Bugün bir bedende iki kişiyim. Dün yarımdım. Yarın belki tam,sonraki gün 5 kişi olacağım. 1 hafta sonra kim bilir 9-10 ya da daha kalabalık. Ne yorucu bir iş bu. Yanında bulunduğum kişinin şeklinin almak zorunda kalmak ne sıkıcı…
İnsanın kendine dair fikirleri olmalı diyordum hep. Kendine ait veya başkalarına bulaşan fikirleri. Ama bakıyorum ki kimin nefesi yüzüme değse ona benzemek zorunda hissediyorum kendimi. Sonra kimin sandalyesi boşsa ona özlem duyuyorum. Kimin atkısı boyunsuz kalmışsa, kimin ayaklarının izi yürüdüğüm yolda varsa ben hep ve en çok da o oluyorum. İncitmek duygusundan bihaber yetiştirilmemin acı meyvelerini bir kerede ağzıma attığımdan mıdır bilmiyorum ama çekirdekleri en çok da bana denk geliyor bu meyvelerin. Hep aklımda uzun söylevler kalıyor. Takdir edilmekten uzak,boş öğütler kalıyor. Aklımın bilinmeyen köşelerinde iki kişiye denk gelsem üçüncüsü yanımda bitiveriyor. Sonra o üç kişiyle ben olmadan uzun soluklu bir kim haklı yarışı yapıyorlar. Beni yarışa almıyorlar bile. İçlerinden üçü haklı oluyor. Neden haksızım? Taklit edemediğim için mi? Özgün olmak istediğim için? İçimde sarı çiçekler açtığı için? “Kaktüsler her zaman sarı papatyaları kıskanır,” derdi annem. Benim dibimde çok fazla kaktüs var biliyorum. Son zamanlarda sarı bir papatya olmaktan şikâyetçi olduğumu hissediyorum. Beni nasıl sever kaktüsler? Yapraklarımı döksem severler mi? Onlara benzemesem, sadece yapraklarımdan vazgeçsem belki severler.
Denedim. Yapraklarımı döktüm. Yetmedi. Yavaş yavaş beni de kaktüs yaptılar. Kaktüs olmak elbette ki kötü bir şey değildi ama kendi iradesiyle kaktüs olanların dikenleri daha azdı, zorla kaktüs olanlara göre. Ben sırf onlara benzemek için kaktüs oldum ama dikenleri çok büyüyen en çok da ben oldum. Onların iğnelerinden korunmam gerekiyordu çünkü. Aynada kendime bakıyorum. Kocaman oldum. Birazkilo aldım. 2 yıl önce de çok zayıflamıştım. Neyin moda olacağını bilmediğimden ne revaçtaysa o oluveriyorum. Kızıl olan saçlarım, bu yıl kahverengi oluverdi. Yo, yo hayır. Kendim istedim bunu. Etrafımdakilerin herhangi bir isteği olmadı bu konuda. Zorla renkli giyinmemde, kahvaltıyı sevmemde, güneşli günlerde dışarı çıkmamda gerçekten insanların herhangi bir etkisi olmadı. Hıhı, evet, eminim. Daha fazla bu hususun üstünde durmak istemiyorum. Zira çıldıracağım.
Durunca düşünebiliyorum aslında. Biraz daha kendim olabiliyorum ama insanlar hangi uzvum boşsa beni oradan çekiştiriyorlar. Şunu al,şunu giy,şöyle yürü, şunu sev, şunu oku,şunu dinle, şunu söyle ,şuna bak. Hal böyleyken duramıyorum. Duramayan insan kendini duyamaz ki… Koşar,hep arar, sürüklenir. Bakar ki etrafına üşüşmüş bir yığın. Kime inansam derdine düşerken en son duraklar, işte tam o an yaşar. Ben yaşamamak için, onlara uyabilmek için yürüyorum. Ruhunu öldürenler ruhunu yaşatanları sevmez. Beni sevsinler diye ben de öldürüyorum ruhumun incilerini. Belki de yaşayacağım ama yan komşu öyle söylemiyor. Bu konuda onu dinlemeliymişim. Pişman olmazmışım. Aklıma soruyorum: “Senin dilin yok mu? Konuşsana.” Aklım susuyor. O da başka birini dinliyor. Yorulduk, uyuyalım artık. “Zaten uyumuyor musun?” diyor bana kalbim. Doğduğundan beri aslında uyumuyor musun?
Aklıma türlü akıllar üşüşüyor. Kendime sağırım, etrafımda beni yönlendirenlere dilsizim. Kendi fikirlerime dil uzatmayan bir dilsiz, etrafımdaki insanların nutuklarına sağır olsaydım keşke. Herkes herkese benziyor. Herkes, neden bu kadar hiç oluyor. Herkese benziyorsan hiçsindir. Hiçleştiriniz beni sokaktakiler. Bakın, ben artık kendimi duymuyorum…
Daha büyük ne olabilir ki hayatımda? Dönüştüm. Yaşlandım. Kırıldım. En çok parlattığım yerlerim paslandı çünkü mat olanlar en çok parlayanlardan intikam alır. Olsundu dedim. Bir sigara yaktım. Kederlenince bunu içmeliymişim. Selma abla öyle söyledi. “Annem kızar,” deyince de, “Sen bilmezsin, beni dinle,” demişti. Dinledim, 10 yıl oldu onu dinleyeli. Ona da olsundu.
Özümü yitirmem için özlü sözleri vardı yığınla. Hepsini sorgulamadan aldım, ekledim kendime.
“Karanlıkta oturma, için kararır,” derdi Muzaffer Amca.
“O elbise çok kısa, giyme!” derdi babam.
“O çocuk iyi huylu değil, gezme!” diyen anneme katılırdı Haluk Amca. Sorgulayan bir kız oluşumu bayağı bulurdu Nurten Hala’m ve ensesine vur ekmeğini al kocası Ekrem Abi. Hepsi birbirinin kuklasıydı. Hiçbirinin kendine ait bir görünüşü yoktu. Görünüşümden rahatsız olan herkesin kendine ait hiçbir görünüşünün olmaması ne tuhaf.
Bakkalın, anne ve babamın, sokağın, semtin bir dilek havuzu vardı, beni oranın suyuyla yıkayıp yıkayıp çıkarıyorlardı. Islandım onların dualarıyla. Yıllarca öyle gezdim. Böylesi daha iyiydi. Öyle söylüyor simitçi Rüstem. Herkes bir şeyler söylüyor.
Du…
Söylüyordu.
Söylememeleri için bir çözüm aradım durdum. Çözümü yalnız kalmakta buldum. Yalnız kalırsam durabilecektim. Durunca da çözecektim her şeyi. Ne söylediğimi, ne duyduğumu, hissettiğimi. Yalnız kalınca uykuya daldım. Uykuya dalınca bir rüya gördüm.
Rüyada sorgulamaya başladım. Nurten Hala’m ve Ekrem Abi’ye yakalanma telaşına düşmeden. Onları bile sorguladım. Durdum. En sonunda kendimi dinledim.
Böylesi daha iyi diyen simitçi Rüstem’in olduğu sokaktan geçtim rüyamda. Ağır ağır yürüdüm.
Selma’nın öğütlediği sigarayı falan da yakmadım yürürken.
Sokağı aydınlık görse çok sevinirdi Muzaffer Amca ama ben merdivenlerden çıkıp eve girdiğimde içimdeki Muzaffer Amca’yı da onun aydınlıkta otur dediği ışıkları da kapattım. Karanlıkta oturdum odamda.
Sonra aynaya baktım. Babamın giydirdiği uzun eteği altından biraz kestim ve babamın düşüncelerini de…
Annemin iyi huylu değil dediği adamın fotoğrafını çıkardım çekmecemden. Aldım, yatağımın baş köşesine koydum. Gözlerimi kapatıp onunla gezmeye başladım Haluk Abi’ye aldırmadan.
Kendimi dinlerken bir sade kahve içmek istedi canım. Onu içmeye karar verirken uykuya daldım rüyamda tekrar…
Bir bilimkurgu kitabı okuyordu rüyamın rüyasında sarı papatyanın biri. Neredeyse kitabın sonuna gelmişti. Kalan birkaç satırı yüksek sesle okumaya karar verdi:
“Kara delikler, uzayda yol alan hiçbir maddenin kaçamayacağı kadar büyük çekim alanlarıdır. Aslında kara delikler, ölü yıldızlardır çünkü büyük kütleli bir yıldızın yakıtı bittiğinde, kendi üzerine çöker ve bir kara delik oluşturur.”
İçinde büyüttüğü ve kendini dinlemekten onu alıkoyan herkes aslında yakıtı biten, birer ölü yıldızdı. Işığı sönen, varlığı olmayan, insanların enerjilerini sömüren ,farklılığa tahammülü olmayan ve tekleri herkesleştiren birer ölü yıldızdı. İnanç adı verilen yakıtları bitince kendi üzerine çöken, sadece kendini gören ve insanları da kendi içine çekmekten başka bir şey yapmayan birer kara delik…
Rüyadan uyandım.
UYANDIM.
Çok güzel olmuş, kaleminize sağlık (Özellikle son kısım).
Coğrafya kader midir? Öyleyse çözümü başka diyarlara yelken açmak mıdır?
Vav! Alayına isyan modunda güzel bir öykü olmuş. Kaleminize sağlık.
Aslında hepimiz birer kuklayiz. İplerimi başkalarının elinde ve sen o ipleri koparıp özgür olmak istersen de tıpkı ipleri olmayan bir kukla gibi köşeye atılıyorsun. Yalnız kalıyorsun. O zaman ne diyoruz: oyuna devam
Kahramanın yolculuğu bu sefer kendine doğru. Ölü yıldızlar tarafından enerjimizin çekilmesi, öğütler tarafından yolumuzun kesilmesi… O kadar tanıdık hisler ki. Böylesine güzel tariflediğiniz için kaleminize sağlık.