Karanlık, her yer alabildiğine karanlık ve korkutucuydu. İnceden sallanan zemin, huysuz tahta gıcırtıları ve yabancı, ağır bir koku kadını sarmış, uyku ile uyanıklık arasında adeta ruhunu hapsetmişti. Sol omzundan tüm vücuduna yayılan korkunç bir acıyla aniden irkildi ve tahta zeminden doğruldu. Geminin ambarına çiğ ışık huzmeleri giriyordu, fakat yine de önünde dikilen adamın yüzünü bir türlü seçememişti. Neredeydi? Neler oluyordu? Bu adam da kimdi ve adamın elinde neden bıçak vardı? Şaşkınlık ve korkuyla etrafına bakındı, bir eli yanan omzundayken nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir yandan da ona, güverteye uzanan yosunlu merdivenleri gösteren adama neler döndüğünü soruyordu. Karanlık, salınan zemin, gıcırtılar, leş kokusu ve en çok da önünde duran ve merdivenleri işaret eden adam onu adeta boğuyordu. Daha fazla sabredemedi ve kaçarcasına kendini çıkışa, ışığın geldiği yöne atıverdi. Merdivenlerin ötesinde ne olduğunu bilmiyordu, fakat aklına gelen tek çözüm buydu. Eli omzunda, yaş basamaklara çıplak ayaklarıyla basarak kendini geminin ambarından kurtardı. Son anda iç güdüsel bir tutumla ardına bakıp adamın onu takip edip etmediğini kontrol etti. İçini tuhaf bir sancı kaplayıverdi; bu adamı tanıyordu, hem de çok iyi tanıyordu, fakat o an, karanlığın ortasında küçük bir ceviz gibi sallanan geminin ıslak duvarlarına tutunmuşken o adamın kim olduğunu anımsayamamıştı.
* * *
Gün gelir her ömür bir kıyıya vurur. Kaçınılmaz, yaşamın dalgalarında bunca gemi serseri rüzgârlarla savrulurken an gelir, her insan bir başka yüreğin karasına biçare oturur. Okyanusta kaptan olmak zordur. Gemi yürütmek dümende ustalıkla, haritada mahirlikle bitmez. Öyle meltemler vardır ki, ta sarı-sıcak yıldız burçlarından eser, önce alnında parıldar ve yüzünü okşar, derken yelkenlerini bahar neşesiyle sarar ve ıssız ruhunu yüreklendirir. Bir bakarsın haritanda olmayan yeni ufuklara doğru yol alıyorsun; okyanusu anlamaz, dalgaları duymaz, kılavuz balıkları dinlemez, meltemle eser açıklara gidersin. Gözlerinde o yeni bahar, geçmişinden şimdiye akan ve geleceği bir ressam inceliğiyle çizen o dupduru okyanus izleri; senden başlayarak evrene uzanan bir ezgide, biri olmanın mahpusluğundan kurtulup geniş, çok daha geniş bir idrake varana dek seyrüsefer edersin.
* * *
Güverteye çıktığında gözlerine inanamamıştı. Afalladı ve bir süre olduğu yere çivilenmiş gibi kalakaldı. Gecenin karanlığında yüzlerce yıl öncesinden kalmış ahşap bir kadırganın güvertesindeydi. Merdivenlerin bittiği yere alelade yerleştirilmiş bir kalasa tutundu ve önündeki manzarayı anlamaya çalıştı. Simsiyah gökyüzünün altında uzanan deniz alevler içindeydi; kor ateşten devasa dalgalar hırıltılarla yükselip alçalarak ahşap gemiyi dövüyordu. Bir dalgadan diğerine düşerken geminin iki yanından yükseklere, belki onlarca metre öteye kızgın alevler sıçrıyordu. Adım atması mümkün değildi çünkü her yere ateş parçaları düşüyordu. Birkaç metre önünde onu gördü. Geminin dümenine sıkı sıkı tutunmuş cehennemden uzanan dalgalarla boğuşan o adamın sol omzunun alev aldığından haberi yoktu. Aniden bastıran güçlü ve soğuk yağmur olmasaydı, kaptan olduğunu düşündüğü adam gözlerinin önünde yanacaktı. Kaptanın omzundaki aleve tepkisiz olması kadını şaşırttı. Belki canı öyle çok yanmıştı ki, artık yanmaz olmuştu. Yağmur bastırdıkça dört bir yanı saran alevler azaldı, karanlığın ortasında kızıl ışıklarla onları yutmaya çalışan deniz nispeten durulmuş ve dalgalarını saran lanetli alevlerden kurtulmuştu. Yine de engin, kıyısız bir magma denizine düştüğüne yemin edebilirdi. Her şey öylesine hızlı gerçekleşiyordu ki düşünecek ve yaşadıklarını anlayacak fırsatı henüz bulamamıştı.
* * *
Gün gelir her insan huzurlu limanından çıkar ve okyanusa açılır. Böylesi bir yolcuğun kılavuzu ise başlarda şefkatli meltemlerdir. Ne var ki en ufak rüzgâr bakarsın fırtınaya dönüşür, küçük bir yağmur tanesi geçmişin habis şeytanlarıyla büyüdükçe büyür ve insanı amansız bir kasırgayla hiçliğe sürükler. Hiçlik en derin acıların kalıntısıdır, en dile gelmez acıların mezar taşıdır. Zamanın hükmünün geçmediği uçsuz bucaksız bir boşlukta kendi gölgesinin peşi sıra koşan bir kukla misali, hiçlik o kasırganın yürekteki yankısıdır. Oysa çok az kişi bilir: Pusulasında aşk olmayanların yolu da yolculuğu da korkak bir yalandır. Yalanlarla yoğrulan her yolculuğun varacağı son liman ise hiçliğin o gölgesiz, çiçeksiz, kimsesizler mezarlığıdır.
Belki kasırgayla boğuşurken bir anlığına başını dümenden kaldırır bakarsın; dalgalar da rüzgâr da yüzünde ıslak naralarıyla büyüyen yağmur da ve hatta göğsüne çaresizce oturduğun o ustura ağızlı kara parçası da insan, sadece insandır. Her gemi bir başka insanın sırtında karaya oturur, her lanetli kaptan bir başka insanın kıyısına biçare vurur ve korkak yüreklerde esen her aşk bu döngünün fırtınalarını usul usul yoğurur. Artık gözlerinden akan yaş değil, bir başka kaptanın son sözleridir. Hepimizin yüzündeki aynı ortak çizgileri kanatarak büyüten, gençliğin ıtır meltemlerinden yadigâr okyanus izleridir. Velhasıl suyu suyla, insanı insanla boğan bu ağıt yeni doğan her bebeğin kulağına söylenir. Gerçek aşkın ağulu mührü, tenlerde özenle gizlenir.
* * *
Ürkek adımlarla sırtı dönük kaptana doğru yürürken yaşadığı anın hayal mi gerçek mi olduğunu tahlil edemiyordu çünkü onu kaplayan şimdinin kucağında, yani o anda tam orada, kor alevden dalgaları yararak karanlık ve uğultulu bir boğaza varan kadırganın kucağındaydı. Gerçek, deliliğin üvey evladıdır; kadının zihninde kaybolup parçalanan gerçeklik ise hem alabildiğine tanıdık hem de bir o kadar yabancıydı. Karanlık, alabildiğine karanlık bir havada, arkalarında alevlerle kuduran amansız bir okyanus fırtınasını geride bıraktıktan sonra, sessizce dümenin başında duran kaptana varmak istiyordu. Sanki kaptanla konuşabilse, ona neler olduğunu sorabilse, içinden geçtiği bu deliliği kabullenecek ve yüreğine su serpecekti.
Omzundaki acı giderek şiddetleniyordu. Başını eğip ona büyük ıstırap veren omzundaki yaraya bakmak istedi. Kaptana doğru yürürken ay ışığı, ağustosun son günlerinin ışıltılı yıldız burcu ve uzaklarda yanıp sönen belli belirsiz parıltılar ona eşlik ediyordu. Omzuna iyice dikkat kesilince yüzeysel bıçak darbeleri gördü fakat bu, katiyen alelade bir yara değildi. Kurumaya yüz tutmuş kanları eliyle sildiğinde küçük bir yıldızın bıçakla omzuna çizildiğini anladı. Aklı hemen ambardaki o adama gitti; onu çok iyi tanıyordu, hatta belki tanımaktan da öte, o adamın yaşamında hatırı sayılır bir yeri olduğunu biliyordu. Bir daha ardına baktı, kimseler yoktu. Omzunda hâlâ ince ince kanamakta olan yıldız biçimindeki yarayla, kaptanın yanına vardı.
* * *
Her ömür tek bir aşka gebedir. İnsan gerçekten bir kere ölümüne sever, ruhu ve yüreği gerçekten bir kere yanar, suya hasret çöl olur kavrulur. Kendi külünden doğadursun Anka kuşu, sonraki her aşk, yüreğin her kıpırtısı o ilk sevdaya ağıt, kelebek ölüsü hafifliğinde kalıntılardır. Gözünü güneşe dönüp kanatana dek umutla baktığın ilk sevdanın izi nereye dönsen seninledir. Yıllardan, yollardan ve türlü yazgılardan sonra insanın unuttum dediği yüreğindeki o ilkbahar değil ruhunun özüdür, sadece geride bırakmak zorunda kaldığı özüdür. Yüreği soğuk sularıyla kaplayıp yalancı bir dinginliğe taşıyan o kıyısız okyanus, günün birinde insanı bağrından söküp bir başka biçarenin kıyılarına vurur. Müzmin sevdalı kadavralar aynı kokuşmuş sahilde böyle buluşur. İşte olan olur, zaman pervasızca geçer, insan sevmelerden böyle yorulur.
Unutmak tek çaredir derler, yalan! Zaman her şeyin ilacıdır derler, yanlış! İnsan yıllar geçtikçe olgunlaşır diye kelam ederler, aldatmaca! Bunları söyleyen sığ ve sağır bilgeler de buna inanan biçare yürekler de fark etmezler; insanın unuttuğu aslında acılardan ziyade kendidir. Zamanla geride bıraktığı o katıksız gençliğidir. Olgunluk lakırdısı sadece umarsız bir kabullenmişliktir. Unutmak da zaman da olgunlaşmak da yüreğini yakan, ruhunu sarıp kavuran o gerçek aşkı öldürmen için sığ ve sağır bilgelerin sana verdiği ölümcül bir zehirdir. Bırak alev alev yansın tenin, bırak dumanlar tütsün suskun dudaklarından, bırak parmaklarından geceye damlasın yalnızlıkların ve bırak gözbebeklerinde fırtınalar kopsun! Ortak bir yalanın kölesi olacağına, kendi gerçekliğinin efendisi olmalı insan, tüm kahrı ve acısıyla! İşte o zaman, kıyısız okyanusta yeni ufuklar belirmeye başlar. Dümenin dalga, yelkenlerin rüzgâr tutar ve yol alırsın. Geçer gidersin, birbirinin kıyılarına vurmuş yüreği zehirli insancıkların arasından.
* * *
Kaptanın yanında güvende hissediyordu. Fırtına dinmiş, kor alevden dalgalar geride kalmış ve umutlu bir sonbahar güneşi, bembeyaz kollarını kalın bulutların arasından uzatarak okyanusun saçlarıyla oynamaya başlamıştı. Kadın hafızasını zorlayıp bu korkunç gemiye nasıl düştüğünü anımsamaya çalışıyordu ki elindeki o şeyin varlığını hissetti. Kaptan, hiç beklenmedik bir biçimde ona döndü ve gülümsedi. Yüzündeki çizgilerden keder nehirleri akıyordu fakat gülümseyen gözleri tıpkı bir çocuğunki gibi duru ve samimiydiler. Gözlerini kaptanın gözlerinden söktü ve sıkı sıkı tuttuğu bıçağa baktı. Üzerinde kuruyup kararmış kan lekeleri olan irice bir bıçağı kavramıştı. İrkildi ve bir adım geri attı. Kaptan ona döndü, omzunu açtı ve kadına sol omzunu gösterdi.
“Sana bunu kim yaptı?” diye sordu kadın, çekingen ve ürkek bir sesle.
“Sen.”
“Seni tanımıyorum,” diyen kadın omzunu tuttu ve kaptanın yüzüne baktı.
“Ben değildim.”
Arkasına bakan kadın hangardaki adamı hatırladı. Kaptan, onu başıyla onayladı.
“Beni bu geminin kaptanı, bu okyanusun da kölesi yaptığından beri geziniyorum. Geceleri alevli dalgalarla boğuşup gündüzleri yol alıyorum. Aslında karaya çıkabilirim ama…”
“Ama?” diye araya girdi kadın. Belki de susmalıydı.
“Çıkmak istediğim kara uzakta,” diyerek ufuklara baktı kaptan ve “hem çok uzakta hem de yanı başımda. Artık sen de kaptan olacaksın. O yara da senin mührün,” dedi.
“Mühür mü? Ne mührü?”
“Yüreğini teslim ettiğin kişinin mührü. İki tercihin var; ya bu acıyla yaşamaya devam edersin ya da mührün lanetinden kurtulmak için…”
“Aşağıdaki o adam…” diyerek düşündü kadın. “Onu tanıyorum ama ismini anımsamıyorum.”
“Burada isimlerimiz yoktur. Burada sadece var oluruz; bir ağacın dallarındaki elmalar veya şu okyanustaki bir damla su gibi.”
“Kimsenin kölesi olmak istemiyorum. Bu mührü istemiyorum.”
“Ben de istemiyordum fakat yıllardır bu okyanustayım. Lanetim birini ölesiye sevmek, mühür ise bu sevdanın nişanıdır. Karaya çıkıp herhangi biri gibi yaşar gidersin ya da burada kalıp mührün lanetini kaldırmak için savaşırsın.”
“Burada kim olduğumu bilmiyorum.”
“Fakat hissedebiliyorsun. Acıyı, umudu, özlemi ve aşkı burada hissedebiliyorsun. Eğer gerçek duyguları hissedebiliyorsan kim olduğunun ne önemi var?”
“Karaya çıkınca da hissetmeye devam edebilirim.”
“Hayır, sadece yaşamaya devam edersin, bir ağaç veya bir çiçek gibi. Gerçek duyguları hissetmek savaşçılara verilmiş bir armağandır.”
Kadın, kaptanın yarasına baktı. “Sana bu mührü ben mi çizdim?”
“Sorunun cevabını biliyorsun.”
“Seni nasıl özgür bırakabilirim?”
“Kendini özgür bırakarak.”
“O zaman mührün laneti kalkar mı?”
“Evet.”
Kadın birden gözyaşlarına boğuldu. “Korkuyorum! Acı çekmekten ve pişman olmaktan korkuyorum!”
“Sen yaşamaktan korkuyorsun. Uyan! Artık uyan!”
* * *
Kadın karmaşık rüyalarından kurtuldu, iç çekerek yerinden sıçradı. Tren istasyona varmıştı. Yüreğini bir korku ve endişe kapladı. Yaptığı şeyden emin değildi fakat işte yine de gelmişti. Telefonu çaldı, o arıyordu. Durdu, bir süre ekrana baktı ve telefonunun sesini kısarak bir süre bekledi ve perona girerek yavaşlayan trenin camından yolcuları izlemeye koyuldu. Sevmediği, yüreğinin derinlerinde yer vermediği ve hatta pek de saygı duymadığı o adamın ailesiyle tanışmak üzereydi. Elini sol omzuna götürdü. Hâlâ gördüğü o garip rüyanın etkisinden çıkamamıştı. Başını salladı, kaşlarını kaldırdı ve saçmaladığını düşündü. Telefonu bir daha çalınca tekrar kaygılandı ve yanındaki kadının tuhaf bakışlarına maruz kalma pahasına telefonunu kapattı ve çantasına koydu. Tren durmuş, perondakiler vagonlara hücum etmişti. Onun aşağıda beklediğini biliyordu.
Nefesi daralıyor ve heyecanlanıyordu. Başını koltuğa iyice dayadı ve duygusuz bir surat ifadesiyle gözlerini kapattı. Yanındaki kadının gitmesi de ilaç gibi gelmişti. Yanına oturan yeni yolcu kocaman kulaklığıyla umursamaz bir tipti. Tren tekrar hareket etmeye başladığında içi tuhaf bir heyecanla doluyordu. Sonra bir anlığına adeta aydınlanmış gibi gözlerini açtı. Sadece gözlerini açmamış, adeta yeni bir gerçekliğe uyanmıştı. Telefonu eline aldı, adam kim bilir kaçıncı kez ısrarla arıyordu. Ona, sakin bir biçimde geri dönmek istediğini söyledi. Adam, hiç beklemediği bir biçimde kadını olgunlukla karşıladı, fakat sorun da işte tam olarak buydu. Adamın sesinde hiçbir zaman aşırılık yoktu; sevgisi de özlemi de öfkesi de kırgınlığı da tek delikli kaval misali aynı boğucu sıradanlıkla kadının yaşamında yankılanıyordu. Birbirinin kıyısına vurmuş bu iki kişi, fırtınada birbirlerine sığınmış gibilerdi. Problem, birbirlerine sığınmaları değildi. Kadının dert ettiği, birbirlerine sığınmalarına sebep olan fırtınalardı. Aslında kaçtığı o amansız fırtına kadının yuvasıydı.
Telefonu kapatıp aklını toparlamaya çalışırken yanındaki genç yolcunun kahvesi sol omzuna dökülüverdi. Panikle kadına yardım etmeye çalışan gencin elindeki peçeteyi omzuna bastırması yüzünden gömleğine bulaşan sıcak kahve canını daha çok yakmıştı. Nezaketini koruyarak gencin elindeki peçeteyi istedi, omzundaki kahveyi sildi ve lavaboya gitmeyi düşündü. Omzuna bakınca kahve lekesinin küçük bir yıldız biçiminde olduğunu gördü. Ürpermişti. Genç yolcu ikinci kez seslenmese onu duymayacaktı.
“Çok özür dilerim. İyi misiniz?”
“İyiyim. Görünmez kaza işte.”
“Kusuruma bakmayın, ne olur. Bu leke çıkmaz, değil mi?”
Omzuna bir daha bakan kadın gülümsedi. “Aksine, çıkar. İstersem çıkar.”
Genç yolcu, kadının gözlerindeki delici heyecanın sebebini anlamamıştı.
* * *
Bir durak sonra indi, şehir merkezine gitti ve bir otele yerleşti. Beyaz gömleğini çıkardığında gülümsemesini durduramıyordu. Mühürden kurtulmuştu. Sol omzundaki yıldız izi gömlekle birlikte ebediyen yok olmuştu. Gömleği temizletebilirdi, fakat kadın bunu tercih etmedi. Gömlek, üzerindeki mühürle birlikte çöpe gitti. Telefonunu eline aldı, hep aramayı düşlediği o numarayı buldu ve tam aramak için ekrana basacakken telefonu çaldı. Yumruk yemiş gibi afalladı, bir iki adım sendeledi ve yatağa oturup derin bir nefes aldı. Yüzünü kapatan saçlarını eliyle toplarken yanaklarının kızardığını, burnundan hızla soluk alıp verdiğini fark etmeyecek kadar şaşkındı. Arayan, kadının aramaya çalıştığı kişiydi. Bir süre ekrana baktı ve sonra çağrıyı yanıtladı. Sonunda ölüm de olsa aşk; onu bir anlığına dahi olsa sonsuzluğa taşıyacak olan o katıksız aşk, avuçlarının arasındaydı. Çöp tenekesindeki gömleğin sol omzundaki kahve izi, ıslak çöp kutusunda giderek dağılıyordu.
* * *
Kaptana sarılmış, önlerinde gökadanın ışıklı bağrına doğru akan okyanusta yol alıyorlardı. Gözlerini yumup başını kaptanın omzuna dayadığında, onu çevreleyen tüm evrenin bir parçası olduğunu yüreğinin derinlerinde büyük bir tutku ve tevazuyla hissediyordu.
“Korkup kaçsan da sen belirlersin koşacağın yönü, kaçıp saklansan da sen belirlersin döneceğin yeri. Ne yaşam ne ölüm gerçek, aslolan aşk! Aşk ben de seninle anlam bulacak.”
Kadın, kaptanın dudaklarından dökülen bu dizelerin dört bir yanlarını sarmış sayısız yıldız içindeki en parlak yıldız olduğunu düşündü.
“Bu yaşadıklarımız gerçek mi?” diye fısıldadı kadın.
“Yaşamdan daha gerçek.”
Kaptanın elini tuttu ve birlikte geminin uç kısmına kadar yürüdüler. O an kimseler okyanusun nerede bittiğini ve lacivert gökyüzünün nerede başladığını kestiremezdi; yıldızların arasında yol almış ve sanki evrenin eşiğine varmışlardı. Her ikisinin de sol omzundan sapsarı ışık taneleri hızla kopup semalara yükseliyordu. Bıçakla kazınmış, acı ve kanla yoğrulmuş mühürlerin laneti temizleniyordu. Aynı yıldız burcunun bu iki çocuğu, tenlerinden kopan yıldız tozlarıyla artık sadece yüreklerini değil, gökyüzünü de aydınlatıyordu.
Merhaba
Elinize sağlık. Okuduğum ikinci öykünüz oldu bu. Temiz ve anlaşılır cümleleriniz, dili kullanımınızdaki sadeliği gerçekten başarılı buldum. Derin anlamlar barındıran cümleleriniz de okyanus gibi olmuş. Öykünüzün temaya aşkla yaklaşımını da çok beğendim. Mühürlenmişliği @MuratBarisSari da kullandı bu ay öyküsünde.
Eleştiri olarak değil öneri olarak aklıma gelen bir şey var. Okurken rüya kısmına geldiğimde keşke rüya olmasaydı dedim ama daha sonra toparlandı anlatım ve öykü. Acaba dedim, hiç rüya da demeseniz iki farklı Evren’de paralel yaşamları olan iki kadın olsa, zaten öykü buna izin vererek ilerliyor.
Tekrar kaleminize sağlık
Merhaba
Okuduğunuz için öncelikle teşekkür ediyorum. Evet, farklı evrenlerde aynı kadın; güzel, çok güzel bir fikir. Biri bizimle aynı dünyada, diğeri çok daha figüratif, sembolik bir dünyada. Başka bir öyküde deneyelim bu fikri.
Selamlar, tekrar teşekkürler.
Pişmanlığın, bilinmezliğin belirsizliğinde geçen bir öyküydü. Sürekli sorulan sorular acaba ile bir fidanın dev bir ağaca dönüşmesi gibi dallanıyordu. Açıkcası anlatım fazla şiirseldi. Bir süre sonra satırları atlamaya başladım. Genelde olay kurgusu az olan bu tür hikayelerle karşılaşmam. Bu yüzden bana fazla gelmiş olabilir. Bana göre yaşanan olaylar üzerinden hikayeleri hayal etmek daha dikkatli okumamı sağlıyor. Ama şiirsel anlatımınız uzadıkça ortada hayal edemeyeceğim bir anlatımla ne yapacağımı bilemeden takip edememeye başladım. Benim ilk kez burada yazdığım öykü denemem Kutsal Mühür gibi çok uzun bir hikaye olmaması da tabii iyi bir şey.
Değerlendirmeniz için teşekkür ederim. Hikaye, yoğun şiir ve alegoriyle inşa edildi. Yazması yorucuydu; metaforların iç uyumu, sesler, ritmler, görüntüler ve kesintisiz büyü havası… Belki baharatı fazla kaçtı belki de bu tür söyleme sahip öyküleri daha kısa tutmak lazım.
Bunlar, yanıtları tek ve sabit olmayan güzel sorular. Shakespeare de Nazım da bu soruların peşinde kalem oynattı. Yaşıyorsak umut var, her zaman var.
Selamlar.