devam etti. “Bazı statikler titremiyor diyelim yani. Birçoğunu da ölçemediler. Ama birkaç tanesinde başardık. Onlarca insanın hayatını kurtardık. Belli deneklerin gördüğü ortak rüya siyah güneş ile ilgili. Schwarze Sonne. Neo-naziler bunlar…” Telefonu kulağına götürdü.
Paşa, telefondaki hışırtıyı dinlerken, yanındaki adam “Nihai amacımızın siyah güneş olduğuna inanıyoruz,” dedi. “Onu durdurmak bizim tek işimiz haline geldi. Kıyametten kötüsünün olamayacağını düşündük tabii. Bazıları da gerçekleşmesi için savaşıyor. Geriye bir şeyler kalacağından çok ümitliler. Onu bir silah olarak kullanabileceklerinden eminler. Biz o kadar değiliz.”
Başımı ellerimin arasına aldım. Daha bu sabah normal bir güne uyandım. İnanasım gelmiyor ama rüyamı kimseye anlatmadım. Anlatmadım. Sabahki çatışmayı da gördüm mü? Ama 2015’teki patlamayı gördüm. Ağlayarak uyandım.
Paşa kartal pençesi gibi elleriyle yüzümü hafifçe tokatladı. Sonra omzuma dokundu. Telefonu tekrar cebine koydu.
“Şimdi şu kapıdan çık git. Ali seni merkeze götürsün,” dedi. “Polise git. Karakola ulaşamadan bulurlar. Ama kalacağım diyorsan git dinlen. Diğerleri ile görüş. Onlar da anlatsın.”
Birkaç saniye öyle suratlarına baktım. Sonra başımı salladım.
Yıldız “Daha önce uçağa bindiniz mi?” diye sordu.
Fabrikanın geniş duvarlarının içinden çıkmak için çabalayan radarın katmanlı anteni gözümde büyüdü.
“Gideceğimiz yer teknik olarak çöl aslında.”
Gülümsedi.
Uçağın dik merdivenlerini tırmanırken arkamı döndüm. Güneş batmaya hazırlanıyor, hafif bir meltem yüzümü yalıyor. Mutlu muyum, huzursuz muyum, korkuyor muyum, heyecanlı mıyım… Ellerim hâlâ titriyor.
Farklı farklı insanlar koltuklara dizilmiş. Çoğunlukla genç. Birinin kucağında bebeği var. Geçerken ona doğru bakıyorum, bebeğin pembe yüzünü görüyorum. Offf… İnsan bir garip hissediyor.
En arkada bir boş koltuk gürdüm. Oraya doğru yürürken konuşmaları duydum. “İleride,” diyor biri. “…bu manyetik alandaki değişimleri beynimiz daha iyi anlamaya başladığı zaman onun üzerinden haberleşebileceğiz bile. Telekineziden bahsediyorum. Evrimde bir sonraki basamak diyorum sana.”
Yanındaki sarışın kız gülüyor. “Kıyametin gerçekleşmeyeceğini varsayarsak.”
“Yani,” diyor telekinezi uzmanı. “Eh…”
Otururken onlara başımla selam verdim. Benden hızlı uyum sağlamışlar gibi. Onların da peşine düştüler mi? Bana baktılar. Kemerimi çekip bağladım.
“Kemal ben,” dedi erkek olan. Elimi uzatıp tokalaştım.
“Umut.”
Parmaklarını şıklatıp kıza beni gösterdi.
“Aha! Umut iyidir. Bak… Umutlu olmak lazım. Birçok faciayı da engelledik demişlerdi…”
Uzun boylu bir kabin görevlisi herkese asfalt rengi, kapaklı telefonlardan dağıtıyor. Bir mesaj atmayı düşündüm. Vazgeçtim. Zaten o hayata ait değilim.
Ve uçağın ufak camından memleketime bakıyorum. Nereye gideceğimiz hakkında konuşup duruyorlar. Sarışın kız gülüyor. Bana daha önce kutup ışıklarını görüp görmediğimi soruyor.
İşte.
Antarktika burada başlıyor.
- Dünyayı Öldüren Adam - 1 Temmuz 2020
- Kozmos’un Gölgeleri - 1 Mayıs 2020
- Aşkın Tahripkâr - 1 Ocak 2020
- Cesedimi Uzaya Gömün - 1 Aralık 2019
- Antarktika Burada Başlıyor - 1 Kasım 2019
Merhaba @ulu.kasvet .
Yine uzunca bir öykü ama kendini nefes nefese okunmadan bırakmadı. Eline sağlık.
Güzel bir öykü.
Kutluyorum.
Selam @Ziya
Aslında Seçki’ye gönderdiğim en kısa öykü sanırım. Ama hızlıca okunması mutlu etti tabii. Teşekkürler. Görüşmek üzere.
Kesinlikle katılıyorum, okuduğum genel @ulu.kasvet öyküleriyle karşılaştırıldığında kısa kalmış
Ben Ankara’lı değilim, çok da bilmem Ankara’yı ama senin başarılı mekan anlatımın sayesinde Ankara havası soludum. Çok iyi bir anlatıcısın bence, eklediğin detaylar öyküye gerçeklik katıyor ama bir bakıyorsun uçan bir taraf var. Ben seviyorum bunu. Yani o gerçekliğin içinde okuyucuyu neredeyse kıyamete götürüyor yazdıkların.
Hep devam et yazmaya, okumaktan keyif alıyorum öykülerini
Kolay gelsin
Selam @Muge_Kocak
Bu öyküyü yaklaşık sekiz ay önce yazmıştım. Aklımda çok farklı fikirler vardı Kara Delik ile ilgili ama zamanım yoktu. O yüzden bunu gönderiverdim. Eskiden kısa yazabiliyormuşum herhalde.
Okuyup yorumladığın için çok teşekkür ederim. Görüşmek üzere.
Selam @ulu.kasvet,
Okuyucuyu içine çeken, sarıp sarmalayan bir Kasvet Ulu öyküsü daha.
Ellerine sağlık.
Bloguna bir okuyucu daha kazandın. Hazine var orada. İlkinden başlayıp yavaş yavaş yazdıklarını okumak istiyorum.
Görüşmek üzere.