Öykü

Arınmış Krallığın Esareti

Güneş’in gökyüzü tuvalini kırmızıya boyadığı vakitlerde Eramos Ovası’nın sazlıkları uyum içerisinde salınarak karşılarında yükselen görkemli sarayı adeta selamlıyorlardı. Taşın altına dönüştüğü bu verimli topraklar onlarca medeniyete ev sahipliği yapmıştı ancak başa geçen hiçbir yönetici Raya Krallığı’nınki gibi zalim değildi. Ana Kraliçe Emna’nın tutkularının esiri olmuş bir zavallı olduğu söylenir köylü kadınların arasında. Halbuki pek çoğu çocuklarını geri dönmeyeceklerini bile bile yollamışlardı sarayın soğuk duvarlarının arasına.

Köylülerin hayatları her zaman böyle ürkütücü, yalnız ve trajik değildi. Kral Saku’nun saltanatı onların birer kümes hayvanına dönüşmeden önceki son mutlu zamanlarıydı. O cömert ve iyi kalpli bir yönetici; cesur ve gözü kara bir savaşçıydı. Ülkenin barış içinde ve huzurlu olması ise Sakudan sekiz kuşak önce Kral Desas’ın temellerini attığı altın surlardan geliyordu. Bu surlar dış dünyanın karanlığından ve büyünün nankörlüğünden sonsuza kadar uzak tutacaktı o ve insanlarını. Sınırlar genişledikçe hasta topraklar yavaş yavaş iyileşiyordu. Siyah topraklar yeşilin şifasıyla buluşuyordu. Topraklarının bütünlüğünü tek bir kadim kuralla mühürlemişti. Surların dışında doğan içine giremeyecekti. Yenilmez imparatorlukları teker teker eriten lanetli salgından korunmaları için kendi sınırları içinde kalmak zorundalardı. Ona sadık kalanlar bu kuralı hiçbir zaman çiğnemedi fakat Kral Saku için durum göründüğünden çok daha farklıydı.

Bilinmezlik duygusunu bastırmaya anlatılan efsaneler yetmiyordu. Çocukluğundan beri hep şehrini çevreleyen duvarın ötesinde neler olduğunu merak ederek büyümüştü. Bir gün güç kendisine geçecekti işte o zaman duvarın arkasındaki dünyaya adım atabilecekti. Karanlıkta saklı olanları hayal etmediği tek bir gün bile yoktu.

Babasının son nefesi Saku için yeni doğmuş bir bebeğin havayı ciğerlerine ilk defa çektiği o andı. Kafasına yerleştirdiği ağır metal halkanın soğuğu içindeki ateşi söndürmeye yetmiyordu. Hüküm sürdüğü süre boyunca halkını koruyacak ve savunacaktı. Raya en parlak zamanlarını yaşıyordu. Halk yeni kralından son derece memnundu. O halkının sevgisini ve sadakatini kazanmayı başarmıştı. Bu onun hayallerine doğru atacağı ilk adımıydı.

Babasının yasını tuttuğu uzun yıllardan sonra, sonunda başlamıştı çıkacağı zorlu yolculuğun hazırlıklarına. Bozulmayan kuralı bozmuştu. Hasta topraklara asırlar sonra adım atacak ilk insan olacaktı. Karşılaşacağı her zorluğa ve engele karşı hazır olmalıydı.

Dedikoduların yayılması uzun sürmemişti. Koca şehir kulaktan kulağa oynuyor gibiydi. Haberler her ağızdan başka çıkıyordu üzerine eklene eklene çığ gibi süpürüyordu bütün krallığı.

“Hepimizi lanetleyecek! O duvarın arkasındaki şey tüm canlıları birkaç saniye içinde öldürebilir! Bizi öldürecek.”

“İblisler duvarın dışından büyü yapabilir mi? Onu tanıyamıyorum. Saray hekimlerine koruyucu kıyafet yapmayı reddettikleri için işkence etmiş. Babasının mirasına böyle mi sahip çıkıyor?”

“Beyaz maskelilerin kanı karışmış krallık soyuna. Zehirli hançerleriyle dokundukları tüm insanlar delirmiş zamanında. Masum bebeklerin etleriyle ziyafet çekiyorlarmış. Kral o kalıntıların peşine düştü. Sorumlu olduğu insanları bir an bile düşünmeden. Kanlı ve soğuk bir ölüm bekliyor hepimizi.”

“Hikâyelerden hiç mi ders çıkarmıyor? İblislerin hala o terk edilmiş topraklarda gezdiğini söylerler. Yanına bebek de alacakmış. Beyaz maskeliler saldırırsa önlerine atıp kendini kurtarmak için.”

Kral her ihtimali düşünmek zorundaydı. Hekimleri bezlere sarılmış bitkileri tütsülemiş, büyük bir dikkatle sarıyorlardı bedenini. Milyonlarca yıl öncesine kadar uzanan efsanelerdeki mumyalara benzemişti.

Arkada endişeli bir halk bırakan Saku günler süren yolculuğunun sonunda duvara ulaşmayı başarmıştı. Duvarın her bir tuğlasında atalarının göz yaşlarını gördü ve kederlerini hissetti. Babasının ona anlattığı duvarın hikâyesini hatırladı ve istemsizce içi ürperdi. Beyaz maskeli iblislerin zehirli silahları onları bu topraklara hapsetmişti. Ucu iğneli şişelerdeki yeşil sıvıyı vücuduna aktardıkları bütün insanlar ve hayvanlar iblislerin kuklası olmuştu. Yeşil sıvının içinde milyonlarca iblis saklıydı. Sonsuz yaşamın peşindeki faniler kendilerini bir lanetin pençesinde bulmuştu. Beyaz maskelilerin hizmet ettiği tanrının adı Bilim’di. Bu tanrı onlara verdiği zekanın karşılığında kan istiyordu.

Sonunda hayalini kurduğu şeyi gerçekleştiriyor, sınırın ötesine ilk adımı atıyordu. Ölü ağaçlar Ormanı’nın içine doğru yürüyecek ve her detayını senelerdir planladığı macerasına başlayacaktı. Ürkek bir nefes çekmişti içine. Tütsülenmiş bitkilerin kokusu ciğerlerini yakmıştı. Aldırış etmeden devam etti yoluna. Bakır plakaların üstünde antik yazılar vardı. Her yerde karşısına çıkan sembolün aynı olduğunu fark etti. Bir çubuğun altına iliştirilmiş küçük bir nokta. Ne demek oluyordu bu? İşareti takip etmek zorundaydı. Bu kırmızı sembol onu kaderine götürebilirdi.

Siyah toprağı kaplayan kemik örtüsünün üzerinden temkinli adımlarla işareti takip etmeye devam etti. Günlerce süren bu takip onu geçmişini sorgulamaya itmişti. Atalarının tek mirası olan kadim kuralı bozup krallığını arkasında bırakıp çıkmıştı bu yolculuğa. Ne aradığını bilmiyordu. Ne bulabileceğini de. Efsanelerin doğruluğunun peşindeydi belkide. İnsanlar gerçekten metal kuşların içinde uçabiliyorlar mıydı? Yapay balıkların üstünde yüzebiliyorlar mıydı? Zamana karşı düşmanlıklarının sebebi neydi?

Elindeki haritanın sonuna geldiğinde işaretin devam ettiğini gördü. O an asıl geçmekte olduğu sınırın duvar olmadığını anladı. Bu yolun biraz ötesinde kaybolmaktan başka çaresi yoktu. Bilinmeyenle yüzleştiği zaman tam olarak haritanın bittiği zamandı.

Sonunda çıktığı açıklığın ortasında bacasından duman tüten bir ev gördü. Kanı damarlarını parçalamak istercesine akıyordu. Duman demek insan demekti. Gördüğü ülkesindeki evlerden farklı, çok daha büyük ve tarih öncesi bir evdi.Bu nasıl mümkün olabilirdi? Bu topraklarda kalan son insanın binlerce yıl önce ölmüş olması gerekirdi. Kafasında onlarca soruyla yaklaştı eve ve içerideki tehlikeden habersizce kapıya vurdu.

Kapıyı zayıf, beyaz elbiseli bir kadın açmıştı. Saku’nun kalbi hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Kadın gölgeye gizlediği yüzünü ışıkla aydınlattığında kendisindeki gibi endişeli ve şaşkın ifadeyle ona bakmakta olan Kralı karşısında bulmuştu. “İmkânsız!” dedi kadın. “Sen… Sen gerçek olamazsın.” Karşısında titreyen kızıl saçlı yabancının verdiği tepki karşısında ifadesiz kalmıştı. Olan bitene anlam veremiyordu. Tüm cesaretini topladı, yutkundu ve sordu.

“Kimsin sen?”

Kadının yüzündeki şaşkınlık yerini şeytani bir gülümsemeye bırakmıştı. Elbisesinin cebinden çıkardığı parlak çubuğu Kral’ın boynuna sapladı ve kulağına fısıldadı.

“Benim adım Emna.”

* * *

Duvara yaklaştıklarında Saku’nun vücudu küçük şeytanlara çoktan teslim olmuştu. Bilimin kurbanlar listesinde artık onunda adı yazıyordu. Beynini kemiren bu virüs onu Emna’nın kuklası haline getirmişti. Gözü başka bir şey görmüyordu. Onun her sözünü emir olarak görüyordu. Hayatını sonlandırması için bile söylemesi yeterliydi. Krallığa vardıklarında sokakta yoğun bir kalabalık karşıladı ikisini. İnsanlar dehşete düşmüş bir şekilde karşılarındaki zaman yolcusuna bakıyor, fısıldaşıyorlardı. Emna, Saku’nun taşımasına izin vermediği ağır, metal çantasını yere bırakıp yavaşça kulağına eğildi ve; “Onlara yeni sahiplerini takdim etmeyecek misin?” dedi. Kral kalabalığın arasına doğru yürüdü. Efendisinin elini tutup halkına yeni kraliçeleri olarak takdim etti. Karanlıktan koparıp topraklarına soktuğu bu kadın yalnızca onun değil ülkesinin de sonu olacaktı. İnsanlar fısıldaşmaya devam etti. Atalarına yapılan bu ihanetin ağırlığının altında ezilen birkaç köylü kendinden geçti. Yinede kralın emirlerinin bağlayıcılığı karşısında boyunlarını bu yabancıya eğmekten başka çareleri yoktu.

Raya uzun sessiz ve sonu belirsiz bir dönemin içine girmişti. Şehrin sokakları bomboş kalmıştı. İnsanlar dışarıdan gelen bu tehlikeye karşı tedbiri evlerine hapsolmakta bulmuştu. Yabancıya karşı uzun süre düşündüler. Düşündükçe hikâyelerin üstüne hikâyeler eklendi. Zamanla şehir eski hareketini yakaladı. Yakalamak zorundaydı. Zaten etraflarındaki duvarın içine hapsolmuş insanlar duvarın içine bir duvar daha öremezlerdi.

Kral’ın bedenini saran virüs zamanın geçmesiyle ruhunu zayıflatmıştı. Emna onu yavaş ve acı dolu bir ölüme terk etmişti. Haberin yayılması uzun sürmedi. Halk panik içindeydi. Bir canavar tarafından yönetilecekleri zamanın içindeydiler. İçlerindeki kuytuda kalmış körelmiş duyguları yeniden alevlendirmiş olsa da krallarına olan saygılarından dolayı onu diğer asiller gibi uğurladılar atalarının yanına.

Kraliçe insanlığın yarım bıraktığı şeyi tamamlamanın peşindeydi. Büyük bir özenle koruduğu metal çantasının içinden teker teker çıkardı şeytanın araçlarını. Günlerce odasına kapandı. Nesiller boyu geliştirilen yöntemleri tekrar denemek için büyük bir fırsat geçmişti ellerine. Tek eksiği ölümsüzlük yolunda öldürücü olabilen bu virüsü üzerlerinde deneyeceği deney fareleriydi. Eserini test etmek amacıyla krallıktaki gençleri bir bir saraya sürükletti. Zindanlar teker teker dolarken evler birer birer boşalmaya başlamıştı.

Saraya giden gençlerden geri dönen olmayınca şehirde söylentiler dolaşmaya başladı. İnsanlar her zaman yaptıkları gibi gerçekleri haykırmak yerine kulaktan kulağa fısıldadılar. Bağırmak cesur insanların yapacağı bir şeydi çünkü. Cesaret ise bu topraklarda binlerce yıl önce yok olmuştu.

“Saraydan çığlıklar yükseliyor. Etleri koparılan çocukların çığlıkları. Kraliçe çocuklarımızla besleniyor.”

“Sonsuza kadar yaşamak için çocukların kalplerini yiyor. Bizim çocuklarımızın! Onu öldürmek zorundayız.”

Krallıkta nabızlar yükselirken kraliçenin hizmetkarları ona insanların fısıldaşmalarından haberler getirdi. Kraliçe öfkeliydi. Yaşama amacının önünde büyük bir engel olarak görmeye başlamıştı kulaktan kulağa fısıldaşanları. Odasına kapattı kendini. Onların şeytan olarak adlandırdığı virüsleri şeytanlaştırmak için. Yalnızca kulaktan kulağa yayılan benzersiz bir ölüm aracı yaratmak için. Günler sonra odasından elinde iğneli şişesiyle birlikte çıktı. Şişenin içindeki yeşil sıvı göz alıcı bir şekilde parlıyordu.

Deney fareleri arasından bir çocuk seçip iğneyi etine geçirdi ve parlak sıvıyı damarlarına boşalttı. Çocuğa yaklaştı ve; “Seninle bir oyun oynayacağız. Oyunumuzun ismi kulaktan kulağa olacak. Sana fısıldadığım şeyi kasabada gördüğün ilk insana fısıldamanı istiyorum.” dedi.

Aylar sonra sarayın kapıları şehre açılmış, kapıların arasında bir çocuk belirmişti. Saray ve şehri ayıran köprüden yavaş adımlarla yürüdü ve karşıya geçti çocuk. Karşısında beliren kalabalıktan gözüne ilişen ilk insana, annesine doğru yaklaştı. Zavallı kadın göz yaşları içerisinde çocuğuna sarıldı. Çocuğun bakışlarında hiçbir duygu kırıntısı kalmamıştı. Eliyle ağzını kapattı ve annesinin kulağına doğru uzandı. Titreyen sesiyle fısıldadı son cümlesini.

“Yüce kraliçemizin öfkesi sonunuzu getirecek!”

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba,

    Keyifli bir anlatımdı her şeyden önce. Hiç sıkılmadan akışına kapıldım. Final de umutlarımı karşıladı, okuyucuyu yarı yolda bırakmadı. Yazarın okuyucusuna verdiği aidiyet duygusu fazlasıyla vardı çalışmanızda.
    Olumsuz eleştiri yapacak bir yer bulamadım, samimiyim bu konuda. Belki karakterlere dair biraz psikolojik altyapı olmalıydı. Bu, biraz da benim zevkime göre yapacağım bir eleştiri olabilir. Onun dışında çok güzeldi.

    Tebrik ederim

  2. Yine harikalar yaratmışsın. :clap: Çok güzel bir hikayeydi, keyifle okudum. Tebrikler!

  3. Teşekkür ederim zaman ayırıp değerlendirdiğiniz için. Beğenmenize çok sevindim. Psikolojik altyapı eksikliğini düşünmemiştim hiç tekrar gözden geçireceğim. Normalde ısrarla üzerinde durmaya çalıştığım bir konu ancak üçüncü kişide pek başarılı olamamış olabilirim. :smile: Tekrar teşekkür ederim. :slight_smile::pray:t3:

  4. Çok teşekkür ederim. Eve hapsolduğumuz bu iç karartıcı dönemde yorumun bana çok iyi hissettirdi. Umarım öyküm de sende aynı etkiyi yaratmıştır. Gelecek seçkide görüşmek üzere. :sweat_smile:

  5. Avatar for 2000 2000 says:

    Merhaba,
    Öncelikle hikayenizin akıcılık yönünden oldukça başarılı olduğunu söylemek isterim. Başlangıcından bitiş anına kadar merak duygusunu okuyucunun elinden almayan ve tek solukta okunacak türde bir hikaye olduğunu düşünüyorum. Temanın farklı şekilde işlenmiş olması dikkatimi çekti. Geniş bir konuyu daha spesifik sınırlarda okuyucuya sunmak oldukça cesaret ve yazım yeteneği isteyen bir hareket. Cümleleriniz birbirini tamamlayıcı nitelikte ve güzel bir şekilde birbiriyle uyum içerisinde okuyucuya sunulmuş. Okumaktan çok zevk aldığım bir hikaye oldu. Farklı temalarda sizi tekrar yazım dünyasında görmek dileğiyle…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

33 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Umutunjelibonu Avatar for Arqonquin Avatar for gayekcelik Avatar for Senaa Avatar for MuratBarisSari Avatar for Emrah Avatar for yaren_demir Avatar for Anagnorisis Avatar for ebuka Avatar for Kursat_Akbulut Avatar for filtus Avatar for GamzeK Avatar for seyhanhzl Avatar for Muge_Kocak Avatar for difunta Avatar for Dilek73 Avatar for 2000 Avatar for nkurucu Avatar for UlianaHippogrief