Bir zamanlar, çok çok kalabalık bir şehirde, yapayalnız bir kız varmış. Hayatı onunla uğraşanlardan kaçmakla geçermiş: Öğrenciler, öğretmenler, iş arkadaşları, patronlar… Genelde hayal alemine sığınırmış. Apartmanın çatısına attığı eski kilime uzanıp saatlerce bulutları seyreder, beyaz kümelerden masal dünyasına doğru yavaşça uçarmış. Kimi zaman kahraman olur, insanları kurtarır; kimi zaman da adaletin kılıcıyla haksızlık yapanları doğrarmış. Geri dönünce de hepsini yazarmış. Yazarmış ki hepsini hatırlasın, hiç unutmasın. Başkasının ihtiyacı olursa ona verebilsin. İsterse yakabilsin, bütün öfkesi bulutlarla birlikte gidebilsin.
Günlerden bir gün, kapısı çalınmış. Bir kez olsun kapıda bir arkadaşını görmeyi dilemiş ama boşuna. Gelen postacıymış. O da paketi eline tutuşturup koşar adım gitmiş. Kız elinde ağır kutu ile kalakalmış. Aslında ağır olan kutu değil, üzerine yığılan hüsranmış. Kapının hemen arkasına yığılıvermiş. Gözyaşları artık içeride duramıyormuş. O gün olan her şeyden sonra tek istediği… Ne istediğini bile bilmiyormuş. Elindeki kutudan sadece birkaç şekilli silgi çıkmış. Yanında gelen mektubu okumaya çalışmış ama buğulu gözleri engel olmuş. Baş ağrısı da eklenince uyumaya karar vermiş.
Uyandığında yemyeşil çimlerde uzanıyormuş. En son hatırladığı şey mektubu okumaya çalıştığıymış. Fark etmiş ki kâğıt parçası ve silgiler hâlâ elindeymiş. Mektubu hızlıca okumuş. Kutunun yalnız bir bölmesini açmasını söylüyormuş. Kutunun bölmeleri mi varmış? Bir de diğerlerini çoktan yaşadığını yazmış. Neyi yaşamışmış? Silgileri incelemiş. Elinde bir bulutçuk, bir kelebekçik ve bir kalemcik varmış. Cebine uzanmış ama artık üzerinde eşofmanları yokmuş. Onun yerine gömlek ve on kat kumaşı preslemişler gibi duran zırhımsı bir şey varmış. Bol pantolonunun paçaları uzun botlarına sargılanmış. Kemerine birkaç cep ve kılıç takılmış. İşte o zaman bir şey açıklık kazanmış: Artık bir savaşçıymış. Lakin bu gerçek olamazmış. Kendini çimdikleyemeden arkadan bir yakarış duyulmuş. Hiç düşünmeden kılıcını çekmiş ve oraya koşmuş.
Aylar geçmiş. Kız diyar diyar gezmiş, insanlara yardım etmiş. Bu sırada orada oluş nedenini öğrenmiş. Bu ülkenin ana kaynakları zalim bir şövalye tarafından asırlar önce mühürlenmiş. Açmanın tek yolu da kayıp sihirli anahtarlarmış. Ve sihirli anahtarların -silgiler- kurtarıcıyla geri dönüleceğine inanılıyormuş. Bu kurtarıcı oymuş. Şimdi görevini yerine getirmek için uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkması gerekmiş ama önce bilge kraliçeyi görmeliymiş. Bu yüzden günlerce yolculuk etmiş ve sonunda kraliçenin sarayına varmış.
Saraya ilk baktığında camdan olduğunu sanmış. Bütün duvarları kaplayan elmasları ancak girişe vardığında ayırt edebilmiş. Etrafa bakınmış ama bu devasa serveti koruyan tek bir muhafız bile görememiş. Kapının devasa kanatları ufacık bir kuvvetle açılmış. Uzun koridorda yürüdükçe ayak sesleri işlemeli duvarlardan yankılanmış. Duvarlar açılıp daire şeklini almış. Odanın ortasında, yeşil elbiseli bir kadın, kollarını sevecen bir biçimde açmış, ona gülümsüyormuş. Saçları sarayın pastel gökkuşağı yansımalarına uyuyormuş. Yüzünde küçük zümrütlerden bir maske varmış. Aynı taşlar kollarından birini de sarmalıyormuş. “Hoş geldin Sultan, yedi diyarın kurtarıcısı, soylu kahraman! Ben bilge kraliçeyim. Sana bu zorlu görevde yardımcı olmak isterim. Bilmen gereken her şeyi sana anlatabilirim. Ama senin de fedakarlıklara hazır-“
“Kes şunu.”
”Ne?”
“Benimle oyun oynama.” Sultan’ın bütün sinirleri gerilmişti. “İkimiz de bunların hiçbirinin gerçek olmadığını biliyoruz. Bir rüyadayız. Ama bu benim zihnimin bir ürünü değil.” Kraliçe konuşmaya yeltendi fakat kız onu susturdu. “Sıradan bir rüya olsaydı istediğim zaman uyanabilirdim. Şu anda ne kadar denersem deneyeyim yapamıyorum. Gerçek olmadığı ise su götürmez. Yani cidden, gerçeğe benzetmek için zerre emek yok. İster masallar ülkesi ister gerçek dünya, insanlar mükemmel değildir. Herkes kapısını gizemli kılıçlı yabancılara açmaz. Bütün aileler mükemmel, bütün kadınlar sevecen ve merhametli, bütün erkekler sadık ve fedakar olmaz. Bunları geç, hava en azından bir kere ben dışarıdayken bozar. Ne hikmetse yağmur ben bir yere girdiğimde yağıyor, çıktığım saniye duruyor. En azından kötü tek bir gün geçirebilirdim. Eşkıyalarla savaşırken yaralanabilirdim. Gördüğün üzere çizik bile yok.” Yumruklarını sıktı. “Kahraman olmak, insanlara yardım etmek, sevilmek… Bunların hepsi çok güzel olurdu, eğer gerçek olsalardı. Şimdi bana neden burada olduğumu söyle. Ne istiyorsun benden? Bunca uğraş neden?” Kraliçe kıkırdadı. Kıkırdaması kahkahalara dönüştü. “Hahahaha, biliyordum, en başından beri biliyordum. Sen özelsin. Kimse senin kadar çabuk fark etmemişti. Hatta bazıları hiç fark etmedi. Sen ise daha beni ilk görüşünde hesap soruyorsun. Tebrikler, testi en yüksek skorla geçtin.” Kraliçenin sesi sarayda çınladı.
Sultan ciddiyetini bozmadı. “Açıkla. Hemen.” “Ah canım, tabii ki. Sen artık bizim bir parçamızsın. Amacımıza ulaşmak için bize yardım edeceksin. Testte rekor kırman da seni birkaç tık daha yükseklerde bir yere koyar. Haha, tam sana uygun bir pozisyonum var. Kim bilir. Belki taşların eline kadar çıkar ha? “Küçük zümrütlerle dolu kolunu kaldırdı. Işıltılar omzunda başlıyor, serçe parmağının ucunda bitiyordu. “Neyden bahsediyorsun sen? ‘Biz’ de kim? Ne amacı?” Tuhaf kadına bir adım yaklaştı. “Tarikatımız! Bütün dünyayı değiştirecek birliğimiz. Yardım için sadece en iyileri seçeriz. Ve sen şu ana kadarki en iyisin. O kırmızının kafes koşucusundan bile iyi olabilirsin belki de. Çok yazık, sen bize katıldığında yarıştırma şansımız olmayacak. Neyse, böyle daha çok hava atarım. Amacımız ise…”
Savaşçı kız ne diyeceğini bilemiyordu. Bu çok… Çok… Tarif edecek kelime bulamıyordu. Elinin kılıcına gittiğini hissetti. Kadın ona bakmıyordu bile. Adeta mutluluktan zıplıyordu. “Cevabını biliyorum ama prosedür gereği sormam gerek: Bize katılacak mısın?” Gülümsemesi Sultan’ın ifadesini görünce dondu. Kız kılıcını kraliçeye savurdu. “Manyaksın sen! Hayatımda bu kadar hastalıklı hiçbir şey duymadım.” Birkaç kez daha denedi fakat kraliçe bütün hamlelerinden kaçındı. “Yani hayır mı?” “Senin gibilerin bu dünyada olmaması gerek. Ve ben seni durduracağım. Hemen şimdi.” Kraliçeye saldırdı. “Belki de birkaç muhafızın olsa iyi olurdu. Ya da bana kılıç verip aylarca antrenman yaptırmasaydın.” Boynuna hedef aldı. Kılıcı var gücüyle salladı. Kılıç kraliçenin içinden geçip gitti. Saray karardı. Kraliçe buz gibi bir ifadeyle tam önünde duruyordu. “Yazık oldu. Çok büyük bir fırsatı geri teptin. Kabul etseydin her şey daha kolay olurdu. Madem zor yolu istiyorsun, öyle olsun.” Duvarlar karanlıkla doldu. Hava dondurucu soğuğa döndü.
Sultan kan ter içinde uyandı. Odasındaydı. Kendi yatağındaydı. Her şey hatırladığı gibiydi. Hepsi bir kâbustan mı ibaretti? Hayır. Bu bir kâbustan fazlasıydı. Bir süreliğine başka bir alemde gibiydi. Ve o kadın… Elini yumruk yaptı. Avucunda bir şeyler vardı. Bunlar şekilli silgilerdi: Bulut, kelebek ve kalem. Hızla kalktı. Apartman kapısına koştu. Kutuya bakmalıydı ama gitmişti. Bütün evi aramasına rağmen hiçbir şey bulamadı. Kutu da mektup da buhar olup uçmuştu. Artık emindi. O kadın ve tarikat gerçekti. Sıradaki hamle için bekliyorlardı.
Polise olanları anlattı. Onlar da onu başlarından savdı. Bir kâbusu fazla abarttığını söylediler. Karakoldan ayrılırken arkasından akşamdan kalma dediklerini duydu. Elbette öyle diyeceklerdi, burada kahraman falan değildi. Mezuniyete birkaç ayı kalmış sıradan bir öğrenciydi. İşle okulu dengelemeye, hayatını kendi başına sürdürmeye çalışıyordu. Aşağılanıyor, küçük görülüyordu. Çevresindekiler onu ezmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Yine eski, sıradan yaşantısına dönmüş gibiydi. Tek farkı artık başında zorbalardan daha büyük bir dert vardı.
Yeşilli kadın kaskını çıkardı. Ona yardım etmeye çalışan adamı başından savdı. Maskesini taktı, saçlarını düzeltti. Yeşil ışıkla dolu odaya girdi. Daire şeklinde dizilmiş tüplerden birinin önünde durdu. “Bakıyorum yeni bir balığın var.” Arkasından gelen sesle irkildi. Kahverengi kıyafetli adam kapı eşiğinde durmuş sırıtıyordu. “Bayağı sinirini bozmuş olsa gerek. Beni bile takmadın ya.” “Senin burada ne işin var? Kaç kere daha benim bölgeme girme demem gerekiyor sana? Hem sinirimi bozduysa ne olmuş? Hele bir karar versin her şey harika gidecek.” Öfkesi yerini neşeye bıraktı. “Bu kız tam da aradığımız şey. Teklifimizi geri çevirdi ama eninde sonunda bize katılacak. Hem şimdi hangi ‘özel’ daha iyi diye yarış yapabiliriz. Eminim benimki kazanır. İiii, bana katılacağı zamanı iple çekiyorum. Sağ kolum yaparım onu. Ya da baş denetleyici. Muhteşem olacak.” “Hıhı. Evet.” “Hadi, biraz daha heyecanlı olabilirsin. İleride sana ödünç bile verebilirim. Bak, renkleri senin kıyafetlerine uyuyor.” Adam kızı tekrar inceledi. Uzun açık kahve saçları uçlarından bağlıydı. Suda hafif hafif dalgalanıyordu. Üzerindeki onca şeye rağmen esmer tenini görebiliyordu. Yüzü siyah başlığın altından görünmüyordu. Odanın atmosferi kırmızı bir ışıkla bozuldu. “Yazık oldu. Eee, sen neden gelmiştin?” “Toplantı var. Acil. Gidelim.” Kadın başıyla onayladı. Çıkarken oradaki gardiyanı yanına çağırdı. “Ben gelene kadar kelebek odasına gitmiş olsun.” Gardiyan onaylayıp çekildi.
Geri çekildi. Önüne bakmak istemiyordu. Bakarsa acıyacağını biliyordu. Yine de başını kaldırdı. Bir deri bir kemik kalmış kollar saçma derecede büyük raptiyelerin üzerine atılmıştı. Şeffaflaşmış teni bütün damarları gözler önüne seriyordu. Başı saçlarının ağırlığıyla öne eğilmişti. Su damlaları artık sarıdan çok beyaz olan saçlarından, uçuk yeşil elbiseden damlıyor, odada sesleri yankılanıyordu. İncecik bilekleri ayakları yere değseydi de onu taşımazdı. Göğsü belli belirsiz inip kalkıyordu. Adam daha fazla dayanamadı. “Özür dilerim.” Cam kapağı kapadı. Arkasını döndü. Bileğindeki taşları ovuşturdu. “Hepsi onların güvenliği için.” Derin bir nefes aldı. Kadını duvara dizili diğerleriyle bırakarak odadan çıktı.
- Bir Zamanlar - 1 Mayıs 2020
- Araştırma - 1 Nisan 2020
- Kutu - 1 Mart 2020
Sevgili Dilek,
Niye yazıyorum diye düşünürüm bazen. Zorulu bir uğraş olduğu kesin. Herkese de beğendiremiyorsun. Üstelik her hikayeye başladığımda anlatacaklarımı ben bile bilmiyorken sonunu getirip getiremeyeceğimden hiç bir zaman emin olamadığım halde hala niye yazıyorum? Bunu genel bir cevabını şimdiye kadar bulamasam da her bir hikayemi kendi içinde değerlendirdiğimde onları neden yazdığımı biliyorum. Bazen mutluluk bazen bir acının tesellisi bazen de sadece o karakteri olmak istediğim için yazıyorum. Senin öykünde de böyle bir hissiyat edindim. Sanki kahraman sensin ve kendin için özellikle yazdın.
Hikayen için diğer notlarımı da buraya bırakayım:
-ilk başta italik sonra normale dönmen biraz düşündürdü beni. İtalik’in bittiği yerin özel bir anlamı var mı diye düşündüm, bulamadım
-Olay akışları arasında briaz kopukluk var sanki - yani bazı yazdığın yerlerden sende tam emin olmamış gibisin-
-karakterlerin kurgulanmasın bir kez daha ziyaret etmek isteyebilirsin belki onların esas motivasyonlarını okuyucuya tam olarak geçirmek kahramanın içinde bulunduğu durumu anlamayı kolaylaştırabilir.
Eline ve düş gücüne sağlık
Sevgiler
Dipsiz
Merhabalar,
Öykünüz güzel güzel giderken bir anda sona bağlamak adına akış bozuluyor gibi. Son kısım fazla karmaşık. İlk paragraflarda yakaladığınız tarz, duygu yoğunluğunda devam etseydiniz çok daha iyi olurdu. Ben bu ay beğenmedim ne yazık ki öykünüzü. Fazla havada konu var. Önümüzdeki aylarda görüşmek üzere.