Öykü

Çağlar Boyu İlmihal

Gençliğimde iyi ki Trabzon’a gitmişim. Fıstık yeşil yaylalarda gördüğüm her şeyin fotoğrafını çekene kadar akşam olmuştu. Oteller, kilo kilo metrelerce uzaktaydı ve ilerde bir küçük ahşap evin kapısını çalıp, “Selamünaleyküm, Tanrı misafiriyim. Bu gecelik buyur etseniz,” dedim. Kapıyı açan kır sakallı, lacivert takkeli dede boynuma asılı fotoğraf makinesine baktı. “Ve aleykümselam. Gel oğlum buyur,” dedi. İçeri girdiğimde köşede sobanın yanına uzanmış nenenin pamuk gibi sesiyle hoş geldin deyişini duydum. Dede de süt kokuyordu. Geyik desenli mindere oturdum. Dede benimle sohbet ederken nene de önüme sıcak ekmek, peynir, fındık dizdi. Kıpkızıl buharlı bir çay koydu.

Hatırlıyorum da ev hiç köy usulü süslenmemişti. Duvarda Osman Hamdi’nin Kuran Okuyan Adam tablosu ile sıra sıra dizili sapsarı ölmez otu salkımları ilginç bir uyum oluşturuyordu. Tavanda asılı gül kakmalı çanlar, nene camı açınca rüzgârda çıngırdıyorlardı.

Dede benimle havadan sudan konuştuktan sonra lafı kitaplara getirdi. Sever miyim diye sordu, severim dedim. Ayağa kalktı. Omzumu yasladığım ceviz dolaptan birbirlerine siyah iple bağlı balya balya kitap çıkardı. Kitaplar çeşit çeşitti ama düzenleme ihtiyacı güdülmediği apaçıktı. Tanpınar romanları arasında Jung makaleleri, Bacon denemeleri arasında Tutinâme’nin eski bir baskısı vardı. Sonra zümrüt yeşili ciltli, ışıkta menevişlenen Kuran büyüklüğünde bir kitap çıkardı. Dede kitabı serçe yavrusuymuş gibi şefkatle tutarken, “Mızraklı İlmihal nedir hiç duydun mu?” diye sordu. Bildiğimi söyledim. Babamın da kırmızı kapağında Osmanlı arması, eski bir ilmihali vardı.

Kitabı bana uzatıp, “Bir sayfayı aç ve oku,” dedi. Tam ortasından açtım. Osmanlıca harflerle yazılmıştı ama tam da öyle değil gibiydi. Kufi ya da Rik’a usulüyle yazılmışlardı. Bir iki kelimeyi söker gibi oldum ama kalanı benim için muammaydı. Tam dedeye bunu okuyamayacağımı söyleyecekken yazılar erimeye başladı. Sayfanın ortasında birbirleri içinde yumak olup yavaşça çözüldüler. Bittiğinde Türkçe, Latin harflerle iki satırlık bir yazıya dönüştüler.

“Çayını içeceksen afiyetle. Bak karıncaya dikkatle.”

O sırada çay bardağını ağzıma götürüyordum ki köpükler arasında ölü karıncayı gördüm. Şaşırmış halde, dedeye baktım. Bana dönüp gülerek, “Şaşırdın değil mi? Şaşır, şaşır. Ben de böyle senin gibi bakardım ilk seferde,” dedi. O da çayından bir yudum aldı. “Nasıl ki ilmihallerde insan nasıl düzgün yaşamalıdır, ne yapmalıdır yazıyorsa bu da başına gelecek her şeye karşı seni uyarıyor. Şimdi sen güvenli yerdesin diye basit yazdı. Beni öyle belalardan kurtardı ki. Seni de kurtarır. Al, sende kalsın. Yaşlanınca sen de başkasına verirsin.”

O akşam dedeye teşekkür ettiğimi, ilmihalden biraz daha bahsetmesini istediğimi, nenenin serdiği döşekte uyuyamadığımı hatırlıyorum. Sabah birlikte kahvaltı ettikten sonra veda edip ayrıldım.

İstanbul’a dönünce anladım ki Mızraklı İlmihal keyfimce okuyabileceğim bir kitap değilmiş. Evimde defalarca açıp okumaya yeltenmem hep başarısızlıkla sonlandı. Harflerin Türkçeleşmesini beklerken yüzümü ne kadar yaklaştırırsam harflerin de o kadar ufalıyor, burnum sayfaya değdiğinde büsbütün görünmez oluyorlardı. Kelimelerin anlamlarını sözlük ya da internet kullanarak çözmek de mümkün değildi. Ellerim tuşlara değer değmez aklımdaki harfler uçup gidiyor, sayfaları karıştırırken ne yaptığımı unutuveriyordum. Yazıların ancak ihtiyaç duyduğum zaman belirdiğini dört ay sonra anladım. Bu seferki yazı da kafiyeliydi ama şiirselliğin yahut müzikalitenin esamisi okunmayan, çocuk tekerlemesi bile olamayacak cümlelerdi.

“Bu kentte sana huzur yok. Fırat suyuna ayak sok.” yazıyordu.

Ertesi gün ne ilginçtir, bir arkadaşımın Erzincan’a, köyüne gideceğini öğrendim. Daha ilginç olanı tereddüt etmeden her şeyimi valizime doldurup ona katılmamdı. Eve bir daha dönemedim. Yola çıktığımızın akşamı şehirde koca bir deprem oldu. Haberlerde çürük diş misali birbirine geçmiş yıkık binaları hatırlıyorum.

Arkadaşım köy evinde kalmama izin verdi. Köyü daha çok bir kasabaydı aslında. Kendime bir kütüphanede iş buldum. İlmihal beni o zamandan beri iki sel baskını, üç araba kazası, bir de terörist saldırısından kurtardı. Evlenmeme ettiği yardımdan bahsetmeye gerek bile duymuyorum.

Hayatım sakin bir düzene girdikten sonra ilmihal üzerinde deneylere giriştim. Yıllardır birlikteydik ama hâlâ çözemediğim sırları vardı. Mesela sayfa sayısı hiçbir zaman kesin değildi. Ay takvimine göre ilk ve son dördün arası perşembe hariç tüm günlerde 755, dolunay hariç diğer tüm günler 754, dolunayda 756 sayfa oluyordu. Eksik ve fazla olan sayfalar nereye gidiyordu ve nerden geliyordu anlamak için bir test yaptım. Tam ortasında bir sayfayı şirazesinden kopardım. Günler içinde sayfa kararıp buruşmaya aynı zamanda tıslayarak etrafa pis bir koku yaymaya başladı. Sayfayı koparan elimin parmakları o süre boyunca sürdüğüm merhemlere rağmen kurdeşenmiş gibi yandı. Koku da o kadar dayanılmaz oldu ki çöpe atamayacağım için sayfayı şeffaf bir poşete koyup ağzını düğümledim. İki gün sonra poşet balon gibi şişmiş, içinde de üç siyah kum tanesi kalmıştı. Bir süre sonra parmaklarım iyileşmiş, haddimi de öğrenmiştim.

Mızraklı İlmihal’in yazıları hakkında ilginç bir şey öğrendim. Osmanlıca gibiydiler ama sayfaları biraz hızlı çevirince Arapça veya İbraniceye oradan da Pehlevice ve Kıpti harflerine dönüşüyorlardı. Parmaklarım ağrıyana kadar uğraşınca Sümer hiyeroglif yazısından; daha önce hiç görmediğim mavi- kırmızı-siyah, kabartmalı ve dolambaçlı bir yazı-resme kadar değişiyorlardı. Aklım karışamayacak kadar bulanıktı. Tek anlayabildiğim ilmihalin İslam’dan önce indirilmiş dinlere mensup kişi ya da kişilerce yazılmış (çizilmiş) olduğuydu. Tam sayılarını da bilmiyordum çünkü kendi notlarımı kitaba yazmayı denediğimde harfler adeta bana yer açarcasına kenara çekilmişlerdi. Bu da kitabın geliştirilmeye açık şekilde tasarladığına işaret ediyordu. Sanırım. Bilmiyorum aslında. Yaşlandıkça her şey harfler gibi birbirine yapışık gözükmeye başlıyor. Karım bu hallerime acıyor, üzülüyordu. İkimiz de ömrümüzün son demlerini yaşıyorduk ve sobanın yanında oturup kitap okumaktan sıkılmaya başladık. Ta ki gece kapımız çalana kadar. Süt kokan ellerimle kapıyı açtım. Gözüm adamın fotoğraf makinesine takıldı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Dipsiz Dipsiz says:

    Sevgili Mehmet,
    İlk öykünle aramızda olduğunu görüyorum hoş geldin…

    Çok uzun zamandır bu kadar özenli, dikkateli ve ince ince işlenmiş bir öykü okumamıştım. Beni içine çeken, sakin ve derin bir öyküyle buluşturduğun için teşekkür ederim.

    Ölmez altın otu ya da bizim oralarda dendiği gibi alaycık otunu niye tavana astığını ancak hikayenin sonunda anlayabildim. Hele ki kahramanın ilmihale yazma girişimini, sayısız farklı medeniyetten yazıları bulmasını sonra tam ömrünün sonunda tekrar başa dönmesini ve bunu her defasında bilinçsizce yapmasını üstelik okuyucuya - belki şuan varsayıma girdim - kahramanın nesillerdir o değişik yazıları yazanın ve ölümsüz olduğunun, kendi versiyonları sayesinde kitabı geliştirmek farklı bedenlerle kesintisiz bir yaşam sürdüğünün ya da kitabın onun ölümsüz hayatını sürmesi için ona koruyuculuk yaptığının sonucuna vardığımı söylemeye cüret edeceğim. Bu durumda, öğrenmek istediğim tek şey o kitabın ilk sayfasının ilk defa yazıldığı an kahramanın oraya ne yazdığıdır :slight_smile:

    2020 yılında hayal gücümün ateşine odun attığın için teşşekkürler.

    Eline ve düş gücüne sağlık
    Sevgiler
    Dipsiz

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for Dipsiz

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *